“…Bütünlüklü yöntem, kendinden kalkarak kurulur;
kendinden kalkarak kurulmayan,
‘kendi başkasını’, ‘öteki’ olarak kavrar…”
İsmet Yazıcı: Sizinle “3 Küs Kardeş: Felsefe, Bilim ve Din” kitabınızı konuşmak üzere niyet ettim; fakat kitaplarınızdan yalnızca biriyle bile, öyle bir deryanın içine düştüm ki kendimi kaybetmekten korktum… Yürüdüğünüz yol, biriktirdikleriniz, gerçekten hayret ve hayranlık uyandırıcı. Bir biliminsanı olarak çıktığınız yolun üzerine felsefeyi, mitleri, inançları, fikri vs. koyup anlamlandırmaya çalıştığınız dünyanın içinde dolaşırken, sadece bir kitabın içine sıkışamayacağımızı düşündüm. Dolayısıyla bütün bu birikimin ışığında ben de bir sörf yapmaya ve sizin için de önemli olduğunu gördüğüm bazı kavramların dolayımında bu röportajı gerçekleştirmeye karar verdim. Ve sanıyorum cevaplarınızla, insandan hayata – hayattan insana akan bilgiyi doğru okumanın yolunu kavramamız açısından yol açacaksınız. Çünkü bilimi, felsefeyi, kadim metinleri, mitleri birbirinden ayrı okuyamayacağımız, kavrayamayacağımız bir zaman diliminde buluştuk. Belki bütün zamanlar boyu böyle olması gerekiyordu ama şimdiki zamanda bu kavrayış belki de insanın bu yeni sıçrayışında, her zamankinden daha önemli bir hale geldi. Bütünsellikle bakanların dünyaya yeni şeyler söyleyebileceğini, daha da önemlisi var olmuşun kavranması, tespiti; yaşamın ve anlamların içine dâhil edilebilmesi için bunun zaruri olduğunu en azından bazılarımız kavramaya başladık…
Gülgün Türkoğlu Pagy: Teşekkür ederim. Bütünsel bakış; tıpta, felsefede, fizikte, sanatta ve listeleye eklenebilinecek birçok alanda yeni bir çağa doğum yaptıran ebe gibi. Nesillerdir, kartezyen bir bakış açısı ile pozitivist bir eğitim sisteminde eğitim görüyoruz. Parçalayarak, ayırarak anlamaya kodlanmış, bu yönde eğitilmiş olan aklımızla bütünsel olan nasıl kavranılır? Bu ciddi bir sorunsaldır. Yazılarım, kitaplarım bu sorunsaldan nasıl çıkılacağına dair deneyimlerimi, düşüncelerimi anlatıyor.
İsmet Yazıcı: Ezberler, yargılar, parçalanmışlıklar dünyası içinde kaybolduk… Özü kavrayışla değil, görünenin üzerinden ve duygularımız üzerinden, öğrenilmiş algılara göre hayatı kavrayışımız aslında belki de en büyük yoksulluğumuz. “3 Küs Kardeş”in girişinde verdiğiniz ‘buz tutmuş gölün’ çevresindeki insanların, o gölü algılayışıyla ilgi örnek şahane… Müsadenizle verdiğiniz o örneği kitabınızdan özetle aktarmak istiyorum:
“Etrafı dağlar ve ormanlarla çevrili bir göl düşünün. Kış, tüm şiddetiyle gelmiş, göl donmuş. Donan gölün üzerinde kayan insanlar var. Bu kayanlar arasında bir çift olsun, birbirine âşık. Hemen onların yanında, belli ki kaymayı yeni öğrenen bir çocuk. Gölün kenarında, çocuğu kaygıyla takip eden annesi. Gölün öteki tarafında da bir acil durum ekibi olsun, kayarken düşüp bacağını kıran bir adamı sedyeye koyan. Kayanları resmeden bir ressam, durmaksızın kayan bir sporcu da olsun yarışmaya hazırlanan… Verilen örnekler oradaki herkesin ortak noktasının ‘buz’ olduğunu anlamamız için yeterli. İnsanlara şu donan gölle ilgili deneyimlerini sorsak, değişik yanıtlar alırdık. Âşık çift, bunları şiirsel bir tavırla anlatabilir. Bacağını kıran kişi, bu tür yerlerde kaymanın yasaklanması gerektiğini söyleyebilir. Ressam, yalnızca burada yakaladığı sihirli atmosfer için bütün bir yıl beklediğini anlatabilir. Kaygılı anne, buzun kırılma olasılığının onu yiyip bitirdiği, buraya hiç gelmek istemediği duygusuna bizi ortak edebilir. Sporcu ise kalabalıktan şikâyetçi olabilir…”(1)
