Burçin LAÇİN ALTAY
Bener, öykülerinde, kendi hayatından olayları, kurgularla harmanlayan bir yapıyla selamlıyor bizleri. Ben diliyle anlatımda içten ve samimi olsa da gizli tuttuğu ayrıntılarla merak unsurunu canlı tutmayı başarıyor.
Okuyucuyu, onun hep yanında olan sırdaşı ya da Tanrı gibi görüp yani her şeyi bildiğini varsayarak hatta bazen iç monolog tarzında anlattığı olayların kurgusunun gerçekliğini düşünmeye ve sorgulamaya yönlendiriyor. Ruh halinden sıkça bahsettiği öykülerde herkesin dıştan fark edilemeyen sadece iç dünyasında yaşanan hatta insanın kendine bile söylemeye çekindiği sırları yüreklilikle dile getiriyor. Salt gerçekliğin edebi yazına dönüştüğü süreçte kurgusal alanlar içsel yolculuk sürecini işaret edebilir. İnsanın köhne, yobaz, bencil, kötücül aslında sadece insan olmanın düsturundan gelen düşünce ve hislerin olağan olabileceğini, kendinden korkanlara bir lütuf gibi armağan ediyor öyküleri… Şöyle ki; öykülerini okudukça bambaşka olaylar yaşanmış olsa da insanın insan olmaktan ileri gelen safça hissettiği ancak olmaması gerektiğine inandığı düşüncelerin aslında normal bir durum olduğunu çok katmanlı anlatımıyla hissettiriyor. Bu yönüyle insan ruhunun psikanaliz boyutunda çözümlemesiyle kaleminden ince bir samimiyet doğurması okuyucunun daha önce hissettiği ancak konumlandıramadığı hisleri anlamaya başlayabilir, iç dünyasının daha iyi tanıyabilir olmasına bir adım niteliğindedir. Öykülerindeki karakterler kitabın içinde geziniyor, öyle zamanlarda karşımıza çıkıyor ki şaşırtıyor. Kara Tren öykü gibi görünse de roman tadı bırakıyor zihinde, otobiyografik tarzda ayrı ayrı zamanlara ait kısa anekdotlarla oluşan öyküler beklenmedik anlara tanık ediyor. İlk bakışta öykülerin birbirleriyle hiçbir bağlantısının olmadığı düşünülse de kitap bittiğinde bütünlüklü bir hayat hikâyesinin en ağrılı, en kanayan, en zor, en kritik zamanlarının kalpte sancılı bir hüzün ve zihinde gezinen birleştirilecek yapboz parçalarını bıraktığını düşünmek mümkün. Karakterlerin hangi zamanda, hangi şehirde olduğunu takip etmek zor olsa da Bener’in unutulmayan korkuları, çalışma hayatı, siyasi-politik durumu, göz altıları, yargılanmaları, evlilikleri, kıskançlıkları, kaybedişleri gibi anlatılan dönüm noktalarının zamanından öykünün serüveni kalın bir kazak gibi örülüyor ve bu kazağın ağırlığı okuyucunun üzerine yaşamına sirayet edercesine oturuyor. Kurmaca ile gerçekliğin birbirlerinin sınırlarını zorladığı kitap bittiğinde zihnin dilinde ömür hüznünün kekre tadını bırakıyor. Kendinin farkında bir yazar olarak kendi kelimeleriyle arka kapak yazısının bir kısmı şöyledir:
“Her şeye karşın, yaşamayı sevmesen de, yaşamaya katlanacağımı sanıyorum. Ölümün birdenbireliğinden korkmadığımı utangaç sesle söyleyebilirim. Sürünmekten korkuyorum, hem de dayanılmaz biçimde. Ortak kanı da bu herhalde. Kiminle konuşsam, ölümün de hayırlısından söz ediyor. Yergiye, komediye yatkındım eskiden. Daha doğrusu kara mizaha. Şimdilerde o türden de sıkılır oldum. Kalemin ister istemez boz, karanlık yollara sapmakta.”
Orhan Koçak da; Başlangıç değil, çoğu belirsiz olan başlangıçlar vardır: Notların başlangıcı, yazımın başlangıcı, anlatıcının yaşamının karanlık bırakılmış başlangıçları… Süren değil, parçaları olan bir yaşam vardır sanki ortada. Ama kendi yaşamını otobiyografi biçimine sahip bir kurmaca olarak mı sunuyordur. Bener, yoksa otobiyografiyi andıran bir kurmaca mı yazıyordur?” diyerek sorgular biçimde dilinin çözümlenmesinin ne denli zor oluğunu ortaya koymaktadır.
Kara mizahın da geniş bir yer kapladığı öykülerde; yakılan kitaplar, çaresizlik, işsizlik, parasızlık gibi sıkıntılar günün koşullarıyla aktarılarak objektif yaklaşımın çizgisinde kendini saklamanın, kendine saklanmanın karanlık yollarını aydınlatan diliyle, otobiyografik anlatımı kurmacayla karıştırılarak yansıtılmıştır. Hiçbir çekincesi olmadan zorlu hayatını ve kötücül sayılabilecek uç düşüncelerini, şeffafça sunan diliyle duyguların tarifsiz serüvenine bir yolculuk; Kara Tren… Edebiyatın ve yaşamın karmaşık labirentinin çıkmaz sokaklarında kaybolmak için boş yücelik anlatısından öykülerinde Kara Tren binip kısa bir gezintiye çıkalım.
