1- Bugünün şiirini güncel eğilimler açısından kategorilere ayırmak gerekirse gözlemleriniz doğrultusunda hangi ekollerin daha etkin bir biçimde metinlerde hissedildiğini düşünüyorsunuz?
Günümüz şiirinde disiplinlerarasılık ve metinlerarasılık giderek daha belirgin olmaya başlıyor. Şiirin perspektifini farklı alanlarda genişletmesi yeni söylem tarzlarına da olanak tanıyor. İkinci Yeni şiiri bilerek veya bilmeyerek kısmen de olsa Yapısalcılık etkisi altında gelişim göstermiştir. İkinci Yeni etkisinde kalan sonraki kuşak şairleri ise diğer taraftan belki hiç farkında olmadan Post-Yapısalcılık etkisi altında kaldılar. Derrida’nın doğrusu “Metin-dışı diye bir şey yoktur,” önermesinin Fransızcadan İngilizceye yanlış bir tercüme ile “Metnin dışında bir şey yoktur,” diye aktarılması ile Tarih ister istemez geri plana itildi. Meselâ Homeros’tan Yeats’e kadar Klâsik ve Modern Batı şiirinde büyük bir yer tutan Truva tema’sının Anadolu topraklarında yetişen modern şairlerin epik ve lirik söylemlerine yeni yorumlarla daha fazla konu olması gerektiğini her zaman düşünmüşümdür. Onun yerine çağdaş şairlerimiz ayaklarının altındaki toprakta yatan hazineleri görmezden gelip uzun bir süre nedense “göğe bakmayı” tercih etmişlerdir.
2- Şairlerin temsil ettikleri poetik tutum doğrultusunda bir ayrışma içinde olduğunu düşünüyor musunuz? İsimler üzerinden örnekler vermek ister misiniz?
1980 öncesinde poetik kamplaşmalar daha çok “Sol” ve “Sağ” ayrımı üzerinden şekilleniyordu. Bu monolitik ideolojik yapı Batı dünyasında ellilerden itibaren çözülmeye başladı. Türk şiirinde de ellilerden itibaren yenilik harekelerinin ivme kazandığını gözlemliyoruz. Foucault ve Sartre arasındaki kavga Varoluşçulukla Yapısalcılık arasındaki sınır çizgisinin derinleşmesine yol açtı. Foucault, Sartre ile olan kavgasının bir parçası olarak kaleme aldığı ‘İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi’ alt başlıklı Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında modern poetikayı da kapsayan yeni bir fenomenoloji önermektedir. Karl Marx’ın Das Kapital’deki emek değer teorisi tahlilinin temelinde yatan formlar felsefesi, Husserl’ın fenomenolojisiyle ‘yaşam dünyası’na uygulanır. “Öylesine ki hangi türden olurlarsa olsunlar, bütün kelimeler uyku hâlindeki adlardır: fiiller, sıfat adları olmak fiiline bağlanmışlardır; bağlaçlar ve edatlar artık hareketsiz olan jestlerin adlarıdırlar; ad çekimleri ve fiil çekimleri emilmiş adlardan başka bir şey değillerdir. Kelimeler şimdi açılabilirler ve kendilerine bırakılmış olan bütün adların uçuşunu serbest bırakabilirler.”[1] Foucault’nun bu cümleleri sanki bir şiir manifestosu gibi ifade etmesi, şiirsel söylemle gündelik dilin birbirlerine giderek daha fazla yaklaştığı modernist poetikanın atılım hamlelerini çağrıştırıyor. On dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde Samuel Taylor Coleridge’in icadı ile birlikte poetik literatüre teorik ve pratik anlamda giren ‘Konuşma Şiiri’ ülkemizde Orhan Veli sayesinde ancak yüzyıl sonra Birinci Yeni hareketi olarak bilinen Garip Akımı ile kendine bir yer bulmuştur. Yani bizdeki yenilik, dünyaya göre yüz yıl ‘eski’ bir yeniliktir. Cumhuriyet dönemi şiirimizin önemli referans kaynaklarından biri olan Baudelaire de tıpkı Rimbaud ve Verlaine gibi diğer modernist Fransız şairleri ile beraber entelektüel arka plandan yoksun bir anlayış ve hayranlığa dayalı bir imgeyle karşımıza çıkmaktadır. Sartre’ın Baudelaire (1947) portresi Varoluşçuluk propagandasına dönüşmüş bir kitap olarak okunabilir. Baudelaire bu kitabı okusaydı ne kadar sıkı bir Varoluşçu olduğuna kendisi bile şaşırırdı! Baudelaire gibi Bohem bir şairden zorla bir Varoluşçu çıkarmak Sartre’dan başka kimsenin aklına gelmezdi zaten. Foucault ve Sartre arasında başlayan kavganın tarihsel süreçte Varoluşçulukla Yapısalcılık arasındaki çatışmaya dönüşmesi sırf bu sebeple bile kaçınılmaz görünüyor. Günümüzde her iki akım da etkisini büyük ölçüde yitirmiş durumda. İyi ki diyorum yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşamadım. Yoksa belki ben de Baudelaire’in Varoluşçu olduğuna inanırdım. Shakespeare ne kadar Marksist ise Baudelaire de o kadar Varoluşçudur!