Gülgün Türkoğlu Pagy: O örnek yaşamın tamamı için geçerli ve çıkmaza düşüldüğünde devreye sokulması gereken bir düşünce biçimi; akla ulaşmanın bir yöntemi. Zira insanoğlu ne akıllı ne de vicdanlı doğan bir varlık. Bu iki yeti inşa edilir; akıl ve vicdan potansiyeli ile doğarız fakat kimimiz bunları inşa etmeden, geliştirmeden ölürüz. Kitabımdaki buz pisti örneği, felsefe ve bilim alanında sıkça değinilen ama kavramakta zorluk çekilen, “olay ile olgu” ayrımı üzerine. En eğitimli kişilerin bile, zihin ile akıl arasındaki bu önemli ayrımı önemsemediğini görüyorum. Bu türden kavramsal ayrımların değersizleştirildiği, felsefenin “boş iş” olarak görüldüğü bir dünyada, toplum nasıl yönetilir ve yönlendirilir? Günümüz insanının aklının ikna olması gerekiyor önce. Çağımız, maneviyatın, derinlikli bir idrak alanında yürüdüğü bir çağ. İsmail Emre’nin dediği gibi “kuyu”dan bizi çıkaracak olan idrak neticesinde varılan anlayıştır. Bütünsel anlayışın bugün terk edilmiş olması, daha önce hiç varolmadığı anlamına gelmiyor. Sorun şu: Eğer akıl ikna olmak istiyorsa (biricik yol ve yöntem bu olmasa da) çağımızın insanı önüne gelen boğucu veri okyanusu ile nasıl boğuşmalıdır? Geçenlerde bir dostumla konuşuyordum, Ortaçağ insanının “dünya görüşü” gibi bir kavramı olmadığını okumuş bir filozoftan. Çok heyecanlanmıştı. Şimdilerde ilkokul çocuğunun bile bir dünya görüşü var oysa. Fakat, bu aynı zamanda büyük bir sorumluluk demek. Akıl bireysel değil toplumsaldır, ya akılsızlık? Giderek globalleştiği görülen bir dünyada, teknolojinin eriştiği dorukta onu kullanan kişinin bireysel sorumluluğu nedir? Tüketmek? Elindeki akıllı telefona indirdiği VPN sayesinde IP adresini gizleyerek kendine çocuk arayan pedofilin ya da köyünde, gecenin bir vakti Facebook üzerinden elalemin karısına, kızına ısrarla sarkıntılık eden sevimsiz amcanın ödeyeceği bedel toplumsal mıdır yoksa bireysel mi?
İsmet Yazıcı: Hâlbuki insandan murad edilen, bütünleşme, yalnızca kendi bireysel hikâyesinde değil, bilgisinde de bir ve tek olduğunu kavrayıp yol bulma hikâyesi idi. Kendi aklı ve kendi gözüyle hayatı kavrayabilme ihtimali idi; tapınakların kapısına, hemen girişe yazılan o yazı boşuna değildi: “Kendini bil! Kendini bul!” Ama putların, ilahlaştırdıklarımızın zindanında hapsolduk. Dolayısıyla da “zanlar dünyası”nda kaybolduk; mutsuz olduk; hatta mutsuzluğumuzun bile farkına varamadan çarkın içinde döner olduk…
Gülgün Türkoğlu Pagy: Simulakr kavramının yeterince anlaşılmadığını, çarpıcı etkisinin dışsal kaldığını düşünüyorum. Mutsuzluk, mertçe yaşanıldığında iki sonuç vardır: Kişi, mutsuzluğunun nedenini bulmakla ilgilenmez ya da ilgilenir ve çözüm arar. İlk durum söz konusu ise kişi mutsuzluğundan hoşnut demektir ki bu durumda mutsuzluk ortadan kalkacaktır. Bu devirde, mutsuz olduğumuzu derin bir idrak ve sarsıcılıkla kavradığımız hâlde “mutluymuş” gibi yapıyoruz. Bu büyük bir sorun. “Müşrik” kendimizden başka kim olabilir? Müşrik demek şizoid bir yarılmanın söz konusu olması demektir. Hep birlikte delirdik ama hâlâ rol peşindeyiz! Deliliğin tadını çıkarsaydık bari… Şaka bir yana, bütünlüklü yöntem, kendinden kalkarak kurulur; kendinden kalkarak kurulmayan, “kendi başkasını”, “öteki” olarak kavrar. Bu derin bir konudur. Hegel, “Tin, dışarıdan beslenmez,” der. Yaşam, yol, bütünsel anlayış… Adı her ne olursa olsun, kendinden kalkarak kurulmuş ve dışlaşmalarında “kendi başkası” dışında bir muhatap bulamamayan bir usul. Hakiki dert tektir. Bu derde düşmüş kişide yalan ve riya olmaz.
