Fatma ERYILMAZ
Orhan Kemal’le yürüyoruz. Bu; biraz netameli, yeter derecede can sıkıcı, çoğu zaman da umut kırıcı bir yürüyüş olacak. Sanılanın aksine ciğerlerinize oksijen değil hayal kırıklığı, çaresizlik ve is pas dolabilir. Pamuk tarlasındaki yakıcı güneş, dokuma fabrikasındaki kumaş tozları veya kömür deposundaki kirli sedirler içinize baygınlık verebilir.
Yürüyoruz, okuyoruz. Her adımda, Orhan Kemal’in yaşamı boyunca başka başka sokaklara, hayatlara, insanlara kalemiyle dokunduğunu fark ederek. Yol arkadaşımız Orhan Kemal’se takdir edersiniz ki elimizde kocaman bir ayna var, dilimizde ise perde yok! Aynaya ne yansırsa, kulağa hangi küfür çarparsa öyle, hiç değiştirmeden; fotoğrafını çeker gibi, hiç karışmadan izler gibi bir hayat sahnesini.
Yolumuzun konusu “Grev” kitabı. İlk basımı 1954’te yapılan bu eserin içinde 18 hikâye -bizim tabirimizle 18 durak- var: Grev, Nurettin Şâdân Bey, Dert Dinleme Günü, Telefon, Can Sıkıntısı, Arka Sokak, Süpürgeci, Harika Çocuk, Hamam Anası, Nermin, Balon (Mahalle Kavgası), Abla (Kömürcü), El Kapısı (Pervin), Numaracı, Sıtma (Hacet Kapısı), Doğum, Yandan Çarklı (Kör), Düzeltmen. Everest Yayınları tarafından hazırlanan 8. baskısının kapağında renkli makaraların fotoğrafı var. Usta fotoğrafçı Ara Güler’e ait bu fotoğraf, aslında hikâyelerdeki kötülük ve olumsuzluklara inat, umut veriyor okura.
GREV
Sanayileşme, yeni kurulan devletin üretim süreci, köyden kente göç; uzun vardiyalarda yok pahasına çalışan, çok parası olduğunda ne yapacağını bir kez bile hayal etmemiş, zamanı vardiyaların, hayalleri makinelerin arasına sıkışıp kalmış dokuma işçileri… Pahalı restoranlarda ödedikleri hesapları işçinin yevmiyesinden kapatmaya çalışan yuvarlak göbekli, iri başlı, “bol bol uyumak, canlı kahkahalar salıvermek, çevresini alanlara mükellef ziyafetler çekmek için dünyaya gelmiş gibi” davranan patronlar…
İnsanların yaşam kalitesi arasında ve emek-kazanç dengesinde bu kadar fark olursa bir taraf isyan etmeye başlar. Çalışma dilinde “grev” adı verilen bu isyanın sebebi sermaye sahiplerinin doymak bilmez para iştahıdır. Bu hikâyede grevin öncüsü Sarı Memed, “dirseklerine kadar çemirli zayıf kolları”na rağmen makinelerin ve üretimin hâkimidir. Sarı Memed’ler, bugünlerde, arı kovanı gibi dolup taşan alışveriş merkezlerinde saatlerce ayakta durarak, tuvalete bile sınırlı ve belirli zamanlarda gidebildikleri, en küçük hatalarında “insan(!) kaynakları birimi”ne şikâyet edildikleri bir sarmalın içinde çalışıyor.
Bu hikâye günümüzde sadece üretimde değil insan ilişkilerinde de “grev” yapmanın zorunlu olduğunu düşündürdü bana. Emek-kazanç dengesi bozulunca insan ilişkilerinde bir taraf hep çalışan, üreten, dağılanı toplayan; diğer taraf da aradaki bağın patronu ilan edebiliyor kendini. Grev, ezilenin hakkını almasını sağlayan ve karşı tarafın egosuyla vicdanını hizaya getiren bir sistem. Gerekli!
