Aslıhan Tüylüoğlu
Fatma Aras on yıllık bir zaman zarfında, “Saklıyım”(2008), “Göğü Azalan Kuşlar”(2012), “Ağrılı Beklemeler”(2015) ve son olarak çıkarttığı “Söz ve Hançer”(2017) isimli şiir kitapları ile okurun karşısına çıktı. Bunun yanında “Hayata Mektuplar, Turna Ağıdı”(2015) isimli mektup-deneme ve “Dağ Su Korku”(2017) ismindeki hikâye kitapları ile okurla buluştu. Bu yazıda özellikle şiirlerinden yola çıkarak yazın deneyimini irdeleyeceğiz onun.
İlk kitabı 2008 yılında çıkan “Saklıyım”, Iğdırlı bir şair olarak geleneksel şiirimize eklemlendiği hece şiirlerini kapsıyor. Daha sonra serbest şiirlerden oluşan kitaplar çıkartsa da hece şiiri yazmayı sürdürdüğünü son kitabı “Söz ve Hançer”’in bir bölümünü de hece şiirlerine ayırmasından anlıyoruz.
Fatma Aras’ın bu kitaplardaki hece şiirlerine toplu olarak bakıldığında, geleneği özümsemiş bir şairin günümüz dünyasını geçmişten gelen özle birleştirdiğini ve yansıttığını görüyoruz. Bu şiirler modern şiirin baş tacı ettiği imgeye ağırlıklı olarak yer veriyor. Mecaz ve eğretilemeler ise forma yenik düşmüyor. Türkçe’nin kısıtlı kafiye imkânına rağmen zorlama olmayan dizeler ile etkili bir anlatıma ulaşıyor bu şiirlerde.
Fatma Aras, hece şiirinden gelip serbest şiire geçiş yapan az sayıda şairden biri. Hece ve aruz ile yazılan şiirlerde biçimsel bir kalıp vardır ama iyi şairler bu kalıbı düşünmeden neredeyse doğaçlama olarak yakalarlar. Örneğin Eski şiirimizin son temsilcisi sayılan Cumhuriyet döneminde de şiirler yazmış olan Yahya Kemal’e niçin hâlâ aruzla yazdığı sorulduğunda “ Şiir bana aruzla geliyor.” der.
Hece de ses olarak kulaktan gelir şairine. Şiirin formu, şiirin geleneksel formda yazılıp yazılmaması önemli midir? Pek sanmıyorum. Baudialere (ki şiirlerini o dönemin koşullarında aleksandren denen 12’li şiir ölçüsü ile yazıyordu.) “Her zaman şair ol! Düzyazıda bile.” diyor. Asolan da bu olsa gerek. Bu bağlamda Fatma Aras’ın gerek hece, gerek serbest şiirlerinde ve düzyazı kitapları olan öykü ve mektuplarında bu sözün çerçevesinde kaldığını görmekteyiz.
Şiir özellikle hece formunda doğaçlamaya açıktır. Yetiştiği yörenin, manileri, değimleri, mecazi ağırlıkta söyleyişleri şair için bir avantaj ortaya çıkartmış görünüyor. Serbest şiirlerinde de bu avantajı sonuna kadar kullanıyor Fatma Aras. Veysel Çolak “ Şiiri fark etmek de şairliktir “ diyor. Fatma Aras günlük dilde de kullandığımız bu mecazlı anlatımları yakalayıp metinlerinde yararlanıyor. Dahası bu fark ediş, örnekseme yoluyla yeni mecazlar kurma aşamasında şair için bir kolaylık oluşturuyor bir bakıma.
Fatma Aras’ın serbest şiirlerine baktığımızda çoğunlukla hece formunu ve sesini kırmak için özel bir çaba içinde olduğunu görüyoruz. Bazen sadece heceyi kırmakla yetinebiliyor. Serbest şiirin içkin bir formu vardır oysa. Her şiir için farklı bir yapı kurulur. İlk serbest şiirlerinde bu yapıyı kurmakta bir ürkeklik içinde olduğunu sezinliyoruz onun. Hece şiirlerinde sese, ayağa uyağa durağa ne kadar bağlıysa, serbest şiirlerinde bunlardan o kadar uzak duruyor. Bu çekince serbest şiirlerini ses olarak zora sokuyor bazen.