3- Bugünün şiirinde kategori nasıl biçimleniyor? Poetik farklılıklar, siyasal eğilimler, yaş ve kuşak farkları ya da farklı bir kıstasa göre kategoriler bulunduğunu düşünüyor musunuz?
Parçalanan monolitik ideolojik yapı günümüzde poetik fraksiyonlar olarak kendini göstermektedir. Görsel şiir ve deneysel şiir özellikle 2000’li yıllarla birlikte farklı bir kategori hâline gelmiştir. Ahmet Güntan’ın ilk kez Kitap’lık dergisinde Eylül 2005 tarihinden itibaren tefrika edilen ve daha sonra 2011’de kitap olarak yayımlanan Parçalı Ham Manifestosu farklı bir poetikanın modern kategorilerini haber veriyordu. Toplam 12 maddeden oluşan bu manifesto günümüz şiirinin parçalı yapısının temel bileşenlerini içermektedir. 1. Madde’de “Şiiri yaratma, yavaşça ara,” diyor Güntan. Bu ilk madde kendinden sonraki ikinci madde ile doğrudan ilişkilidir: “İçeride değil, dışarıda – somutta.” Yukarıda Foucault bahsinde ifade ettiğim yeni poetik fenomenolojinin sentez şeklinde özümsenmesini görüyoruz. Şiirin dışarıda aranması Husserl’ın yaşam dünyasını da yeniden düşünmemiz neden oluyor. Diğer yandan nesnel bağlılaşımın da önemine vurgu yapıyor. Bu bağlamda George Santayana’nın tarafımdan Türkçeye çevrilen, Şiirden dergisinde tefrika edildikten sonra 2014 yılında kitap olarak yayımlanan “Şiirin Öğeleri ve İşlevi” başlıklı makalesinde fikir olarak ortaya attığı ve onun öğrencisi T. S. Eliot’un geliştirdiği nesnel bağlılaşım teorisinin yirmi birinci yüzyılda yeniden formüle edilmesi gerekmektedir. Parçalı Ham Manifesto’sunun 4. Madde’si Bacon tarzı bir ampirizm üzerine kurulu: “Gözlemlemediğin, dokunmadığın şeyi şiire sokma!” Hızla dijitalleşen dünyada sanal gerçekliğin yeri, Husserl’ın yaşam dünyasına nasıl uyum sağlayacaktır? Bugün dijital hayat, estetik yaşantının ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Teknolojik değişim ve dönüşüm 2000’lerden sonraki zamanı farklı bir hızla tanımlamamızı gerektirmektedir. Yirminci yüzyıldaki bir on yıl ile yirmi birinci yüzyıldaki bir on yıl aynı hızda değildir! Orhan Veli’nin yazılar ve konuşmalar toplamından oluşan kitabının adı ile söyleyecek olursak artık “Şairin İşi” her zamankinden daha zor görünüyor. Manifesto’nun diğer maddeleri birer önerme olarak okunabilir: “Dize kurma!” “Kafiye yapma!” “Söz sanatlarından sakın!” Bu türden bir ihtar, Shakespeare’in Jül Sezar piyesindeki gibi, kâhinin “Mart’ın on beşinden sakın!” sözlerinin Sezar’ın kaderine ne kadar tesir ettiğini hatırlatıyor! Ne tuhaftır ki 2000’li yılların başında cereyan eden manifestolar furyasıyla manifestolar çağının da kapandığına şahit oluyoruz.
4- Genel eğilim neye göre biçimleniyor size göre? Kültürel açıdan oluşan boşluklar ve farklılıkların bu dönem için şiire nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz? Sosyal çevre ve ekonomik göstergeler şiirin biçimlenme sürecinde etkin midir? Bunu şairlerin tercih ettikleri varoluş metotları açısından nasıl ifade etmek istersiniz?