NURETTİN ŞÂDÂN BEY
Bey ya! Hem de öyle böyle değil. “Fötr şapkası, roye pantolonuyla cezaevinin kapısından bir manken edasıyla giren” Nurettin Şâdân Bey… Suçu hırsızlıık. Yetmiyormuş gibi bir de “Beş bin liraya karısını teslim etmeyecek memur yoktur.” diyerek “Türklüğe hakaret” etmiş. Kibar, kültürlü, ukala, Alman hayranı bu adamla aynı koğuşta yatan köylüler onun “evendilik”inden şikâyetçi. İçlerinden biri “Bizim lafa karnımız tok. Ben bir köylü parçasıyım. Tarla lafnan sürülüp lafnan ekilmeyo!” diyerek bu kibarlık budalası adamla aralarındaki uzaklığı çok net ifade eder. Sıradan ve kültürsüz gördüğü bu köylülerle aynı koğuşta olmamak için kırk takla atan bu adama, savcı haddini bildirir: “Ben tahsilimi Almanya’da yaptım, Hello Cello’yla aynı koğuşta yatamam demişsin. Canın o kadar kıymetliyse suç işleyip hapse girmeseydin! Tutsaydın çeneni! Almanya’da tahsil, Fransa’da tahsil, bilmem ne Allah’ın belasında tahsil… Avrupa’da tahsil, sizin gibilere bunu mu öğretiyor? Memleketinizin insanlarını burunlayın mı diyor?”
Eğitim ve bilgi düzeyi arttıkça insan egosunun zararsız bir düzeyde kalabilmesi zor görünüyor. Nuretttin Şâdân gibi “bey”liği hazmedemeyen tiplerden çokça vardır çevremizde. Kendini anlatırken ilk, etiketlerinden başlayan bu insanların topluma faydalı olabilmesi, kendinden farklı insanlarla kibirsizce iletişime geçip bilgisini görgüsünü paylaşmasına bağlıdır. Ne de olsa meyveli ağaç dalını yere eğer, değil mi!
TELEFON
Arzuhalci İsmail Efendi… Zamanında 93 lira 15 kuruş çaldığı için yedi sene ağır hapse mahkûm olmuş, babasının malını mülkünü çarçur ettiği için memleketten taşınmak zorunda kalmış, kırık camlarını hamur ve gazeteyle yamadığı evinde yaşayan, kızının istediği 10 kuruşu veremediği için sigarasını satmayı düşünen, ağzı iyi laf yapan, kolay yoldan para kazanma hevesinde olan İsmail Efendi… Dükkânına gelen bir köylü, oğlunun askere gideceğini, orada piyade olabilmesi için yapabileceği bir şey olup olmadığını sorunca İsmail Efendi’nin gözleri, avını fark eden bir sırtlan gibi parlar. Hemen telefona sarılıp “hatırlı” dostlarını arar köylü Mevlüt’ün yanında. İsmail Efendi gayet ustaca kurduğu, sahtekârlara has cümlelerle Mevlüt’ü ikna eder. Oğlunun işini yaptığına inandırır onu. Parasını alır. Mevlüt, bir süre sonra dolandırıldığını anlar ve mahkemeye verir İsmail’i. Efendi değildir artık gözünde. Ama unuttuğu bir şey vardır: Bir sahtekârdan daha kötüsü, ağzı iyi laf yapan bir sahtekârdır. İsmail’in mahkemede gösterdiği söz ustalığı ve su üstündeki zeytinyağı baskınlığı Mevlüt’ün tutuklanmasına sebep olur.
Sonuç: Tamahkârla sahtekâr tez buluşur, kötü niyetle başlanan işten iyi sonuç alan hep daha kötü olmayı göze alandır!
CAN SIKINTISI
“Attığım taş, istediğim kuşu vurmadı.” diyen dokuma işçisi Sami… Zamanında mühendis olmak istemiş. Karısı Fethiye ile vapurda tanışmışlar, ikisi de işe giderken. Fethiye tam denize düşüyormuş ki tutmuş çekmiş elinden, bırakmamış bir daha. Şimdi çalışamıyor Fethiye. Altı oğlan çocuğu var. Çok seviyor çocukları, hani durumları iyi olsa daha da çocuk yapabilir. Fethiye, iki ayda bir vapurla Sarıyer’deki teyzesinin yanına gider.
Sami, kitap okuyan bir işçi. Ailesine sadık, onlara sürprizler yapmayı seven bir baba. İşten gelirken balık alıp, karısı teyzesinden dönene kadar pişirip karısını ve çocuklarını sevindirmeyi düşünür o gün de. Bu aile, toplumcu-gerçekçi hikâyelerde geçen tipik dar gelirli, mutsuz, umutsuz ailelerden değil. Çünkü evin erkeği fikirlerini geliştirme çabasından hiç vazgeçmemiş. Akademik olarak okuma ve kariyerli bir iş sahibi olma amacını gerçekleştiremese de kitaplardan uzak kalmamış. Evin kadını ise eşine ve çocuklarına karşı güleç ve sevgi dolu bir kadın.