Yine Fatma Aras’ın lirik şiire karşı bir direnç gösterdiğini de görüyoruz. Modernist bir şiir yazmaya, özneyi ötekileştirmeye parçalamaya çalışıyor. Bazı şiirlerinde okura doldurması için oldukça fazla anlamsal boşluklar bırakıyor. Hece şiirleri, okumaya, anlamaya, içselleştirmeye ne kadar yakınsa; serbest şiirleri o kadar kapalıdır. Yapısal olarak sağlam olan hece şiirlerine rağmen serbest şiirlerinde yapı gevşektir. Bu anlamın rastlantısal olarak genişlemesini ama ele geçmesini zorlaştırır. Modernist anlayıştaki şiirlerin çoğunda görülen bir durumdur bu da.
Bu şiirlerde gittikçe azalarak da olsa üç durumdan kaçındığını saptayabiliriz onun. Birincisi daha önce söylediğimiz gibi, hece yapısı ve sesi. İkincisi lirik şiirde baskın olan birinci tekil özne. Bu şimdi açıklayacağımız durumla da ilgili: “Dağ Su Korku” isimli otobiyografik özellik taşıyan öykü ve bazı anı metinlerinde içtenlikle anlattığı şiir serüveninin, töre yüzünden, yani kız çocuklarının şiir okumasının, yazmasının ayıp karşılanması ve engellenmesi yüzünden sekteye uğrar. Artık töre baskısı altında olmasa da çocukluğundaki bu yasaklı dönem sonrasında kendi kendisini engellemesine yol açar. Bu durum şimdi bile yazarken otosansüre uğradığını göstermekte. Özne seçiminde ve kapalılıkta bu engellenmenin izleri seçilebiliyor. Nitekim özneyle örtüştüğü bazı şiirlerinde bu oto sansür aşılır ve oldukça lirik ve etkili dizeler ortaya çıkar.
Birkaç şey de konu ve izlekleri için söylemek gerekir:
Dağ ve dağ özlemi sık sık işlenir şiirlerinde. Dağ ile özdeşleşir. Kente sığmaz. Sıkıldıkça dağlara kaçmak ister. Yıllarca yaşasa da bir türlü ait olamaz kente. Kent hep olumsuzlanır. Sert, soğuk, çetin bir dağ rüzgârının estiği duyumsanır şiirlerinde. Sert sessizlerin çokluğu bunu doğruluyor. Yıllardır deniz kenarındaki bir şehirde yaşamasına rağmen birkaç İstanbul şiiri dışında “deniz” de girmez şiirlerine. Dağ hep baskındır. Özellikle de Iğdır’ın üzerine gölgesi düşen ve “Ağrılı Beklemeler” kitabına isim olan iki anlamda da kullanılan “Ağrı”
“Ağrı dağı çocukluğum
Önümdeki uzun resim
Orda çoğalan gevenlerin hüznü” (Göğü Azalan Kuşlar. S.8)
Yukarıdaki uz benzetmede Ağrı dağı ile bir başka baskın izlek olan çocukluk eşitlenir.
“Yüreğimi doğurdum üç ülke eteğine
Yankı olur bedenim size” ( Ağrılı Beklemeler S.7)
Çocukluk teması, anne ve babanın sık sık anımsanması birçok şiirinin çıkış noktasını oluşturur. Çocukluğundaki insan ilişkileri ile günümüz kent insanının ilişkileri arasındaki değişim bazen nostaljik öğeler de içererek şiirlerine konu olur.. Çocukluğundaki derin duygusal yaşantının izlerini sürmek mümkündür bu şiirlerde. Ağrı Dağı ve Aras Nehri, bulunduğu köyün coğrafyası, ilklimi, bitkileri, çiçekleri şiirini besler.
Aşk teması da çetrefilli, yaralı bir diğer beslenme kaynağıdır. Zorunlu olmadıkça yazılmaz ama kendiliğinden sızar bazı şiirlere. Bu aşk da çocuklukta yaşanmış, yine töre yüzünden tamamlanamamış ama içselleştirilmiş ve düşsellikle güçlenmiş bir şekilde şiirlere uğramıştır.
