GÖKSU N. ÇAKIR

(Hep Uzak, Erinç Büyükaşık, İmleç Kitap, Ekim 2019, s.109)
Erinç Büyükaşık, on iki öyküden oluşup ikiye ayırdığı Hep Uzak’ın birinci bölümünde yolcu; ikinci bölümünde de kent, yoksulluk, özlem ve aile içi ilişkileri içeren konuları kaleme alır.
Öykülerinde sadece insan yoktur Büyükaşık’ın, duyguların dışa vurumu da vardır. Hayatın sıradanlığında olan gereksiz konuları, cümleleri, olayları ayıklar ve konunun bağ örgüsüne sadık kalarak öyküsünü idealleştirir. Böylece kıyıda köşede yaşayan insanların merkezdeki insanlar gibi aynı şeyleri hissettiklerini, acı çektiklerini ve sevdiklerini okuyucularına sezdirir.
Öte yandan Erinç Büyükaşık, öykülerini yazarken masalsı olmayan bir gerçekçilikle hayatın içine sokulur, gerçekleri bütün çıplaklığı ile tarafsız bir gözlemci kimliğine bürünerek gerçek yaşamda fark ettiğimiz konular öyküde dönüşüme uğrar ve öykünün bedeninde yeniden biçimlenerek okuyucusuyla buluşur. İşte bu, yazarın toplumcu gerçekçiliğinin kahramanların iç dünyasını başarıyla yansıttığına güzel bir örnektir.
Kitabın ilk öyküsü olan‘Mola’da yazar, şehirlerarası otobüs yolculuğuna çıkan öykü kişisinin bilincinden diğer yolcuların bilincine sokulur; onların yüzündeki gizemi çözer ve arkadaşlıklarının, günü bitmiş evliliklerinin, sevgililerinin gizli soruşturmasını yapar.
“Televizyonun kumandası Nezahat’ın elinde. Onunla bütünleşmişti sanki yatana dek. Kuru bir kalabalık etrafında. Yeni yetme bir oğlan bağıra çağıra son moda şarkılardan birini söylüyor. Bilmem kaçıncı defadır aynı gazete haberini okuyor o da. Gözleri ara ara duvardaki boşluğa takılıyor. Karısı televizyondaki oğlanın sesini beğenmiyor, ulu orta herkesi şarkıcı yapıyorlar diyerek ileniyor o sırada…” (s. 17)
Kitaba ismini veren ‘Hep Uzak’ İstanbul’da çalışmak zorunda kalan gariban Ali’nin öyküsüdür. Bilinç akışı tekniğiyle yazılan bu öyküde, yazar efsanelerden yararlanırken anlatıcı ile kahramanın sesini birbirine karıştırır. Bu bağlamda tanrısal yazı anlatıcı içinde bilinç akışını kullanarak günümüz dünyasındaki insanların maskesini indirip kahramanların gerçek yüzünü okuyucuya gösterir. Öykü kahramanı Ali’nin ağzından kızının erkeksi hareketlerini okurken kızı Zehra’nın ikinci anlatıcı olarak devreye girmesiyle olayları bir de onun ağzından dinleriz. Kadınlığı ile gelenekleri arasında debelenen bu genç kızın, kendi olamamış benliğinde anne ve babasının yanlış tutumunu görürüz.