Bu sevgi dolu ailenin balıklı sofrasında tek can sıkıcı sahne, oğulları Ayhan’ın mühendislik hayalini Sami’nin desteklememesi, oğlunun mühendislik hayali ile kendi okul yılların dönüp canının sıkılması.
Sonuç: Kitap okuyan bir baba her eve lazım. Gerçekleşmeyen hayaller, üstü kapalı yaralar gibi en mutlu zamanlarda, apansız, baba-oğul arasında kanayabilir.
ARKA SOKAK
Mahallede, arka sokakta dört yaşındaki kızıyla kulübeden hallice, farelerin ve böceklerin cirit attığı bir evde yaşayan hamile bir kadın… Kadının kocası olmadığı için de mahallenin kadınları, hakkında binbir senaryo yazar, ahlakını eleştirerek kendi ahlaklarını yükseltme çabasıyla.
Bu mahalledeki kadınlar, kocalarının mesleğiyle anılır: Bakkalın karısı, şoförünki, komisyoncunun karısı… Ebe Hanım’ın yardımıyla doğum gerçekleşir. Bir oğlu olur kocasız kadının. Hikâyeden; kadınların toplumdaki ezilmişliklerinin hıncını en çok kendi cinslerine yönelttiği, kendilerini kocaları ve onların meslekleriyle ifade ettiği, doğum-sezaryen-kürtaj meseleleriyle epeyce cebelleştikleri yansıyor Orhan Kemal’in aynasına.
SÜPÜRGECİ
İstanbul’a altı ay önce gelen, dört aydır da temizlik işçisi olarak çalışan Seyit Çavuş… Sokakları süpürüyor aynamıza doğru. Bir üst sorumlusu Onbaşı Muzaffer Efendi ve Mestan Ağa ile çalgılı akşam oturmalı yaparlar. Arnavut Mestan Ağa, köydeki Topal Kadir’den âlâ bağlama çalar. Seyit Çavuş bu rakılı sazlı ortamda içmez. Günah olduğundan değil, Muzaffer Onbaşı’ya saygısından. Kocabaş’ın Murat da süpürgeci. İşleri bitince kaldırıma oturup gelip geçen kadınlarla ilgili konuşurlar. Bu arada Seyit Çavuş köydeki muhtarın oğlu Zeynel Ağa’ya özenir. Giyimine kuşamına, özellikle de fındık yağıyla bakım yaptığı gür bıyıklarına.
Bizim çavuşlar onbaşılar kadınlardan bahsededursun beygirin biri yola pisler. Seyit Çavuş bu pisliği süpürmeye çalışırken arabasını tamirden yeni çıkaran bir taksici gelir ona çarpar. Hastaneye kaldırılır. Seyit Çavuş’un en güzel yanını burada öğreniriz: Kendi yaralanmasından çok, ona çarpan taksicinin arabasına yeniden masraf edeceğine üzülen, sınırlı bütçeyle yaşamanın zorluklarını bilen Seyit Çavuş… Sadece sokakları değil, insan ruhundaki kötülükleri de süpürmeyi öğrenen bir Seyit Çavuş…
HARİKA ÇOCUK
Orhan Kemal’in ders kitaplarında en çok gördüğümüz hikâyesi “Harika Çocuk”. Ayhan… Adını ta hikâyenin sonunda öğrendiğimiz Ayhan… Çoğu hikâyede olduğu gibi kadınların, çocukların adı pek geçmez hikâye boyunca. Erkekler de çoğunlukla meslekleriyle anılır. İnsanlar toplumdaki statüleri ile adlandırılır toplumcu gerçekçi edebiyatta. Karakterler değil tipler öne çıkarılır: İşçi tipi, hamile kadın tipi, sorumsuz baba-sorumlu çocuk tipi…
Matbaa atölyesinde çalışan on iki yaşındaki Ayhan’ın annesi vefat etmiş, babası başka bir kadına takılmış, boynuna iki kardeşinin sorumluluğu asılmış… Sabah beşte uyanıp kardeşlerini doyuran, bulaşık yıkayan Ayhan’ın ruhu başka diyarlarda aslında: Kaptan olmak istiyor. Robinson’u okumuş. Bütün dünyayı gezmek hevesinde gemisiyle. Hayalleri ve çocukluğu ebeveynlerinin bencilliğine yenik düşen çocukların temsilcisi Ayhan. Tek korkusu boyunun kısa kalması. Misket oy nadığı arkadaşı Ateş Ali de Ayhan gibi çocukluğuna hasret bir çocuk. Bisküvi atölyesinde çalışıyor. Orhan Kemal Ateş Ali’nin ailesinden bahsetmese de ailesinin Ateş Ali’nin yüreğinde yaktığı ateşi görmek zor değil.