“Söyle kaç gece eskimeli
Uyumak için sende” (Göğü azalan Kuşlar)
Diğer önemli bir izlek doğal ki “Töre”; Töre ile ilişkisi çelişiktir şairin. Köklerine, geleneğine, coğrafyasına, diline yani törenin, iyi ve güzel, insanlarda dayanışma yaratan yanlarına alabildiğine bağlıdır. Öte yandan törenin içerdiği daha çok kadınların gördüğü baskı ve şiddette karşı isyankardır.
“Acıdan pay alan dilim tükürüyor töreye” (G.A.K. S.37)
Töre konusunu işleyişi kendi yaşadıkları ile sınırlı değildir Özelden genele sıçrar.
“Alınan her soluk izinli çıkar.”
“Aklımda kanayan zaman/ Yüreğimde bir ağabey kurşunu”
Sonradan “Dağ Su Korku”’ da anlatacağı durum “Göğü Azalan Kuşlar”daki “Direniş” şiirinde işlenmiştir:
“Çekmecede kurutulan şiirler
Bir hayatın telaşıdır yaşarken
…
Törenin ördüğü saçlardık
Ağır sözler omuzladık” S.52
Temalar her zaman bireysel değildir. Özellikle son yıllarda Türk-Kürt karşıtlığından doğan ölümler üzücüdür, çocukluğunda birlikte yaşadığını gözlemlediği bu iki halkın bugün karşı karşıya gelmesi acıdır. “Kuşbakışı Türkiye”, “Kardeşliğe Ağıt”, “Bine Bölündük” gibi şiirlerinde konuya insancıl açıdan bakar. Ayrıca kentin arka yüzünün göz ardı edilmediğini, mendil satan çocuklardan çöp toplayarak geçimini sağlayan insanlara ve göçmenlere duyarlıklı dizeler de yazdığını görüyoruz onun.
Fatma Aras’ın, “Göğü Azalan Kuşlar”da şiir adına gösterdiği temkinli davranışın, “Ağrılı Beklemeler”de daha cesurca bir tutuma dönüştüğünü, “Söz ve Hançer” isimli son kitabında ise şiirsel söylemin daha da rahatladığını, kendine güveninin arttığını, anlamsal bütünlüğü yakaladığını görmekteyiz. Hece şiirlerindeki güvenini serbest şiirlere taşıdıkça şiirinin de geliştiğini, yapısal sorunlardan arındığını zaten içerik olarak zengin şiirlerinin biçimsel olarak da olgunlaştığını görmekteyiz.
Bu yazının sonunu incelediğimiz şaire yönelttiğimiz soru ile bitirelim:
Aslıhan Tüylüoğlu:“Merak ettiğim iki şey var birincisi bir şiiri hece veya serbest yazmanın yaratım süreci açısından nasıl bir farkı var? Diğeri de şu: Şiirlerinin yanı sıra şiirsel söyleyişi, mecazlı anlatımı elden bırakmadığın mektup ve öykü kitapları da çıkarttın. Bunlar topluca okunduğunda birbirini tamamlayacak nitelikte. Şiir varken buna neden gerek duyuyorsun? Öykü, şiirin zihinsel yorgunluğundan kaçış mı yoksa? “
Fatma Aras: İster serbest ister hece ölçülü olsun; yazılan bir metne şiirdir diyebilmek için, şiirin kendi disiplinine uygun ölçüleri taşıması gerekir. Her ikisini de aynı sancı doğuruyor bana kalırsa. Bilindiği gibi yazıya geçilmediği dönemlerde, insanoğlu, akılda kolay kalması ve ezberlenerek aktarılması için uyaklı şiirlerle sözlü olarak kendini, yaşamı anlatmaya çalıştı. Doğduğum toprakların mayasından olsa gerek, çocuk yaşta mani ve 6+5= 11 heceli şiirlerle sözlü olarak tanıştım. Yazılan, serbest şiir de hece şiiri de olsa, şiir sanatı vasfını taşıyorsa benim için aynı zorlukta. Çünkü hece şiiri de imge ile yoğrulur. Başlarda zorlanmama rağmen serbest şiirlerle de sonradan epey haşır neşir oldum. Benim açımdan hece şiiri de serbest şiir de yaratım sürecinde belli zorluklar taşır. Şair, şiir bilgisine bağlı kalarak alabildiğince özgür, ama her seferinde ayrı bir yapı kurarak serbest şiiri yönlendirir. Oysa hece şiirinde şiir, şairi yönlendiriyor. Hece şiirinde önemli nokta “ölçü”, “uyak” ve “redif”lerdir. Bunun için ek betimlemeler ve eş anlamlı sözcüklerden yararlanmak için kelime hazinesinin çok zengin olması gerek.
