Neslihan Yalman’ın aksisanat için hazırladığı soruşturmada dördüncü bölüm:

Biliyorsunuz ki, cinsellik Türkiye’deki sanat camiası da dahil, her yerde bir tabu ‘-ymuş’ gibi gözüküyor. Kapalı kapılar ardında, masalarda, etkinliklerde, evlerde, odalarda, internet mesailerinde ise bambaşka bir dünya yaşanıyor. Önde savunulanla arkada yaşanılan aynı seyretmiyor. Türkiye’de bir de taciz olayı patlak verdi. Bu duruma ne diyorsunuz? Sanatçının kendine, yaşadığı topluma, dünyaya meydan okuması, yaşamıyla bütünleşik bağlamda sanatına nasıl aksediyor? Türkiye’den bu minvalde sağlam bir sanatsal damar fışkırdığını söyleyebilir miyiz?

Hicran Aslan: Bizde ahlak cinsellikle, kadın bedeniyle ilgili sayıldığı için, dışarıdan düzgün görünmek yetiyor insanlara/sanatçılara. Mesela kimse yazdıklarından sorumlu hissetmiyor kendini. Bir şeyler üretmenin ahlaki sorumlulukları yok. Siyasetçinin yolsuzlukları, doktorun tedaviyi ahlak sorunu görmediği bir ülkede elbette yapılan sanat da ülkenin bir minyatürüne dönüşüyor. Yapılan bütün işleri reddetmek haksızlık olur elbette. Çok çabalayan basit şeyler için bile ciddi mücadeleler verenler var. Benim bakış açım ve pratiğim ya da bulduğum çözüm şu: Sanatçının nerde olmayı istemek gibi, ülkesini, kişisel yaşamını seçmek gibi bir şansı olmadığına göre nerede yer almayacağına, neleri istemediğine yoğunlaşması gerektiğini düşünüyorum. ‘‘İnsanın özgürlüğü istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır.” der Jean Jacques Rousseau.
Yukarıda da değindiğim gibi yurt dışındaki casting’ler gibi kişilerin olması gerekiyor. İyi işler çıkaranları takip edebilecek, destekleyecek kurumlar, kuruluşlar. İyi bir yayınevine görderdiğin dosyaya araya ünlü ve çok satan ilişkileri güçlü birini koymadan dikkat çekmek, bastırmak neredeyse imkânsız. Dolayısıyla rüştünü ispatlamış yazarlara, şairlere, iletişim insanlarına büyük bir güç veriyorsunuz. Onlar da dosyayı görünür kılmak karşılığında bu güçlerini tacize varacak boyutta kullanıyorlar. Yayınevlerinin alt kurulları adamakıllı iş yapsa ya da iyi dergiler vs. bunlar olmaz. Araya kimseyi koymaya gerek kalmaz ve böyle suistimaller de yaşanmaz. Zaten güçlü sanat eserlerinin çıkmamasının nedeni de bu. Çünkü herkes ‘mış’ gibi yaşıyor ama kişisel günlük yaşamında kimin gücü kime yeterse kullanmaktan çekinmiyor. Kendini bir teoriye uyarlamaya çalışıyor. Kişisel pratiklerinden sınanma sonuncu bir şeye ulaşamıyor. Sanatçıdan çok şey beklemek, ondan öğretmen, aydın, sivil toplum kuruluşu temsilcisi ya da parti sözcüsü gibi davranmasını istemek de işin farklı bir ucu tabii ki.

Özkan Mert: Bir önceki yanıtımda ‘sürü’den söz ettim. Tüm dünyada, çok partili düzene geçiş demokrasiye geçiş demektir. Bizde tam tersi oldu, gerçek anlamda bir demokrasiye geçemedik. Geçemediğimiz gibi, bu ülkede askeri ve sivil ‘Karşı Devrim Hareketleri’nin başlangıcı oldu. Köy Enstitüleri’nin, Halkevleri”nin vb. kapatılmasıyla da insanlarımız ‘birey’ olamadılar. ‘Özgür bireyler’ olamadılar. Birey olmak demek; düşünmek, eleştirel olmak demek… Neyi bildiğini bilmeyen insanlar, neyi bilmediklerini de bilemezler. Avrupa ülkelerinin başarısının temel nedeni insanların birey olmayı başarmalarından geçer. Geldiğimiz nokta: Bugün Türkiye’de, en küçük bir demokrasi, hukuk, adalet, insan hakları, eşitlik talebi yok. Cebine girecek 3 kuruştan fazla bir şeyi düşünmeyen, kendini dindar olarak yorumlayan, ama dinini bile tam bilmeyen % 65’in üzerinde kayıp bir kitle var. Bu sosyolojik bir gerçek.
O kitlenin bir köşesinde de suya sabuna dokunmayan, hangi iktidar gelirse ona domalan küçük burjuva şairler, yazarlar ve sanatçılar var. Babalar günü gibi bazı özel günlerde sosyal medyadaki paylaşımlarda herkes babasının ne kadar iyi, ne kadar akıllı, ne kadar sevgi dolu vb. anlatır. O zaman şu soruyu sormak gerekir: Herkesin babası bu kadar muhteşem de, küçük kızlara, oğlan çocuklarına ve kadınlara tecavüz edenler başka gezegenden gelen babalar mı? HERKES KÖRLÜĞÜ SEÇMİŞ. KORKUDAN KİMSE DOĞRUYU VE GERÇEĞİ GÖRMEK İSTEMİYOR. Sizin deyiminizle, bu minvalde bir bok çıkmaz Türkiye’den. Belki birkaç dahi çıkar. Ama bir kaç dahi bir ülkenin sanatını kurtarmaz!