İsmet Yazıcı:Kimileri yaşadığımız dünyayı bir matrix olarak tanımlıyor, yaşadığımız gerçekliği bir simülasyon; benzer bir tasvirle sûfiler “yalan dünya” diye bir tabir kullanırlar; dünyayı bir “rüya alemi” olarak görürler; bilince ayılmamış insan için “uykuda” tabiri kullanırlar…
Gülgün Türkoğlu Pagy: O dönemlerde, hakikati idrak etmiş kişiler, hakikatin taşıyıcaları, etrafındakileri uyardırmak için türlü alegorik ve metaforik anlatımla anlatmış, çabalamış. Bu devir, mistifiye edilebilir olanın, tasavvuf ve kuantum anlatımlarının “işe yarayan” kısmının alınarak, duygusal köpürmeler yaşamaya maalesef alet edildiği bir devir. Oysa fizik bilimi bize; bir hologramın içinde yaşıyor olduğumuza dair, nesnel gerçekliğin olmadığına dair, evrenin tek bir bilinç olabileceğine dair çok güçlü kanıtlar sundu. “Üç Küs Kardeş” bu bilimsel paradigma değişimlerini de ele aldığım bir kitap. Yaklaşık 7-8 yıl önce, dünyanın en prestijli bilimsel dergilerinden biri olan Nature Dergisi’nde, bir grup fizikçinin, evrenimizin tamamının dev bir hologram olduğu yönünde bulgulara ulaştıklarını gösteren çalışmaları yayımlandı. Yine 3-4 yıl kadar önce, İngiliz, Kanadalı ve İtalyan biliminsanlarından oluşan bir grubun yine aynı yönde sonuçlara ulaştıklarını gösteren bir başka makale, Physical Review Letters Dergisi’nde yayımlandı. Evrenin bir hologram olabileceği ilk olarak, Stanford Üniversitesi, Teorik Fizik Profesörü Leonard Susskind ve Nobelli Teorik Fizikçi Gerard’t Hooft tarafından ileri sürülmüştür. Bunlar heyecan verici gelişmeler; dinlerin önceden söylediği, bilgilerin dikkatimizi çektiği hakikatler. Ülkemizde “aydın” kesim oldukça önyargılı; özgür düşünce gelişemiyor. Bir kesimin din halini almış kültürünü din olarak kabul etmemek için, onu olumsuzlamak yeterli olmuyor. Olumsuzlamak, “bu böyledir” diyene “hayır, öyle değildir,” demektir. Bu kısır bir tutumdur. Ülkemizde muhalefet de böyle yapılıyor. Oysa bir şeyi eleştirmek onu gerekçeleriyle ele almaktır. Bu bağlamda ülkemizde aktif ateist pek yoktur, belki de bir elin parmaklarını geçmez. Bilim, din ve felsefe bir insanda cem olur; onları anlamak için ve uygulamak için farklı yetiler kullanılır. Beni çarpan iki “din” tanımı olmuştur; feci bir çarpılma ki yaşamımı altüst eden. İlki Whitehead’in tanımıdır: “Din, kişinin yalnız kaldığında kendiyle ne yaptığıdır.” İkincisini aziz dostum Metin Bobaroğlu’ndan duymuştum: “Din kendine söz vermek, dindarlık ise sözünde durmaktır.” Lambadan, aniden cin çıksa ne isteyeceğimiz kadarız sanırım. “Şunu isterdim, bunu isterdim…” Hiçbir zaman kesin olarak bilemeyiz ama ne isteyeceğimizi başka bir alan bakarak bilebiliriz: rüyalarımız. Aristoteles’in söylediği gibi: “İyi insanın rüyaları da iyi olur.” Üstad, “Huy, aniden verilen tepkide ortaya çıkar,” da demişti.
