HİLAL VAROL
1915 yılında, feminist aktivist ve sosyalist Gilman tarafından kaleme alınan “Kadınlar Ülkesi” bir feminist bilimkurgu.
Yazarın, her satırını bir tokat gibi suratımıza çarptığı kitabı, döneminde kaleme alışı takdirle karşılanmalı. Neden mi?
Öyle bir ülkeyle karşı karşıyayız ki gerçek olmayacak kadar güzel. Cennet gibi ; çiçeklerle bezeli, sergi gibi. Bu cennete nasıl mı düştük peki? Vandyck, Jeff ve Terry adlı üç arkadaşın bir keşif gezisi sırasında gezi ekibinden ayrılıp ölümüne merak ettikleri “Kadınlar Ülkesi” ne doğru yola çıkmalarıyla. “Ölümüne” diyorum çünkü bu ülkeye giden hiçbir erkeğin geri dönmeyeceğine dair bir bilgi var ellerinde. Kendileri antropolog, psikolog ve coğrafyacı olan erkek karakterlerimiz büyük bir özgüvenle çıktıkları bu yolculukta kendilerini, yaşamlarını, toplumlarını sorgulayacaklarını çok sonradan fark edecekler.
“Kadınlar Ülkesi” iki bin yıl önce yaşanan bir doğal afetle dışarıyla bağlantısı kesilip erkek nüfusunun tamamını kaybeden kadınların partenogenez denen bakire doğumu ile çoğalmalarıyla ayakta kalmış bir ülke. Kadınlar nüfusun tamamını oluşturuyor ve kurdukları düzende erkeklerin yapabildikleri her şeyi yaptıkları anlatılıyor. Kadınların gençlik ya da güzellikleriyle değil, huzur verici bilgelikleriyle, sakin, ağırbaşlı, korkusuz olmalarıyla ön plana çıktığını görüyoruz. Gilman, kadınların cinsel obje olmadığını ve bunun için var olmadıklarını ispatlama çabasına girmiş.
Kadınların bu ülkede kendi istediklerini istedikleri şekilde yerine getirebildiklerine şahit olurken, erkek karakterlere sordukları sorulara aldıkları yanıtlarla hepimize toplumumuzdaki ataerkilliği sorgulatıyor.
En ilgi çekici kısım, günümüz toplumunda olmazsa olmaz kabul edilen İngilizce ’nin anlaşmalarını sağlayamaması elbette. “Kadınlar Ülkesi” nde kullanılan dili öğrenmek zorunda kalan karakterlerimiz tüm serbestliklerine rağmen ülkeden kaçmaya çalışıyorlar. Ama bu kaçış serüveninin başından sonuna kadar tüm iplerin gerçekten kadınların elinde olduğunu anlamaları uzun sürmüyor. Evet, bu ülkede tüm ipler kadınların elinde. Ancak bu durum sanılanın aksine hepimizin bildiği kadınların organize olamayacağı, her şeyde atışacağı ve kıskanç olacakları öğretisinden uzak birbirlerini kıskanacakları hiçbir şeyleri olmayan kadınların nasıl da şahane bir düzen kurabileceğini gösteriyor okurlara.
Ülkede olumsuz hiçbir olayın yaşanmayışı, yani medeniyetin en üst noktasına ulaşmış olmaları, kadınların yine de başka bir hayatı merak etmesinin önüne geçemiyor. Ancak merakları, çoğu zaman öğrendikleri ile hayal kırıklığına dönüşüyor.
Yerlerinin az olması dolayısıyla ölülerini gömmekten vazgeçip yakmaya başladıklarını söylediklerinde bunu iğrenç bulan erkeklere “Ölülerin çürümesi iğrenç değil mi peki?” diye sormaları ne kadar çok sorgulanacak şey var aslında yaşamımızda, dedirtiyor insana.
Benim açımdan “Kadınlar Ülkesi” nin var olmaması için hiçbir sebep yok. Sadece yazarın hayalindeki ülkenin daha fazla ayrıntısını görmek isterdim satır aralarında. Yoksa elbette tüm boşlukları dolduracak kadar çok hayalim var benim de bir okur olarak. Hoş, yazar kitabın başında “Konu kadınlar oldu mu betimlemeler kifayetsiz kalır, çünkü gerçi benim de betimleme yapmada iyi olduğum söylenemez.” şeklinde yaptığı giriş, benim bu beklentime, dur, demek için yeterli olmalıydı elbette.