Kadın Şiddet Şiir
Bu başlıkta bulunmaması gereken sözcük ‘kadın’ ile ‘şiir’in arasında.
“Şiddet” sözcüğü, tanımında birlik olmasa da, olumsuz çağrışımı olan bir kavram olduğunda uyuşma vardır. Türkçe Sözlük, ‘şiddet’in dört anlamını veriyor: “1. Bir hareketin, bir gücün derecesi, yeğinlik, sertlik. 2. Hız. 3. mec. (Duygu ve davranış için) Aşırılık. 4. Karşıt görüşte olanlara, inandırma veya uzlaştırmak yerine kaba kuvvet kullanma.”
Bu tanımların hiçbiri “toplumda kadına şiddet uygulanıyor” cümlesindeki ‘şiddet’in anlamını vermez. Genç bir kıza tecavüz edip kollarını kesmek, ardından cesedini yakmak ‘şiddet’le anlatılacak bir durum olmasa gerek! 4. anlamda ‘karşıt görüş’ten söz ediliyor ki kadına şiddet uygulandığında, ‘kadın’ı karşıt görüşte olarak nitelemiş oluruz; burada karşı cins sözünü kullanmak daha doğru olsa gerek. Kaldı ki, Müslümanlar ile Museviler birbirlerine şiddet uyguladıklarında iki karşıt görüş değil, iki İbrahimî görüş çatışmaktadır. Bir de, meşrulaştırılmış şiddet vardır ki, bu da, Devlet aygıtının, toplumu bastırmak, çizgi dışına çıkanları sindirmek için uyguladığı şiddettir.
“[İ]nsanlara incitmek, acı ve ıstırap çektirmek niyetiyle yapılan her türlü fiziksel saldırı”[1] tanımında da ‘cinsel saldırı’, ‘ruhsal saldırı’, ‘toplumsal saldırı’, ‘ekonomik saldırı’, ‘kültürel saldırı’, ‘gelenek saldırısı’, es geçilmiştir.
Kadın, bütün bu saldırılarla karşı karşıyadır. Yasalarımızda ekonomik şiddet diye bir kavram yoksa da, şu haber sevindiricidir: “Yargıtay Genel Kurulu’nun bağlayıcı boşanma içtihadında (…) evlilikte aşırı cimrilik ‘eşe karşı ekonomik şiddet’ olarak yorumlandı ve boşanma nedeni sayıldı.”[2] Haberin devamında şöyle denmektedir:
34 yıllık evlilik hayatında eşinin aşırı hesaplı tutum içinde olduğunu önce maaşına sonra emekli maaşına el koyarak kendisine verdiğini belirten kadının açtığı boşanma davası kabul edildi. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da, yerel mahkemenin bu direnme kararını onayladı ve kadının ekonomik özgürlüğüne destek verdi.
Şu haber de kadınlar için, sıradanlaşmış olanlardan biridir:
Eşlerinden gördükleri şiddet yüzünden yanlarına çocuklarını da alıp evlerini terk eden dört kadının yolları Adana Otogarı’nda kesişti. Polis noktasına giderek kadın sığınma evine yerleşmek istediklerini bildirilen kadınlara polis sahip çıktı. Kadınlar ve çocukları sığınma evine yerleştirildi.