“Geçende mezarlığa yakın çalılıklarda babasının cepkenini üstüne geçirip koca bir şalvarla dolanırken görmüşler kızı. Cigara da içer olmuş. Oğlan olasıymış, köyün delikanlılarından da erkekmiş, öyle dermiş çoluk çocuğa. Çükünüzle mi adam oldunuz diye yürümüş üstüne hepsinin. Evdeki ıslak burunlu kediyi, kümesteki horozu tavuğu da yoldaş edinmiş kendine. Kel kafasıyla dolanıp durur sokaklarda.(s. 45)
Yağma’daysa üçüncü mevkide tren yolculuğu yapan insanların doğal hallerini işler Büyükaşık. Yazar bu öyküsünde konuyu olduğu kadar kurguyu da önemseyerek bin dokuz yüz elli beşte, Beyoğlu’nda, Rum-Ermeni dükkânlarının yağmalanmasının ardından varını yoğunu cüzi paraya satan Nikos’un öyküsünü akıcı bir dille anlatır. Bununla da kalmayıp sevdiklerini, evlerini, çocuklarını, dostlarını, geride bırakan insanların iç ağlayışlarını da dillendirir. Yarı belinden kesilmiş bir ağacı, başka bir toprağa dikerek ‘yeni yurdun burası, burada kök sal’ demeye getirmesi, Nikos’un camdan bakarken geride bıraktığı anılarını, evini, dostlarını, en çok da sevdiği kadın olan Martha’yı düşünmesini doğrular niteliktedir.
“Her şeyi öldüm pahasına sattık, kaçıyoruz işte, dedi içinden. Besbelli emniyet müdürü arkaladı yağmacıları. Alexandros pislik herif, Demokrat Partili mebuslarla öyle sıkı fıkı ki dokunmadılar meyhanesine. Sokaktaki ecnebi diye belledikleri herkesin evine, dükkânını nasıl da talan ettiler o cuma. Martha kaldı şehirde, o ruhu kararmış şehirde. Bir titreme tuttu, tedirginliği arttı onu düşününce.” (s.64)
Yolcu öykülerinden sonra daha çok gözleme dayanan varoş insanın serzenişini izlerken kitabın başındaki öykülerle diğer öykülerin konu bütünlüğü arasında bir denge olduğu görülür. Yazarın ezilen halk ya da varoş sınıfını ele alması önemlidir, onların yaşadıkları çevreyi de merkeze alarak kahramanların duygularına değinir.
‘Bataklık Şehrinden Serzenişler’de ressamın renklerle yaptığını Büyükaşık, sözcüklerle yaparak anlatımı gerçekçi kılar; asıl gerçeği, hakikatten uzaklaştırarak öyküsünü bir ölünün gözüyle yazarak yapar. Dolayısıyla fabrika sahibinin acımasızlığı, düzen bozukluğu, çıkarına dolanan kişilerin halk sağlığını önemsememesi ve halkın olaylara kör bakışını farklı bir açıdan, haksızlığa ve sömürüye başkaldıran maktul muhabirin gözüyle olaya bakarız. Burada kahraman, yaşadığı toplumu temsil ederken açıkça görüldüğü gibi Büyükaşık, ezen-ezilen arasındaki dengesizliği önümüze taşır.
“Cesedimle barışmıştım bir süre sonra. Gövdemin eylemsizliğine şaşırmıyordum artık. Tek sıkıntım kendimi bir leşin içine sıkışıp kalmış hissetmemdi. Ruhum tanığıydı her olan bitenin. Unutkanlık ortaya çıkmasaydı her şeyin bir film şeridi aktığı o ölüm sahnelerinden birini yaşıyor olacaktım.” (s.87)
Nihayet sonuncu öykü olan Kasaba Uykusu’nda, babasının cenazesine giden Murat’ın, kardeşi Faruk’la olan ilişkisini ve aile içindeki çatışmalarını okuruz.
“İçinden babasına rahmetli demeyi gereksiz buldu. Öfkesi yatışmıyordu işte, kadını yıllarca ezerek adam evi cehenneme çevirirken kaderimizde bu varmış der dururdu ya bu oğlan. Meyhaneye yıllar sonra gelmek, kardeşiyle karşılıklı demlenmek iyi gelmişti ona. Faruk’un bakışları imalı. Babam annemin üstüne o gece yürüyüp kadına inme inince bir köşede ağlayıp sızlamıştı sadece.” (s.106)
Özetle Erinç Büyükaşık, öykülerinde bozuk düzen karşısında varoşların psikolojik ve ekonomik olarak nasıl etkilendiğini, öykü kişilerinin iç dünyasına kadar inerek ruhsal bunalımlarını okura anlatabilmek için hayal gücünü başarıyla kullanmıştır, diyebiliriz. İyi okumalar.