İsmet Yazıcı: Farklı bir bilinç hali olan rüyalar çok önemli; ilham aldığımız alanlar; bilmediğimiz diyârlardan bize haber taşıyan bir ara âlem. Rüyalarda dolaşılan o kapılar açıkçası benim için çok kıymetli…
Gülgün Türkoğlu Pagy: İngilizcede çözümün aniden gelişine “revelation” diyorlar, Türkçe anlamı vahiy. Bilimle vahiyin ne ilgisi var değil mi? Var ama; önyargısız baktığımızda anlayabileceğimiz türden bir ilişki. Duyusal âlem ile akıl âlemi arasında hayal âlemi vardır. Fiili, hayal etmek olarak beliren, muhayyile âleminden inendir bu vahiy denilen. Biliminsanlarının, üzerinde belki de yıllardır çalıştıkları sorunları, uykularında, yürüyüşlerinde, banyoda, derin konsantrasyon anlarında çözmelerinin nedeni budur. Sanatçıların, dindar kişilerin beslendikleri bölgeye onlar da girmiş olurlar böylece. Marie Curie, gün boyunca durmaksızın çalışır, gün içinde uğraştığı soruların yanıtlarına rüyalarında ulaşır ve onları hemen kalkıp not ederdi. Dimitri Mendeleyev, periyodik tablonun mantıksal sıralamasını bir türlü beceremiyordu. Nasıl başardığını anılarını okuyarak öğreniyoruz: Masasında uyuyakaldığı sırada gördüğü bir rüyada. August Kekulé, buz gibi odasında çalışmaktan yorgun düşmüş, ateşe biraz yaklaştığı gibi uyuyakaldığı esnada gördüğü rüya ile yapısını bir türlü çözemediği benzen halkasını bulmuştur. Ne güzel bir rüyadır onunki! “Atomlar,” der “dans ediyorlardı ve kuyruğunu yutan yılan…” Bilim dünyasında böyle çok anı var.
Rüyaların epey bir çeşidi olduğu söyleniyor. Kişisel yaklaşımım; hatırlayabildiğim kadarıyla, gördüğüm her rüyamı çözümlemeye çalışmak. Rüyanın içeriğinden ziyade, bende bıraktığı duygu önemlidir. Bütünsel kavrayışa talip olduysam bunun keyfi bir yanı olmamalı hatta bu talep, keyfiliğin ortadan kaldırılmasının talebidir. O halde 7×24 hâlim nicedir? Uyanık iken, en sevimsiz, baya kötülüğüme çalışan bir insan aklıma geldiğinde ona nasıl muamele ettiğim akşam göreceğim rüyaya rengini salacaktır. Ben buralardayım henüz. İki yıl kadar önce bir kâbus görerek uyandım, bildiğin kalbim küt küt atarken kan ter içinde uyandım. Arka arkaya iki kez birinin gönlünü kırmıştım rüyamda. O kadar! Uyandığımda saliseler içinde büyük bir sevince gark olmuştum. Çok taze bir anımdır. “Derdin bu olsun cancağızım,” demiştim kendime. Bu türden, yaşama dair deneyim, gözlem ve çıkarımlarımı da “Bu Uçurum Kapanır Mı?” adlı kitabımda irdeledim.