Biri Bolu, diğeri Konya’da, ikisi Hatay’ın İskenderun İlçesi’nde yaşayan ve evli olan 4 kadın, eşlerinden gördükleri şiddet ve baskıya daha fazla dayanamadı.[3]
Jandarma Genel Komutanlığı’nın açıkladığına göre, Ocak 2015’te, bir ay içinde “mağdur kadın sayısı bin 639, koruma tedbiri verilen kadın sayısı ise 177”dir.[4]
Kadına dayatılan toplumsal şiddet, erkek egemen ideolojinin Devletleşmesiyle örgütlü hâle gelir. Evlilik kurumu, Devletin kadının bedeni üzerinde kuracağı toplumsal denetim mekanizmasının meşrulaştırılmasıdır; çünkü, eril ideolojiye göre, kadın, ‘fitne’ kaynağıdır; bu yüzden, kadının kamusal alanda görünür olması, ideolojik aygıtlarla (medya, aile ve eğitim kurumları) olumsuzlanır. Kadının sivil alanda gülmesi, başını açması, hamileyken sokağa çıkması… onun, fitneyi artırması olarak yorumlanıp itibarsızlanır. Bu baskıda, ailenin çocuk yetiştirmekle ‘görevli’ anaların, resmi ideolojiyi nasıl yeniden ürettiğini Emel İrtem “Vereğen” şiirinde ironik bir dille şöyle eleştirir:
hiç de hayata ait değil kahkaha/annem demişti mukayyet ol ağzına/çok gülme çok konuşma çok görünme/yoksa seni vereğen sanırlar a kızım/insana önce hâya lazım../işte böyle dedi de ben kızdım/ne alaka diye
bazı şeyler değişmiyor birkaç ömürde/gülmenin de bir cezası var mutlu olmanın/insan önce ağlamakla tanışıyor elbet/okyanuslar böyle doluyor, mağma böyle yakıyor/biraz namus ile heyecan ölüyor, rahatlıyoruz/biraz inanç ile ruhu doğrayıp biçiyoruz/hep bir ayar gerekiyor ama düğmesi yok dünyanın/bir de namus niyaz, bir de solcular, bir de salaklar ve seks/işte hepsinin ortasında bir havuz/fıskiyesi hep bozuk olan
gizli gizli mutlu olmayı öğrenmeliyim/fısıltıyla kahkaha atmayı/kimseler duymadan kimseler görmeden/sonra vereğen sanırlar Allah muhafaza/sonra dünyanın bu/korkunç halini/anlamayan bir hain ve kim bilir daha neler…
Kadına, ancak, ‘gizli gizli mutlu ol’abilmeyi hak gören bir toplumda kamusal alanın ‘yasaklanması’, kadının evinin hanımı olma çemberinin içinden çıkmasının hor görülmesi olağandır. Başbakan yardımcısının, “Kadın ise o da iffetli olacak. Mahrem- namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak” dediği bir ortamda, kadının birey olabilmesi için zorlu bir mücadele vermesi gerekmektedir.
Emel İrtem’in şiirinde, şiire konu olan annesinin söylemi öne çıkıyor. “annem demişti mukayyet ol ağzına/çok gülme çok konuşma çok görünme/yoksa seni vereğen sanırlar a kızım” dizeleri, resmi ideolojinin, Serpil Sancar’ın kavramlaştırmasıyla “muhafazakâr modernleşme”nin[5], dolayısıyla geleneğin yeniden üretimi olarak çıkıyor karşımıza. Anne, kızına sınırlar çiziyor; böylece kız yerleşik değerlerin içine hapsedilerek, onun birey olmasının önü tıkanıyor. Anneye göre, ‘insana, haya lazım”dır. Haya ise İslam Peygamberine göre şöyledir:
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır. Âhireti isteyenler dünyânın zînetinden süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmak demektir.[6]
İleti, Tanrı’dan korkmak üzerine inşa edilmiş. Haya ile ‘namus’ bitişik kardeşlerdir. Tanımı ve sınırları, kullanıldığı ortama göre değişen ‘namus’ kavramı, kadın için, en büyük tehdit durumuna getirilmiştir yerleşik ideoloji tarafından.
İrtem, yerleşik ideolojiye karşıysa da, başkaldırıya yatkın değil bu şiirinde; onu sadece eleştiriyor, kadınlara çizdiği sınırları ironik bir dille reddediyor. “insan önce ağlamakla tanışıyor elbet” dizesiyle mutsuz olmayı doğallaştırıyor ve “hep bir ayar gerekiyor ama düğmesi yok dünyanın” dizesiyle de, çözümsüzlüğe boyun eğiyor; bu nedenle, reddettiği toplumsal kuralların nasıl değiştirileceğine dair bir işaret vermiyor, İrtem. Kadın-erkek arasındaki ilişkiyi de, havuz-fıskiye simgeleriyle veriyor. Erkeklik organının simgesi olan fıskiye, hep bozuktur, derken burada da erkeklerin kadına yaklaşımının yanlışlığına dikkat çekiyor.