HAMAM ANASI
Anlatıcı, cami avlusunda bir dilenci görür: Kara çarşaflı, şişman, tombul yanaklı, kara gözlü… Bu kadın, çocukluğunda hayaliyle korkutulduğu “hamam anası”nı çağrıştırır. Bir yandan da kadının duruşunda; işçi kocası çalışırken Firavunlar tarafından öldürülmüş, Firavunları Hz. İsa’ya, Hz. Muhammet’e ve Fatih Sultan Mehmet’e şikâyet etmiş bir eski zaman kadını dirayeti sezer.
Konusu itibarıyla diğerlerinden farklı bir hikâye bu. Hamam Anası gibi fantastik bir korku kahramanına yer vermesi, bu kadının farklı zamanlarda farklı tarihî ve dinî kişiliklerle buluşması âdeta zaman yolculuğu hissi veriyor okurken. Hepimiz bir dönem böyle hayal ürünü figürlerle korkutulduk. Her an karşımıza bir canavar çıkacakmış gibi, arkamıza bakmaya korkarak yürüdüğümüz çocukluk… Yetişkinlik ise tam tersi, hayallere sığınıp gerçeklerden korktuğumuz dönem!
BALON (MAHALLE KAVGASI)
Kitabın en uzun hikâyesi. Mevzu derin. Tahsildarlık yapan Ali Rıza Efendi’nin üç çocuğu var, karısı dördüncüye hamile, üç tane de kürtaj vakası… Bütün suç, “şey”de, yırtılmasa böyle olmayacak! Eczacı kadının yeğeninin doktor kocasıyla 90 liraya kürtaj için anlaşır. Gazeteci Nusret’in Ali Rıza’ya borcu var ödememek için atlatır çünkü karısı Leman bankadaki işinden atılmıştır. Nusret’in evli yazar arkadaşının genç sevgilisi de hamile. Bankada çalışan filancanın ablası falanca da hamile. Hikâye çarpık ilişkiler ve istenmeyen bebeklerle dolu. Evli erkeklerin genç sevgilileri, evli kadınların görmezden geldikleri koca hataları var. Bu hataları sineye çekmek zorunda kalışlarının hıncını almak için diğer kadınlara kocalarını övmeleri, evliliklerinin “şey”leri yırtacak kadar coşkulu oluşuyla övünmeleri, mahallede kimin ne kadar “coşku” yaşayıp terzinin karısının bunları yaşamadığını söylemeleri var. Bunu duyan terzinin karısının “şey”i elinde buruşturup gece vakti sokağa atması var. Çocukların onu bulup balon gibi şişirmeleri var… Var da var.
Bütün bunların içinde olmayanları daha net gösterir Orhan Kemal’in aynası: Evliliklerde güven yok, ahlak yok, mahallede kişisel hayata saygı yok, meydana getirilecek yeni çocuklara acıma yok, özen yok…
Ali Rıza Efendi, kürtaj olacak kadınların çokluğunu ve yasak ilişkileri çakozlayınca kolay para kazanmanın yolunu bulur. 90 liralık kürtajı 300 liradan satıp üstünü cebe atacaktır. Daha da fenası, kenar semtte poliklinik açtığı için aşağılık kompleksine kapılan doktor, Ali Rıza’ya iş teklif eder. Kendisine ne kadar müşteri bulursa ona o kadar komisyon verecektir. Yazarın genç ve zarif sevgilisi muayene koltuğuna uzandığında doktorun çirkin duygularla ter içinde kalması, Ali Rıza’nın kapı deliğinden kadının vücudunu görmeye çalışması ise toplum ahlakının karanlığını göstermesi bakımından oldukça acıtıcı!
Kısacası bu hikâyede kadınlar gebe, erkekler de birbirine gebe! En masumları ise “şey”i balon sanıp şişiren çocuklar.
DOĞUM
Elli derece sıcağın altında pamuk çapası yapan işçilerden birinin, Ferho Üzeyir’in karısının doğum sancısı tutar. Kadın, çapayı salıverip yere yığılır. Epeyce acı içinde kıvransa da ses çıkaramaz çünkü bir kadının inleme sesini namahremin duyması ayıptır. Sancısı artan kadın dayanamayıp inleyince kocası böğrüne bir tekme atar küfrederek.
