Çocukluğumda anket defterlerini doldurma gibi bir alışkanlığımız vardı arkadaşlar arasında. Tıpkı hatıra defteri tutma gibi. Bir nevi bu küçük defterler kişisel özelliklerimizin belirgin yanlarını da ön plana çıkarmaya vesile olur, arkadaşlarımız hakkında ipucu edinmemizi sağlardı. Bir gün arkadaşımın anket defterindeki fobiniz nedir? Sorusuna yanıt ararken buldum kendimi. Ve düşündüm bir an… Hindiyle beni bir odaya kapatsalar ya deliririm ya da ölürüm. Evet ölürüm. Kafamda canlanan bu görüntüyle fobiniz nedir, sorusunun yanıtı hindi fantezisiyle süslenmişti birdenbire. Ve hiç unutmuyorum anketi cevapladığım o gece rüyamda bir hindi, evin dört duvar arasında yorgun düşene kadar beni kovalamış ardından da kıstırdığı yerde sabaha kadar gagalamıştı. Uyandığımda sıkışmış ve ne yapacağını bilmez halimi çok net hatırlarım.Bu ruh durumu hayatım boyunca beni etkisi altına almış ve adeta bu didiklenme hissiyle yaşamaya şartlanmış gibiydim. Tâ ki uzun yıllar bununla baş etme yöntemini bulmakla geçirdiğim arayışın içini doldurabilecek olan eylemin, yazmak olduğunu keşfedene kadar…
Yazmak eylemi, düşünce yolculuğumun, sıkışmışlık halimin, beni rahatsız edenin, neyi neden anlamadığımın duygusuyla beni bazen karanlık, bazen ışıklı bazen çıkmaz yollarında gezdirse de bu uzun soluklu yolculuğun macerası ve heyecanı beni iyiden iyiye içine çekmeyi başarmıştı. Peki dilimizin incelikleriyle bezenecek olan serüveni aklımın sınırlarında mı yaşayacaktım? Bu sıkıntılı halimin bilinçdışıyla bir mesaisi olacak mıydı? Bir kitabın çalar saat özelliği gibi yazdıklarımla insanı uyandıran yanına eşlik edebilecek miydim? Hangi duygu ve düşünceyi kendi aynamdan bakarak zihnimden çıkacak bir yolculuğa hazır edebilirdim?
Üstelik her kavramın paketlenmiş güzellikler içinde sunulmuş vitrini varken. Kavramlara yüklenen anlamları gözden geçirerek görünenin ardındaki derinliğe dikkat çekebilecek miydim? Aklımda bu delice soruların yanıtını, yazmaya başladığım günden beri bilmiyorum ama yazan kişi olarak yazmanın hayatımdaki boşlukları tamamlayan en büyük ihtiyacım olduğunu biliyorum. Sanatsal arayışların sonsuzluğu içinde değişip, dönüşerek ve farklı disiplinlerden beslenerek elbette… Peki ne türde yazmalıyım sorusuna vereceğim cevabım ne olabilirdi? Pekâla hikaye, roman, deneme, şiir diyebilirdim. Ancak türe takılmadan asıl olan metindir mantığından yola çıkarak işi akışına bırakmıştım. Önceliğim olan kâğıdın ve kalemin büyüsüyle iç dünyama açılan kapının anahtarı beni bu sonsuzluğa buyur edecek miydi yoksa bir misafir gibi gelen kısa vadeli bir ziyaretin hazin sonuyla ümit kırıcılığını mı yaşatacaktı bana? Böyle bir durumda yine biricik ısrarcılık olduğunu söyleyebilirim. Çünkü yazma konusundaki bitip tükenmeyen isteğin, tarifsiz tutkunun doyuruculuğuyla hemhal olma durumuyla birlikte, kendinin eleştirmeni olmaya başladığın, yazdıklarını ciddi anlamda sorguladığın anda gelişeceğin bir alandır edebiyat. Hızla akan çağa tanıklık ederken insanı yenileyen en önemli damarlardan biridir. Yaşamın beni tahrik eden ya da yaralayan ve tahrip eden anın fotoğrafını çekebilme becerisine sahip miyim? Sorusuyla genişleyen bir koldan beslenerek büyümek isteğidir bu aynı zamanda… İnsanı insan olma vasfına