İsmet Yazıcı:Belki bu noktada benim için çok heyecan verici alanlardan biri olan “Epigenetik”e girebiliriz. Bilimin bu açılımı, onun idraki gerçekten de insanı kavrayışımızda muhteşem bir açılım; 13. Yüzyıldan bizi seslenen Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin “ayan-ı sabite” kavramına da bir selam olabilir gibi…
Gülgün Türkoğlu Pagy: Evet, genlerimiz dışında da, nesiller arası aktarımın olduğu yönünde bir bilimsel olgu Epigenetik. Yakın zamana kadar, annemiz ve babamızdan gelen kalıtsal özelliklerin, bize yalnızca eşey hücreleri aracılığıyla geçtiği düşünülüyordu. Genetik aktarımın, yumurta ve sperm hücrelerindeki kromozomlara ait bilgiyle sınırlı olduğundan emindik. Artık, kalıtımın daha farklı boyutları olduğunu, DNA’mızla sınırlı olmadığını biliyoruz. Bu bilgi, şu anlama geliyor: Bizi doğrudan etkileyen bir kalıtım mekanizması var ve bu mekanizma, DNA dizisinde hiçbir değişiklik olmasa da iş görüyor. Bunu inceleyen bilim dalına epigenetik deniliyor. Güneşlenen birinin, kararan derisi gelecek kuşaklara aktarılmaz. Parmağı kopan birinin, çocuğunun parmak sayısının tam olacağından kuşkulanmayız. Bunlara, modifikasyon deniliyor. Epigenetik ise genlerin açılıp kapanmaları üzerinde etkili olan süreçlerle ilgili bir konu. Organizma öyle bir etkiye maruz kalıyor ki, normalde kapalı olan bir gen açılabiliyor. Epigenetik, kişilerin psikososyal bir kalıtım alanını paylaştığını ortaya koymuştur. Yaşanan acıların, savaşların, göçlerin gelecek kuşaklar üzerinde yıkım yaratabildiğini artık biliyoruz. Yeni çalışma alanları açılıyor. Örneğin, köleleştirmenin, Afrika kökenli Amerikalılar üzerindeki etkisi inceleniyor. Günümüzde yaşayan torunlarının; intihara eğilim, depresyon, duygu durum bozukluklarına daha açık olmaları olasılığı inceleniyor. Kuantum Dolaşıklık, sibernetik, görelilik, eytişim (diyalektik), tekrar tekrar düşünmemiz gereken konulardan. Platon, bilmenin, anımsama olduğundan söz etmiştir. Bellek konusundaki açıklamaları, günümüzdeki gelişmeleri daha iyi anlamamıza olanak verebilir. İbn-i Arabî de vücûd-mevcûd’dan, farklı beden katmanlarından söz eder. Artık, epigenetik bilgimiz ile onun ne demek istediğini daha kolay anlayabiliriz. Kolektif bilinç açısından özellikle Carl Gustav Jung’un bir zamanlar ileri sürdüğü, fakat burun kıvrılan savların ne kadar yerinde olduğu anlaşıldı. Jung, kolektif bilinçaltımızın, bilinç içeriklerini düzenlediğini açıkça ortaya koymuştur. Ona göre, bireysel bilinçaltı, insanlık tarihinden bağımsız olarak örgütlenemez. Bu Platon’un “idea”, Arabi’nin de “sabit ayn” kavramlarıyla örtüşüyor.