Daha ilk kitabında muhalif tavrını ortaya koyan Arife Kalender, “Sıfatsız”da anneye duyduğu sevgi ve acıma içinde, onun kendisine telkin edilen doğruları kızına aktarmadaki amacını anlatıyor:
ben yanlışsam onun ömrü yıllarca acıyacak
çiftçinin buğdayını sevdiğinden daha çok
seviyor beni,[7]ormanın ağacından
şeytanlarını çoktan uyutmuş bir rahibe kendisi
korkuyor o iblis bende uyanacak kendisinden
Kalender, şiire konu olan annesinin evladını çok sevdiğini, bu yüzden kızında uyanacak ‘iblis’in, onu, kötü yola sürüklemesinden korkmasına dikkatimizi çekiyor. “Külden Sığınaklar”da da toplumsal baskıyı söyle aktarır:
her yerde parmak işareti-sus
gün usulca çatılara konarken
biz yaşamak korkulu insanlarız
Kadınlarda var olan ince zarın oluşturduğu kalın duvarı “Silahımı Bıraktım”da, erkek egemen ideolojinin kalkanı olduğunu söyleyen Kalender:
“kızlığımı çıkarıp masaya koydum” diyerek Cemal Süreya’ya selam gönderdikten sonra
baskınlardan korkarak silahıyla uyuyan
bir silahşör nasıl usanırsa kalkanından
bıkmıştım kızlığımdan
dizeleriyle egemen ahlakın baskı aracına başkaldırır. Muazzez Avcı, “Vereğen”de konuşan anneye tepkisini dile getirir
“Kız Kısmı” şiirinde:
bir gün gelir anne olursam eğer, söz aldım kendimden
o cinsiyetçi bayrağı asla kızıma devretmeyeceğimden…
Bütün bu baskılara rağmen, şair kadınların, sosyalist gerçekçilerin “70” Kuşak diye adlandırılan şairlere yapılan saldırılar yüzünden, bu toplumsal yaraya uzak kaldıkları bir gerçektir. 1980 sonrası İkinci Yeni’nin yeniden keşfi, imge/hayal’in gündemin baş sırasına oturtuluşu, şair kadınları toplumsal sorunlardan uzak tutmuştur. Toplumsal sorunlara yönelenlere “Sen şiir yazmıyorsun, bildiri yazıyorsun” diye hücum edenlerin çok olduğu bir toplumda hayat şiire sızmaya devam eder. Kadına yapılan baskılar, şiire yansıyacaktır; fakat, bu yansımanın şiirsel seviyesi doğal olarak tartışma konusudur. Bir kızgınlık ânının düşüncelerini/duygularını yansıtmaktan öteye geçmiyor çoğu şiirler; hatta bunların önemli bir bölümü manzume düzeyinde kalıyor.
Zübeyde Seven Turan “Kadın”da durum tespiti yapıyor:
Suskunluğun mu?
Sabrı çeliğe dönüştüren
Koyversen sessiz çığlıklarını
Çıldırsa yeşil
Pıhtılaşsa törelerden sızan kan
Çayır çimene dolansa sevgin
Uygar dünyanın beş yapraklı düşü!
Yüreği kanayan sabahlarda
Seyrekleşiyor ismin
Ömrü çalınmışların anası ey!..
“Ey” diye seslense de şair, sesini duyuramaz. Kadından ‘sessiz çığlıklarını koyvermesini’ bekliyor Turan, törelerden sızan kanın pıhtılaşmasını istemesi, törelerin acımasızlığına son vermek anlamını içeriyorsa da, mecaz tam istenileni vermiyor. Genelleştirilebilecek doğruları şiirleştirmek, aynı zamanda ayrıntıyı da kaçırmak anlamına gelebilir; çünkü, şiire ayrıntı özgünlük kattığı bilinen gerçek.