Erkut Tokman: Tabi ki söyleyemeyiz. Ya yaşanan yazılmıyor ya da yazılan yaşanılmıyor, biz buna samimiyetsizlik diyoruz, sözde diyoruz. Bu bağlamda içi boşaltılmış sözcükler, kavramlar, imgeler, dizeler, şiirler ve şairlerle dolu şiirimiz. Şiir yol açmıyor, önde gitmiyor, bir mimesis olarak varolan düzenin devamını imliyor, dogmalaşıyor. Oysa şiir özgürleştiricidir, yıkıcıdır, anarşisttir, yeni olandır, bilinmeyendir.


Yusuf Alper: Haklısınız cinsellik Türkiye’de tabu. Kapalı kapılar ardında neler yapılıyor tahmin edilebilir. Öncelikle taciz vb. gibi eylemler başta geliyor olmalı. Tacize uğrayanlar da erkek egemen bir toplumda yaşadıkları için seslerini çıkaramıyor, olayı ifşa edemiyorlar. Tabii son yıllarda toplumdaki değişimle kadınlar taciz vb. durumlarını daha kolay ifşa etmeye başladılar. Etkinliklerde ne yapılıyor? Bilemiyorum. Bunu yaşayan, bilen kadınların anlatması gerekir. “İnternet mesaisi” derken cinsel içerikli yaşantıları demek istiyorsunuz sanırım. Bu konuda da iki erişkin insan arasında sanal seks vb. ne yapılırsa, karşılıklı onaya dayalıysa sorun değildir ancak erişkin bir erkeğin küçük bir kızı (reşit olmayan) ya da erkeği cinsel yönden rahatsız etmesi, taciz etmesi kabul edilemez. Bu eylemi genelde erkekler yaptığı için böyle diyorum. Erişkin kadının da bir erkek çocuğu, 18 yaşından küçük bir erkeği ya da kızı taciz etmesi (pedofili) kabul edilemez. Görüldüğü gibi söylediklerim sapkınlıkları da içeriyor. Homoseksüel erkek ya da kadın (lezbiyen), biseksüel vb. birçok farklı tacizci olabilir.
Yakın geçmişte Türk Edebiyat dünyasında bir taciz olayı patlak verdi. Öncelikle bu eylemi yapan, iktidar, güç sahibi tanınmış yazarın geçmişte nasıl bir çocukluk yaşadığı, tacize maruz kalıp kalmadığı vb. bilinmeli. Maalesef hastalıklı, zavallı bir durum. Onun bu zavallılığının altında ne var, kökeninde ne yatıyor? Ona bakmak gerekir. Sonra taciz iddiasının kanıtlanması beklenir. Somut kanıt yoksa sorgularla bu sağlanabilir. Son yıllarda “kadın ne derse doğrudur” anlayışının yanlış sonuçlar doğurabileceği de unutulmamalıdır. Edebiyata dair bu taciz olayında, eylemi yapan önce yaptığını kabul etmiş, özür dilemiştir. Sonraki sözleri kaale alınamaz. Ama unutmamak gerekiyor ki tacizle suçlanan edebiyat çevresinden bir kişi intihar etmiştir. Taciz ettiklerine ne düzeyde, ne yapmıştır bilemiyorum ama onun da bu baskı toplumunun, sevgisizliğin, dinsel zorlamaların vb. kurbanı olduğunu kabul etmek durumundayız. Adam kendini en ağır cezayla yargılamış ve öldürmeye karar vermiştir. Ne diye, ne uğruna? Bir avuç sevgi mi, şefkat mi, cinsel haz mı? Amaç ne olursa olsun acıklı bir durumdur. Bu alan maalesef trajiktir. Ne olursa olsun taciz, tecavüz vb. eylemler hukuk kuralları içinde ciddi düzeyde cezalara çarptırılmalı ve cezaların doğru dürüst çekilmesi sağlanmalıdır. Bunun olmaması sapıkları ya da kadın katillerini yüreklendirmektedir. Bu da suç işleme etkisini giderek arttırmaktadır.
***
Türkiye’de soruda bahsettiğiniz bir damar olduğu söylenemez. Edebiyat çerçevesinde birçok güzel şiir, roman vb. vardır. Ama pornografi alanında pek yoktur ve bu toplumda kolay kolay çıkmaz da. Böylesi kitaplar, metinler yayınlandığında toplumun her bireyi kendini bilirkişi yerine koyup karar verir ve cezasını da kendi kesmeye kalkar: Kitabevi yağmalanır, kırılır, dökülür yakılır. Yazar ya da yayıncı linç edilmeye kalkılır. Çünkü hukuk devleti tam anlamıyla işlememekte, ilkel çağlardaki kabile toplumu gibi davranılmakta, cezalandırılmaya kalkılmaktadır. Ama bu büyük bir eksiklik midir? Sanmam. Bulvar gazetelerinde dünyanın hiçbir yerinde olmayan fotoğraflar basılıyor.