İsmet Yazıcı:Bilimin hızla sıçrayışlarını yaşadığımız yakın günlerde “an–zaman–derh”; “geçmiş-gelecek-şimdi”, kavramları, tekrar tekrar sorgulanacak gibi…
Gülgün Türkoğlu Pagy: Bunu kavramak Einstein’ın Nesnel İlişkinlik Teorisi’ni anlamakla olanaklı. Önümüzde dev bir sorun var: Russell bile bu teoriyi tam olarak kavrayamadığını söylüyor. Bu teoriyi tam olarak anlayan 100 kişinin bile olmadığı söyleniliyor. Ne yapacağız? Samimi bir anlama çabamız olduğu sürrece ne âlâ! Sezgimizde bulduğumuzu bilincimizin önüne koyma, demem o ki bunları yazma zamanındayız sanırım. Kuantum, Sibernetik, Hologram kuramları, temel prensipleri çerçevesinde birlikte ele alınır ve yaklaşım bütünüyle diyalektik bir çabayı içerirse, Nesnel İlişkinlik Kuramı, bize ölüm hakkında da bilgi veriyor diye düşünüyorum. Bunu bir kitap olarak yazmak niyetindeyim fakat sezgimin iznini bekliyorum. Batılı bilim adamları çok yol katetti. Batı tinselliği, mekanistik her türlü düşünceye bayrak açmıştır; klasik fiziğe dayalı bilim anlayışının, indirgemeci bir yaklaşım içinde olması eleştirilir. Modern fiziğin öne çıkan iki alanı olan Görelilik Kuramı ve Kuantum Mekaniği, içinde yaşadığımız alanın, ne derece gerçeklik olarak adlandırılabileceğini sorgulamamıza neden olmuştur. Fiziğin bu iki alanı, gerçekliğin farklı olduğunu, dışarıda nesne olarak konumlanan her şeyin, atom-altı seviyede birbiriyle, bizimle, birbirimizle bağlılık içinde var olduğunu ortaya koymuştur. Atom fiziği, gözlemcinin soyutlanmış olarak gözlemden ayrı bir biçimde var olamadığını da göstermiştir. Gözlemci, bilincin eşlik ettiği her durumda, aynı zamanda gözlenendir ve bu durumda bir katılımcıdır. Bu durumu, ışığın, hem parçacık, hem de dalga olarak, yani iki farklı biçimde davranış özelliğinde olduğunu unutmadan düşünmek gerek. Görelilik kuramı ile de zaman ile uzayın birbirinden bağımsız var olamadıkları gösterildi. Sıkça değindiğim hologram evren konusundaki son bulguları da düşünürsek; bilimin, evrendeki birlik ve bütünlüğü önümüze serdiğini “idrak” ederiz. Ne yazık ki ülkemizde bilimsel çevre henüz Newtonyen bir aşamada.
İsmet Yazıcı:Ben hep “İnsandan umut kesilmez!” derim… Hayrete düşmek de belki bu umudun en önemli tetikleyicisi; çünkü “hayret” bizi belki önce bir şaşkınlığı, sarhoşluğa taşır; ama bir adım ötesinde, o tutkuya kapılmış insan için kendi üzerinde, varlığı üzerinde düşünme başlar ve o özgürleştirici serüvenin nihayeti –bende öyle belki- huzur…
Gülgün Türkoğlu Pagy: Aristoteles, Metafizik’inde, hayrete düşen ve şaşıran birinin, bilgisiz olduğunu kabul ettiği için hayrete düşebildiğinden söz eder. Bu nedenle, mitleri sevenin (philomythos) bir bakıma filozof (philosophos) olduğunu söyler. Ona göre mitler, hayret verici şeylerden oluşmuştur. Bu dev akıl, felsefeci değil filozof diyordu; hani, hikmet (bilgelik) sever anlamında; bilgi seven değil. Antik Yunan’da “Ethos-Pathos-Logos”, “Mythos-Epos-Logos” gibi üçlemeler, içsel bağları göz ardı edilmeksizin birlikte ele alınırdı. İslâm Tasavvufu’nda da, kavramlar birbirleri ile olan dirimli ilişkileri koparılmadan ele alınır. Nedeni bellidir: İnsan, bütünsel bir varlıktır. İsmail Emre, mutmain nefsin artık herkes için olanaklı olduğunu söyler. Bu çok önemli bir ifşadır. Eskiden öyle değildi zira. Lâkin bu, yukarıda değindiğim gibi çok da büyük bir sorumluluk.
İsmet Yazıcı: Hayrete düşenler, hayrete düşürenler bol olsun; “Üç Küs Kardeş’in” küslüğü son bulsun diye diliyorum…
__________________
(1) Üç Küs Kardeş, Gülgün Türkoğlu Pagy, sf:11, Siyah Kitap, (2020)
Dr. Gülgün Türkoğlu Pagy: Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji Bölümü mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman ve yönetici olarak çalışmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanana Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekipte yer almıştır. 2017-2020 yılları arasında Gazete Duvar’da köşe yazarlığı yapan Türkoğlu Pagy, halen çeşitli dergilerde yazmaya devam etmektedir. Siyah Kitap’tan çıkan “Üç Küs Kardeş” ve “Bu Uçurum Kapanır Mı?” adlı kitapların yazarıdır. Evli ve iki çocuk sahibi olan Gülgün Türkoğlu Pagy; felsefe, bilim, sanat ve din üzerine çalışmalarına devam etmektedir.