Ayten Mutlu da “Bir İsyan Türküsü”nde, bu kez sözü kendisi alır: “ben kadınım”! Mutlu, ‘ben’ zamiriyle bütün kadınların sözcülüğünü üstleniyor. Şiirin adından da anlaşıldığı gibi, bir başkaldırı dillendiriliyor. “gönlünüzce ektiğiniz biçtiğiniz/tarla” dizelerinde Kur’an’ın (Bakara/223): “Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın” ayetine göndermede bulunur. Burada tarla eğretilemesi kadını pasif bir nesne konumuna düşürüyor. Mutlu, bu eril söylemi eleştiriyor; çünkü ‘ektiğiniz biçtiğiniz” sözcüklerindeki iyelik ekleri erkekleri işaret etmektedir.
eksik etek
kiminizin anası
karısı kiminizin
ya da orospunun teki
çağlar boyu diri diri mezara gömdüğünüz
uğruna öldüğünüz
mülkünüz cariyeniz
taşa tuttuğunuz
aldığınız sattığınız
kanatmayı erkeklik saydığınız
kadın
Ayten Mutlu, çok kullanılan ‘eksik etek’i bir kez daha gündeme getiriyor. Bu kullanışın Zehra Bacı’nın “Ya Muhammet bize nâkıs diyorlar;/Nedendir erlerin bu hataları?” yakınmasından farkı, Zehra Bacı mahlasıyla Edip Harabî Baba (1853-1915) tarafından yazılan nefeste[8], peygambere yaptığı şikâyetin, Ayten Mutlu’da bir kadının dilinden topluma yönelik olmasıdır. Zehra Bacı’nın eril dünyaya tepkisi çağının çok çok ilerisindedir.
Sanmayın ki ersiz olmaz dünyayı,
Düşünün bir kere Meryem Ana’yı;
Pedersiz doğurdu koca İsa’yı;
Bacıların yoktur müdaraları.
Ayten Mutlu ‘mülkünüz’ derken burada Devlet’i işin dışında tutuyor; evlilik cüzdanını kastederek kadınların “Benim tapum onda!” dediklerini, bu mülk ettirmede Devletin rolünü hatırlamak bile istemiyor!
Özge Sönmez de “Adem’in Kırdığı”nda benzer bir yaklaşım gösterir. Kadın, ilk günahın, şeytanla işbirliğinin sorumlusudur. Sönmez, çok kullanılan “kaburga kemiği” eğretilemesine başvurur; imgelerle anlatacağına, bildirişim dilini kullanır: “ne söylesen azdır hep, ne yapsan eksik” Kadını karşısına alıp “Dişisin sen” demek, onu etkin kılmıyor; bir tespitte kalıyor dizeler:
dişisin sen!
incir yaprağında gizlidir günahın
iki cihanda
vaat edilmiş verimli toprak
dünyada kadınsın, cennette huri
emerler etini sütünü
doymazlar
alırlar ruhunu özünü
koymazlar
ne söylesen azdır hep, ne yapsan eksik
bin tanrı doğsa,
bin tanrı ölse
bin dilde bin kitap gelse
sen yine şeytanla anılırsın
Tanrı’nın kovduğusun
Adem’in kırdığı…
Kadının durumuna ‘kader’ diye bakıyor, Sönmez: “bin dilde bin kitap gelse” de, kadının kaderinin değişmeyeceğini söyleyerek çaresizliği onaylamakta, eşitlik mücadelesi verenler bu durumda pasif kalmış oluyor!