“Şiirlerinin yanı sıra şiirsel söyleyişi, mecazlı anlatımı elden bırakmadığın mektup ve öykü kitapları da çıkarttın. Bunlar topluca okunduğunda birbirini tamamlayacak nitelikte.” diyorsun.
Yazılanların her biri özerk de olsa yazarın, şairin kendi yorumu, şelesini (yükünü) aynı duygu derinliğinde açığa vurur. Şiirsel söyleyiş, mecazlı anlatım zaten günlük konuşmalarımızda sıkça var. Örneğin: “kentler ağlıyor”, “uçak kaçtı”,“gemi kalktı”,“sevdiğine boş gözlerle bakıyordu”, “ tatlı sözlerle beni oyaladı”, “ acı sözler ağlatmıştı” gibi…
Günlük konuşmalarımızda bile anlatımı daha etkili kılmak için benzetmelerle anlamı kuvvetlendiririz. Benzeyen ve benzetilenlerin çağrışımı hâkimdir. Dil içinde yeni bir dil olarak sözcüklerin anlamına yan anlamlar kazandıran bu benzetmeler, deyimler, dile bir şifre gibi yerleşen sözcüklerin başka anlamlarla donatılmasıdır. Bazen kolay ve çekici mizahi bir dille de dönüşen bu söylemler, anlamın yüzünü değil sırtını gösterir. Bu dilin, hece şiirinde olduğu gibi doğduğum topraklarda ve büyüdüğüm ailede konuşmalarımızda yoğun olarak olması belki de bir şans. Bundan ötürü mecaz kuracağım diye direnmem. Konuşmalarımda olduğu gibi mecazlar yazılarımda, mektuplarımda kendiliğinden yerlerini alırlar.
“Şiir varken buna neden gerek duyuyorsun? Öykü, şiirin zihinsel yorgunluğundan kaçış mı yoksa?” diye soruya devam etmişsin.
Şiir, bilinmeze çıkılan bir yolculuktur. Başkaldırıdır. Haksızlığa karşı isyandır. Bu da şairin bireysellikten, toplumsallığa, oradan evrenselliğe uzandığı, insanı kucaklayan bir özsel eylemidir. Bütün bunlar varken öyküye yönelmek; zamanın getirisi içinde, sistemin verdiği acıları kâğıt kalemle konuşarak yazıya dökmek, kendi sessizliğime kendi doğrularım için yeni bir kapı aranışıdır.
Bugünkü çocuklar tarihin şansız çocuklarıdır. Doğu-Batı arasında bakışların bile savaş içinde olduğu bugünlerde büyük toplumsal nevrozlarımız var. Uzun ağlayışlarımız var. Uzun yaslarımız var. İster içten bakalım, ister dıştan bakalım, bu kargaşa içinde hayatı ağrısız yaşamamız mümkün değil. Bu durum karşısında “gün”ü ve “an”ları renkli vitrinlerin, pembe hayallerin içinde duyumsamak mümkün değil. Duyarlı bir insan, günlerin ve anların içindeki acılara konuk olur.“Şiir yazılırken şairini de dönüşüme sokar” derler. Bu öykü ve mektuplar için de geçerli. Belki de zaman zaman şiiri dinlendiriyor, gerçeği bir başka yoldan kavramanın olanağı olan mektup ve hikayelerimde soluklanıyorumdur.