TEPEDE
Bu ilk öyküde yükselen, alçalan dengesizlikte yaşama tutunma çağını yaşarken içsel çatışmanın doruğunda bir hesaplaşmayı durum öyküsü olarak durağan bir anlatımla sunuyor. Ancak bu durağanlıkta yaşamın, canlılığın sorgulanmasıyla zihinsel bir depremi yaşatıyor. Burada altı çizilecek bir cümleyi paylaşmak isterim; “Kendi belleğiyle baş başa kalabilme yetimliğine dayanabilecek miyim? Yaşamaya ne denli razı, daha doğrusu hükümlüysem, o denli direnecek zavallı canlılığım. Yaşamayı, yok edebilecek gücüm olsaydı, yok edebilseydim, eşitlenirdik.”
KARA TREN
Bir yolculuk, “Yarın yolcuyum.” diyerek bu yolculuğa giden yolun evrelerindeki sıkıntıları, subaylıktan istifası, hukuk fakültesine kaydına doğru yaşam yolculuğunun yavaşlaması gereken yerleri iyi bilen hızlı bir bilinç akışıyla sürüyor. Subaylığında yaşadığı dayanılmaz koşullardaki Siirt aylarını, öyle ki zihninde yer eden uç derecede yaralayıcı, ölüm korkusunun yayıldığı hastalıkları, parasızlığı, imkânsızlığı hatta mahkûm edilme ihtimalini sahici bir dille ve yolculuğun sonunda feraha ulaşması gibi anlaşılabilecek “Bavulumu indirmeyi düşünürken Hande’yi buldum karşımda.” cümlesiyle bitiyor.
BULUŞMA
“Kucaklaştık.” cümlesiyle başlayan öykü o buluşma anına kadar olan olayları; işi bırakmasını, (Hande) eşinin desteğiyle okumak istediği okula başlanışını, parasızlığı ve birçok zorluğu bilinç akışı tekniğiyle anlatarak düştüğü, düşürdüğü durumlardan ne kadar hoşnutsuz olduğunu da dile getiriyor.
FOTOĞRAF
“Öfkesini fotoğraflardan almış.” cümlesiyle başlayan öyküde ayrılığın sert adımları duyulmaya başlıyor. Bir cümlenin ne çok anlama geldiğini aktaran başarılı diliyle Bener kendisinin en mahrem yaralarını gözler önüne sermekten çekinmiyor. Ayrılıkta eşyaların bölüştürülmesi esnasında en etkilendiği an, elbette ki fotoğrafları olmuş ve kendi cümlesiyle “Olanca hıncıyla bölük pörçük etmiş suratlarımızı. Kinle, dargın, bozgunda ağızlar, delik gözler, çarpık çeneler, yırtık yanaklar boydan boya.” olarak ifade ettiği acı çekmenin yansımasının bu şekilde anlatılması okuyucuda derinden etkileyecek şekildedir.
SÜNNET
Bisiklet hırsızları filmindeki çocukla bağdaştırıyor kendini ve anlatmak istediği öyküde geçen cümlede şöyledir: “Çağrışım, hep köşeye sıkışma yaşadığım, baskıdan kurtulamadığım ortamla bağlantılı olsa gerek.” Babasının ailesinin baskısını geçkin yaşında çözümlemesiyle ortaya çıktığı varsayıyorum bu öykünün ve tabii bir de ölümden dönüm noktasındaki korku ve hayatına sirayet etmesiyle… Sünnet olduğunda kanamadan ölmek üzere olduğunu şu cümlelerin naifliğiyle anlatmıştır: “Kuşkusuz rahat bir ölüme yol aldığımın bilincinde değildim.” Ölümün rahatlatıcı bir son olduğunu vurgulayan yaşamla çatışmasını sorguladığı öyküde kendini hayatın acımasız kollarına öylece bıraktığını son cümledeki diyaloğunda daha iyi anlaşılırdır: “Beni niye bayılttılar?”
YAYLI ÇALGILAR
Ceylan’la düğünlerinde Ceylan’ın çalıp söylediği “Fikrimin ince gülü…” şarkısıyla başlıyor öykü, bu geçmişe yaptığı yolculukta en zor zamanda hatırladığı güzel bir anı yaşatıyor. Oysa Ceylan’ın karnında bebeğiyle hastanede çırpınışları esnasında zihnindeki bulanıklığın tek cümlede anlattığı “Kötü” kelimesiyle yıkıldığı anı resmederken volta atarak beklerkenki yansımasının şarkılarla bağdaştırdığı, sakinliğiyle okuyucuyu nefessiz bırakan bir öykü…
BİR TUTAM SAÇ
“‘Öldü’ dedim ‘Öldü değil mi?’ “ sözcükleriyle ölümün soluk rengini, kendini bu haberle tanımasını, verdiği tepkilerin kabullenebilirliğini fark ettirmeden sorguladığı öyküde acının havada ağır bir gaz gibi nüfus ettiği, zamanın yavaşladığı anlatımda sunuyor öyküyü. Doğmamış oğlunun cesedini görme sahnesinde “Oğlumu yanına uzatmışlar. Kaş kafa alın tıpkı ben. Hınk demiş, burnumdan düşmüş. Kapalı kirpikleri baya uzun. Yaşasaydı rahatça torun sevdirirdi bana. İyi ki yaşamamış o başka.” sözleriyle yansıttığı iç monologda acıyı resmederken yaşamın da gereksizliğini vurgulaması okuyucuyu yine şaşırtıyor.
TORTU
Son öykü. Bu kısacık öykünün son cümlesinde okuyucuya ipucu vererek kitabı kapatınca kalpte ve zihinde bırakacağı tortuyu tanımlamış sanki: “Ben zaten hiç beceremedim, hiçbir şey, iç yangını anılar yaratmaktan başka.”