Aydan Yalçın, “Bu Kadın”da önce bir tespitte bulunuyor:
er yazması eril yasa
estikçe insafsızca evde sokakta
dökülüyor bir bir gülleri fistanların
indikçe yumruklar ayın gözüne
nefesi daralıyor evin, morarıyor bahçe
azalıyor şişesinde yağı lambanın
Yalçın, şiirini imgelerle, mecazlarla kuruyor. Emel İrtem, bir iki mecaza yaslanmış, şiirinin bütünüyle okurun hem aklına hem kalbine sesleniyordu. Yalçın, ise, şiirin olmazsa olmazı mecazlara başvuruyor. Her ne kadar ‘eril yasa’ sözleri bunun erkekler tarafından yazıldığını söylüyor, ‘er yazması’nı gereksiz kılıyorsa da, evin nefesinin daralması eğretilemesi, özgün ve çarpıcı olması şiiri tamamlıyor. Burada ‘ay’ eğretilemesi sıradan da olsa, şairin fistan eğretilemesiyle parçayı söyleyip bütünü kastetmesi çok yerinde olmuştur.
Yalnız yağ-şişe-lamba mecazının, gaz lambasını kullanmak bir yana, onu görmemiş olan yeni kuşaklara bir şey anlatabileceğinden kuşkuluyum! Aydan Yalçın, derdini, bu imgeyle iyi anlatmış, kadına karşı uygulanan şiddet, evin mutluluğunu azaltmakta, ev kararmaktadır; evin aydınlığı kaybolmaktadır! Aydan Yalçın, Sönmez gibi, kadını kaderine mahkûm etmekten yana değil; onun kadınları zulme direnmektedirler:
öfkeyle yırtıyor kadın/suyun kalınlaşan dantelini/kırmak zamanı diyor el ele kafesleri
Burada ‘el ele’ ikilemesi Aydan Yalçın’ın “Tek başına kurtuluş yok” diyen kuşakla bağı olduğunun işaretidir. Bir sivil toplumcu olarak, engelleri, kadına örülen duvarları, kafesleri ancak örgütlü mücadeleyle yenebileceğinin bilincinde olduğunu hissettiriyor.
Aydan Yalçın’ın başarısı, şiirde imgeleri rastlantıya bırakmaması ve imgelerinin dağınık olmamasından kaynaklanıyor; oysa, birçok şairde, imge yaratmak temel güdü olmakta; şair bu imgelerin o şiirdeki işlevini düşünmediğini görüyoruz.
Nalan Çelik, Aydan Yalçın gibi uzaktan yakına geliyor. Yalçın, “O Kadın”da Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçı bir babanın baskısına direnen, bu yüzden acılar içinde kıvranan ve ‘kurtuluşu’ denize yürüyerek intiharda bulan İngrid Jonker’in acısıyla özdeşleştikten sonra, “Bu Kadın”da yakına gelmekteydi. Çelik ise, aynı şiirde Ruanda’dan ülkemize, Ayşe Paşalı’nın katline gelmektedir. 1994’te 800.000 Tutsi’nin katledilmesinin acısını kadın üzerinden işleyen Çelik, ülkemizde büyük yankı uyandıran, boşandığı kocası tarafından tecavüze uğrayan ve yasalarca suç sayılmayan 26 cm.’lik bıçakla Aralık 2010’da on bir yerinden bıçaklanarak öldürülen Ayşe Paşalı’ya gelmektedir.
Kadın şairler arasında güncele en çok yaklaşan Nalan Çelik olmuştur. Paşalı’nın yüzü gözü morarmış fotoğrafının beyinlere işlendiği bir dönemde, Nalan Çelik, şiirini sıcağı sıcağına yazar; ama, güncelin şiirleştirilmesi ile sorunu aştığı söylenemez.[9] Nalan Çelik, cinayet üzerinden toplumun suskun kalışına tepkisini dile getirirken, iletişim dilinden uzağa düşmez:
Silah sayılmayan yirmi altı santimlik bıçakla
can verdiklerinin gözleri önünde can verir
6136 sayılı yasayla
döner bıçağı mı gerekli rahat uyumanız için
Yukarıdaki dizeleri aşağıdaki gazete haberiyle karşılaştırdığımızda Nalan Çelik’in iletişim dilinin tuzağına düştüğünü gösteriyor:
[C]inayette kullanılan 26 santimetre uzunluğundaki bıçakla ilgili kriminal raporunda, “Tetkik için gönderilen ve inceleme konusu bulgular bölümünde özellikleri belirtilen bıçak imal durumu, tip ve niteliği itibariyle 6136 sayılı Yasa’nın 4. maddesinde belirtilen yasak niteliği haiz bıçaklardan değildir”[10]
Nalan Çelik, toplumu bu tip saldırılara karşı ses vermeye çağırır. Aydan Yalçın, kadının kurtuluşunu örgütlü mücadelesinde görüyordu. Çelik ise, kadını ayrı bir ‘kategori’ içinde değerlendirmiyor, bütün topluma sesleniyor:
suskunluk bulaşıcı mıdır/ses/ses/ses/ haykırış oluncaya değin
Çelik, toplumun tepkisizliğine bir kadın/bir anne olarak isyan ediyor.