Günümüz şiirindeki genel eğilim dış etkilere açık olduğu kadar iç dinamiklere de bağlı olarak değişiyor. 2000’ler sonrası şiirin farklı mecralarda bazen de birbirinden kopuk bir akış içerisinde olması “merkez” kavramının da ortadan kalktığını gösteriyor. Cemal Süreya bir defasında “Şiirin nabzı küçük dergilerde atar,” demişti. Bugün şiirin nabzının fanzinlerde daha fazla attığını söyleyebiliriz. İnternet ve enformasyon teknolojileri, poetik ekosistemi çok kültürlü bir platforma taşıdı. Birey olarak şairin toplum içindeki konumu giderek daha belirsiz bir hâl almaya başladı. Sosyal çevre ve ekonomik göstergeler de alt kültür bağlamında şiirin şekillenme sürecinde etkin rol oynamaktadır. Deneysel ve görsel şiirin ‘steril’ atmosferinden farklı olarak sokak şiiri, Beat kuşağının yeni versiyonlarını barındıran yeraltı şiiri varoluş sebebi olarak gördüğü tepkiselliği atomize ederek kendini sosyal yapının tüm katmanlarına karşı konumlandırmaktadır.
5- Toplumcu şiirin bugün biçim değiştirerek temsil edilmeye devam ettiği düşüncesinin sizde nasıl bir karşılığı var. Bu konudaki görüşünüzü paylaşır mısınız?
Toplumcu şiir denilince dar bir slogan çerçevesi içerisine sıkıştırılmış bir söylemden bahsetmek konuyu fazlasıyla basitleştirmek olur. Sosyal gerçeğin farklı zamanlardaki muhtelif tezahürleri şiirsel planda geçmişte olduğu üzere bugün ve gelecekte de karşılığını bir şekilde bulacaktır. İnsanın hızla değiştiği bir çağda toplum da aynı hızla değişir. Şiirin bireysel düzlemden toplumsal cepheye ulaşması her devirde farklı bir yol izler. Toplumcu şiirin bugün biçim değiştirerek temsil edilmesinden ziyade birey ve toplum arasındaki gerilimin şiirsel söyleme nasıl yansıdığına bakmak gerekir. Tarihsel süreçte ağırlık noktası değişen toplumcu şiir artık radikal bir toplum eleştirisine yönelmiştir. Bu eleştiri toplumsal mizah anlayışı ile de koşutluk taşır. Güncel bir örnekle konuyu somutlaştırabiliriz. Geçen gün sosyal medyada Uykusuz dergisinin 25 Ocak 2023 tarihinde Çarşamba günü yayımlanan 81 numaralı son sayısının kapağını gördüm. Daha sonra radyoda Vedat Özdemiroğlu’nun Uykusuz dergisinin kapanması ile ilgili açıklamasını dinledim. “Okurlar son sayıya gösterdikleri ilgiyi diğer sayılara da gösterselerdi Uykusuz kapanmazdı,” diyor. 1922-1977 arasında 55 yıl yayımlanan Akbaba dergisinin efsane kadrosundan Aziz Nesin, Sulhi Dölek gibi kalemlerin yanısıra Altan Erbulak, Suavi Süalp gibi ekol isimlerin bir tür sentezi olarak ortaya çıkan ve seksenlerde Gırgır, Fırt ve benzeri dergilerle başlayan yeni dalga mizah furyası doksanlarda Leman dergisi ile zirve yapmıştı. 2000’lerden itibaren internet ve dijital teknoloji yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. 2000’li yılların başında benim de şiirlerimin yayımlandığı Kaçak Yayın dergisi Leman grubunun edebiyat ağırlıklı bir kanadıydı. Vedat Özdemiroğlu’nun mizah içerikli poetik fragmanlarını ilk defa küçük İskender’in Beyoğlu’ndaki Leman Kafe’de düzenlediği şiir akşamlarından birinde dinlemiştim. küçük İskender’in doksanların sonunda yazdığı bir şiirde hatırladığım kadarıyla şöyle bir dize geçiyordu: “Zaptiyeler geldiler ellerinde internet var!” Bugünden bakıldığında o dönemin naifliğini ifade eden bir dize. Tıpkı Attilâ İlhan’ın “Yarı geceden sonra telefon ettin mi hiç?” dizesinin günümüzde kimseye tedirginlik hissi vermiyor oluşu gibi. Gerçekten de gece yarısında gelen telefon artık kimseyi korkutmuyor. Cep telefonları çağında Nâzım’ın “Gece Gelen Telgraf” adlı kitabındaki o meşum hava da dağılmış durumda. Nasıldı ilk dizeleri o şiirin? Bazen kendi kendime mırıldanırım: “Gece gelen telgraf/ Dört heceden ibaretti/ Vefat etti!”
[1] Michael Foucault, Kelimeler ve Şeyler, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 5. Baskı, Temmuz 2015, s. 161.