yaklaştıran ve insanlık değerlerine ulaşmanın yollarını gösteren yönüyle de kıymetlidir edebiyat. Kendi sınırlı dünyamın dışında başka sınırsız dünyaların çeşitliliğini bulduğum, yazma hazzıyla yoğrulmuş özgürlük alanları da sunar size. Gözlemlerin, birikimlerin yazılı metne dönüştüğü bu serüvende kurgu, dil, edebi ve estetik kaygı çerçevesinde kurulan yolları öğreten yanıyla varlığını duyumsatır. O nedenle yaşananlardan rahatsız olma durumuyla içimi acıtan, huzursuz eden ne varsa yazıyla giderme, restleşme, meydan okuma halleri, hayata karışarak insanın ruh deryasına girmek, iç yolculukları keşfetmek arzusuydu beni yazmaya yönelten. Ve bir okur olarak beni yetiştirecek olan kitapların peşine düşmek. Okuduğum kitapların tesirinde kalarak özdeşim kurduğum karakterlerle yeni bir hayat arayışında yol alma isteğiydi belki de…
Kendini ifade etme arzusuyla doğan bir eylemi dert edinen anlayışta yaşam biçimine dönüştürmekti amacım. Önemli olan bu hedef doğrultusunda ilerleyebilmek ve gelişebilmekti. Ele alınacak mesele ne olursa olsun sahicilik ve samimiyetti ön planda tutulacak olan. İnsanın düşünme, soru sorma, sorgulama ihtiyacını karşılayacak olanla iş birliği içinde olmaktı.
Peki tüm bu düşünce ve duygular doğrultusunda yaşantımdaki izleri yansıtma çabam, okuduğum kitapların mirasıyla nasıl şekillenecekti? Bütün zaman kalıplarını yıkacak bir kişisel tarihle toplumsal hafızaya ışık tutabilecek miydim?
Hayatımın ölü yanlarını yazdıklarım canlandırabilecek miydi? Arınabilecek miydim yaşamın çirkinliklerini düşünürken yazarak? İyi metinleri okudukça yazma cesaretim kırılıyor gibi gelse de beni yazmaktan alıkoyan tek şeyin güzel örnekler değil, kendi engelim olabileceğini düşünerek yola devam etmeliydim öyle değil mi? Öyle de oldu. Hep yazmaya devam ettim. Elbette her yazdığım okurla buluşacak düzeyde değildi. Hatta ne yazdığımın da bir önemi yoktu. Ne anlatmak istiyorsam onunla empati kurmam ya da anlatmak istediğime yabancı kalarak uzaktan bakmam edebi niteliğe ulaşmamda yol göstericiydi. Şiir diliyle çıktığım yolculuk sırasında çocukların dilinde de yürümek istediğimi fark ettim. İmkânsız gözüken özgürlükler onların dünyasında imkânlı hale gelebiliyordu. Adeta bir nevi hayatı sıfırlayıp, tüm ezberleri bozup yeni düşler yaratmaya olan inancın müjdesini veriyordu bana. Ne kadar çocuk varsa o kadar çocuk evreninde buluşabilmek, bir çocuğun kafasında çizip, geliştirdiği dünya gözünden görebilmeyi hedeflemek hem zor hem cesaret işiydi malum. Ama bende kalan bir çocukluğu koruma arzusunun da tarifi yoktu. Ancak yazdıklarımın çocuk dünyasında bir karşılığı varsa değerinden söz etmek mümkün olacaktı. Etki-algı sarmalında gelişen bir edebiyat işçiliğine soyunmak, çocuk rüzgârının esintisiyle serinlemek, çocuğu toplumun öncüsü olarak görebilmek yazılmış ustaca eserlere, seslere, renklere sahip çıkarak mümkün olabilirdi. Çünkü çocukların kitaplarla kuracağı köprü ne düne ne bugüne ne geleceğe aittir. Onlar hikâyelerle, şiirlerle, romanlarla sağladıkları sınırsız düş güçlerini zamanların ötesine taşıyarak özgün dilleri sonsuza dek yaşatacaktır. Bu inşanın içinde bir kum tanesi olarak sofrada tuzumun olabileceği hayalini kurmak bile onlar için yazmayı denemeye değerdi…