Hilal Varol
Hayatımı yazsam roman olur, cümlesine aşina olduğumuza eminim. Hepimiz kalemi elimize alsak vardır birbirimizinkiyle yarışacak iç karartıcı anılarımız.
“Büyük Defter” , ikiz olan Lucas ve Claus’un anneleri tarafından savaştan korunmaları için Büyük Şehir’den Küçük Şehir’e getirilişleriyle başlıyor. Ancak savaşın acımasızlığının yanında anneannenin sevgisizliği daha da iç burkuyor maalesef. Kurulan cümleler, cümlelerin bir çocuğun kaleminden çıktığını gösteriyor. Bu öyle bir çocuk ki; yanında her zaman ikizi olmasına rağmen, yalnızlığı her satırından anlaşılıyor. Hiçbir şeyi yalnız yapmıyor; savaşın getirdiği olumsuzluklarla, anneannesinin sevgisizliğiyle, anne ve babasının yokluğuyla mücadelesinde ikizi ve yazdıkları hep yanında ama bir taraftan değil gibi de. Her satırda “Bir şey eksik.” diyorsunuz okurken. “Bir şeyler eksik ama ne?” diye diye ilerlerken soğukkanlılığın zirvesine ulaştıkları, annelerini ve kız kardeşlerini gömdükleri sahneye bir film sahnesiymiş gibi bakakalıyorsunuz.
Üç kitap boyunca bu acımasızlık ne boyutlara ulaşacak acaba, diye ilerlerken ikizler birbirlerinden ayrılıyor. Hayat, geride kalan Lucas için, giden Claus aslında hiç olmamışçasına akıyor. Gidenden hiçbir haber yok. Bu durum yine “ Gerçekte hiç yok muydu?” dedirtiyor insana.
Kendi çocukluğunu yaşamadan bir çocuğun sığınağı olabilir mi peki insan? Lucas’ın Yasmine ve Mathias’a kol kanat gerişi sanki onun çocukluğunda da tek ihtiyacı olan şeyin bu olduğunu anlatmanın başka bir yolu mu olmuş acaba?
“Yasmine ‘Mutsuz olacak.’
‘Sen de mutsuzsun ama sakat değilsin. Senden ya da herhangi birinden daha mutsuz olmayacak belki.’”
Mutsuzluğun da hayatın bir parçası olduğunu kabulleniş gerçekten çarpıcı. Öyle bir mutsuzluk ki, her kahramanın iliklerine kadar nüfuz etmiş. Tüm mutsuzlukların içinde Mathias’ın sevgisi sarıp sarmalıyor sizi. Ama bu sevginin bir yerlerde bir şekilde acıya doğru evrileceğini sürekli ama sürekli, ama bir şekilde hissediyorsunuz okurken.
“Üçüncü Yalan” la birlikte iki kitaptır okuduğumuz sade, basit dil karmaşıklaşmaya, çocuksu anlatımdan bir yetişkinin kaleminden çıktığı izlenimi uyandırmaya başlar olayların tam aksine.
Claus şehre dönmüştür son kitapta. Claus şehre dönmüştür ama bize anlatılacak yeni şeyler vardır hiç bilmediğimiz, iki kitaptır gerçekliğine tüm kalbimizle inandığımız. Bazen aslında can acıtan gerçeklerden daha da gerçek olan çok daha can acıtıcıları vardır. Bilmeseydim keşke. Bu kadarı da olmaz, dersiniz. Olurmuş.
Savaş bir çocuğun kaleminden anlatılmamalı. Çocuklar “savaş” ı bilmemeli, duymamalı, hissetmemeli, yaşamamalı…Çocuklar, çocuk olmalı.
“Başımıza gelenleri ifade edecek bir kelime bulamadım henüz. Felaket, facia, trajedi diyebilirim, ama buna sadece ‘şey’ diyorum, çünkü bir adı yok.”
‘Şey’ lerin yaşanmadığı bir dünya hayaline özlemle…