Doğumun yakın olduğunu bildiğinden yanına iplik, paslı bir jilet, paçavra bezler, tuz ve kurumuş limon almıştır. Çocuğun göbek bağını kesip, tuzlayıp, gözüne limon damlatmak için. Zar zor ayağa kalkıp hendeğin içine gider. Orada kendi başına doğum yapar fakat kan kokusuna yanına gelen köpekten tedirgin olur. Vakti zamanında Ferice’nin oğlunu hendekte köpeğin biri yemiştir de ondan. Elci, Ferho’yu zorla kadının yanına gönderir. Ferho, hendeğin içinde yarı baygın karısını, yeni doğmuş oğlunu ve kanları yalayan köpeği görür. Köpeği kovar, dört kızdan sonra oğlu oldu diye gururlanır.
Mevsimlik işçilerin hayat koşullarının zorluğu, ailede kadının ezikliği, toplumun en alt sınıfındaki erkeğin bile kendi barakasının kralı olduğu gerçeğini jilet kesiği, kan kokusu, köpek iştahı acımasızlığıyla yüzümüze çarpıyor bu hikâye.
Epeyce yürüdük Grev’in sayfalarında. Aynamız çok kirlendi, islendi paslandı.
18 hikâyede ortak olan noktaları özetlemek gerekirse:
- Çok çocuklu, dar gelirli aileler var, bunlardan çok azı mutlu.
- Hemen hemen her hikâyede ya doğmasına izin verilmeyen ya kötü koşullara gözlerini açan ya da küçük yaşta çalışan çocuklar var. Kitabın çıktığı dönemi göz önüne alırsak çok partili sisteme yeni geçilmiş, çocuk doğsa mı iyi yoksa eskisi mi iyiydi, karmaşasının yaşandığını çok net gösteriyor Orhan Kemal.
- Her hikâyede, kahramanların ağzından hükümetin eğitimden, sağlıktan, fabrikadaki işçiden tarladaki elciden sorumlu olduğu vurgulanıyor. Eski hükümet olsa bunlar olmazdı diyor konuşanlar. Yeni sisteme alışılamamış, gelen gideni aratacak mı kaygısı geçmemiş.
- Orhan Kemal, toplumun karanlık yönlerini anlatmaktan çekinmemiş, küfürden argodan kalemini kaçırmamış, bu yönüyle gelecek eleştirilerden de gocunmayacak kararlılıkta bir üsluba sahip.
- Orhan Kemal, Türk edebiyatında toplumcu-gerçekçi yazarların öncülerindendir evet; ama konuları ele alış karamsarlığına bakılırsa realizmden öteye uzanıp natüralizme bulaşmış, denebilir.
- Hikâyelerde diyalogların doğallığı ve çokluğu dikkat çekiyor. Kişi ve mekân betimlemeleri çok uzun ve sanatlı olmasa da kişileri tanıtmaya yeter düzeyde. Zaten öyle keskin hayat sahneleri var ki betimlemelerin daha detaylı olması olayların okuru acıtma düzeyini arttırabilirdi.
- Orhan Kemal’i okumak 1940’lardan sonraki Türkiye’yi ve Anadolu insanını anlamak için gerekli. Yalın bir edebiyatın varlığına şahit olmak için de gerekli. Karnımız acıktığında her zaman mükellef bir sofra bulamayacağımızı görmek, sofra bezinin kenarındaki kurumuş ekmeği fark etmek için gerekli.
SON BİR SÖZ: Bu kitabı ve toplumcu-gerçekçi eserleri okurken zihnimden hiç gitmeyen bir şiirdi Bertolt Brecht’in “Okuyan Bir İşçinin Soruları”. Okumanızı tavsiye ederim.



4 yorum
emeginize saglık,bu kitaptaki oykulerin çogu yazarın yaşadıgı cibali muhitinde geçiyor.bazı mekanlar duruyor.fakat üstad orhan kemali toplumsal gercekci diye anlatırken.karamsarlıkla esdeger göstermişsiniz.orhan kemal umudun yazarı olmakla birlikte eserlerinde her zaman daha iyi ve güzel günlerin gelecegini bahsetmiştir./kara gün kararıp gitmez:
Teşekkür ederim yorumunuz için. Ben umutsuz bir yazar imâsında bulunmadım. Gösterdiği hayat sahneleri insanın karanlık yönlerine dair. Toplumda olanı göstermiş anlatmış. Her okurun karamsarlık eşiği ve yorumu farklı olabilir. Siz de benim yazımı kendinizce yorumlayıp bu sonuca ulaştınız tahminimce. Olsun… Edebiyat yorumları çoğaltma sanatı bir bakıma 🙂
Emeğine sağlık, kalemine sağlık. Tebrik ederim
Haziran ayında tanıştım yazılarınızla emeğinize sağlık