Nisa Leyla, “Kadın” adlı şiirinde kadın güzellemesi yapıyor; yine ‘kaburga kemiği’ne yaslanıyor; fakat, bu eğretilemeyi reddederken yine onu erkeğe bağımlı kılıyor:
“tanrı kaburga kemiği diyor/gerçekte erkeğin kanadı”!
Kadın, erkeği başarıya götüren kanat olunca, ‘özne’liği, erkeğe bağlanmış oluyor. “Güzelliği ‘on par’etmez’” dizesinde de, Veysel’e göndermede bulunurken, kadınlığın güzelliği erkek sayesindedir, demiş olmakta; ayrıca, Nuh peygambere gönderme yaparken de, kadını erkeğin ardına itmektedir. Nisa Leyla’nın kitabının bütününde kadının direnişine dair bir işaret görülmüyor.
“Tarla-tohum” eğretilemesine en sert tepkiyi “Eyyy Yaralı Kadın!”nda Muazzez Avcı gösterir:
ey yaralı kadın kalk ayağa!
seni öldürecek hançeri at rahminden
büyütme kötülüğün tohumunu
ve sürdürme toprağını bir daha
egemen tohumlarını ekecek zorbana
Avcı, kadını başkaldırıya çağırırken, eril ideolojinin yerleştirdiği değerleri reddetmekte ve erkeği bu yüzden ‘zorba’ ilan etmektedir.
Şiir, toplumsal sorunlardan uzak kalsın, bir kavga aracı olarak kullanılmasın, diyerek topluma sırtını dönen, bireysel acılarını dillendirmekle yetinmek isteyenleri, hayat, ister istemez bir tepkiye, kimi zaman bir isyana itiyor.
Hayat şiire dâhildir; şair hayattan sorumludur.
Kurşun Kalem Dergisi, S. 36, Temmuz- Ağustos 2015, s. 27-28-29-30
[1]William Outhwaite (editör), Modern Toplumsal Düşünce Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul 2008, s. 758
[2]Taraf Gazetesi, 27 Şubat 2015
[3]Taraf Gazetesi 28 Şubat 2015
[4]Taraf Gazetesi 3 Nisan 2015
[5]Bkz. Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İletişim Yayınları, İstanbul, 3. baskı 2014, s. 20
[6] http://sozluk.ihya.org/dini-terimler/haya.html
[7]Burada Nâzım Hikmet’in şu sözüne gönderme var gibi: “Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilinin öyle seviyorum.” (Nâzım Hikmet, Sanat ve Edebiyat Üstüne, haz: Aziz Çalışlar, Evrensel Kültür Kitaplığı, ikinci baskı, İstanbul, s.83
[8]Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı, Alevi Bektaşi Nefesleri, İnkılap Kitabevi, 2. baskı 1992, s. 241
[9]Nâzım Hikmet’in güncelden nasıl kalıcı bir şiir ürettiğini görmek için bkz. Sabit Kemal Bayıldıran, Edebiyatımızda Şiirler Sözlüğü, Yasakmeyve Yayınları, İstanbul 2013, s. 215
[10]http://haber.sol.org.tr/kadinin-gunlugu/ayse-pasalinin-katili-de-namusun-arkasina-sigindi-haberi-39034