Fatma ERYILMAZ
Zorsunuz Üstad Bener! Sizi okumak zor, anlamak zor, hakkınızda yazmak ise katbekat zor. Sizinle bazen ortalama bir okur bazen de bir edebiyat gurmesi olarak söyleşeceğim. Bu söyleşimizin konusu ilk kitabınız “Dost” olacak.
Sizi okurken nereye, ne zaman ve ne kadar yükünü boşaltacağı belli olmayan bir bulutun altında hissettim kendimi. Ne zaman çöküp ne zaman yükseleceğini kestiremediğim bir sisin içinde bir görünüp bir kayboldum. Kısacık iki cümlede doğumun eşiğinden ölümün arka kapısına savruldum. Hikâyelerinizde güneşli cümleler bulmak zor. Karamsar değilsiniz fakat hayata dört elle sarıldığınız da söylenemez. Çok şey anlatasım var ama az konuşacağım, der gibi yazıyorsunuz. Uzun cümlelere tutkun okurlar için üslubunuz ilk bakışta bir hayal kırıklığı olabilecekken “basit”e gizlenmiş “derin”i yakalayanlar için eşsiz bir madensiniz.
1950 sonrası Türk edebiyatının en cesur ve “ayrıksı” hikâyeleri size ait olsa gerek. Cesur fakat iddiasızmışsınız, edebiyat eleştirmenlerinden duyduğumuza göre. Not hesabına girişmeden, çok hırslanmadan okul birincisi olmuş bir öğrenci, gelişine vurmuş bir golcü gibiymişsiniz. Hatta edebiyatı bir “sinameki uğraşı” olarak görmüşsünüz. Bu akademik dedikoduları bir yana bırakırsak şunu çok net söyleyebilirim: Hayat boyu yakamızı bırakmayan ikirciklerin, ikilemlerin, kafa karışıklarının kısa cümlelere ustaca sığdırıldığı; edebi sanat taklalarının atılmadığı, hayatı tepetaklak eden, sarsıcı metinler “Dost”taki hikâyeleriniz.
1950’ler… 2. Dünya Savaşı… Varoluşçuluk felsefesi… İnsanın “Daha ne olsun!” diyesi geliyor. Dünyayı saran bir umutsuzluk ve bunalım ortamı… İnsanın insanı fırınlarda yakabildiği, atom bombalarıyla bilmem kaç yüzyıllık geleceğini gümlettiği bir dönemde yazılan hikâyeler çiçek açmazdı elbet. Hikâyelerinizi saran kasvet bu varoluş sancısıydı değil mi “Dost”um Bener? Herkes gibi kendinizi dünyaya fırlatılmış hissettiniz. İnsanın “bilinç” adlı sayaca hapsolmuş talihsiz bir varlık olduğunu düşündünüz. Dünya bilinmezlerle dolu, hayat anlamsız, insan var olmaya güdümlü, akıl ve iradeye mahkûm tek canlıydı. Kendini var edebilmek için sürekli “ Mavi kabloyu mu kesmeliyim, kırmızıyı mı?” tedirginliğiyle ruhu yorulan insancıklar da nerede patlayacağını bilememekten bitkin düşmüş hâlde.
Belirsizlik… Neyi seçeceğini bilemeyen, bilse de seçimleri içine sinmeyen 20. yüzyılın zavallı insanları derin bir korku içinde Dost’um Bener. Sebepsiz korku ve endişe: ANGST! (Bu terim nedense bana Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken hikâyesindeki “Norgunk!” sözcüğünü çağrıştırıyor.) Psikiyatrist reçetelerindeki adıyla “anksiyete”. Öyle ki bu anksiyete, kendini geliştirmiş aydın kesimi de ele geçirmiş durumda. Kasap Ali’yle dükkânda içerken neden bu kaba saba herifle vakit geçirdiğini sorgulayan, düşününce sıkıntıdan olduğunu bulan Niyazi Bey’e göre kitaplar da bir yere kadar işe yaramaktadır hayatta: “Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar! Ne öğrettiler bana? Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu?”
Varoluşçuluk akımının en belirgin izlerini “Korku” adlı hikâyenizde gördüm. Anlatıcı; kasabadan uzak, mezarlığa yakın bir yerde ev tutar. Ölüler onu yargılamadığı için mezarlıkta içmeyi tercih eder. Arkadaşı Rahmi… Dostoyevski ve Boudelaire okuyan, şiirler yazan, papatya saçlı kıza gönlünü kaptıran romantik âşık. İki genç mezarların tümseğinde içip insanın ölüm karşısındaki aczi üzerine afili cümleler ederler: “Başlangıç belli, son da. Ne diye haykırırız? Nereden geldik, nereye… Ananın karnından çıktın, toprağa gireceksin, basit./ Kişi, Zeus’tan güçlü ama solucandan zayıf. Tek kalmaya yargılı. Mezarlara bile teker teker giriliyor.” Anlatıcı, mezarın tümseği için “ Kadın karnı gibi yumuşak.” benzetmesini yapar. Felsefeye genetik yatkınlığınız göz önüne alınırsa bu benzetmeden “ölüm-karanlık-korku-güvenlik ihtiyacı-anne karnına dönüş isteği-intihar” kavramları arasındaki bağlantıya dikkat çektiğinizi söyleyebilirim. Papatya saçlı kız, aşkına karşılık vermeyince Rahmi, anlatıcıya sorar, o da şaka mı gerçek mi belirsiz fakat Rahmi’nin ciddiye alacağı bir cevap verir: “Ne tavsiye edersin kurtulmak için? / Neden? / Papatyadan. / İntihar et, kolaydır.” Hikâyenin sonunda anlatıcı, arkadaşı Rahmi’nin intihar ederek döndüğü anne karnının tümseğinde içer ve şu cümleyle kendini suçluluk duygusundan korur: “İpi kopan bir balonu kim tutabilir?” Aslında zaman dediğimiz bazen çizgi bazen sarmalda “dönüş” diye bir şey yok gibi. Erich Fromm’un sözüyle: “Anne rahmine dönmek, yaşamdan kopmak demektir.” Rahmi de yaşamdan kopmayı tercih eder. Bence bu hikâyenin bilge kişisi meyhaneci Halis Usta. Gençler içerken “Neden içilir bilir misiniz? Kimi derdini, kimi keyfini bahane eder, laftır o, bakmayın siz. Ben size söyleyeyim mi, korkudan içilir.” demesi, insanın içindeki boşluğu dolduran korkunun yerine içkiyi koyma çabasını çok gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Tokat gibi bir cümle… Meyhane jargonuyla, sade kahve kıvamında… Hani bu sözden önce iki tek atmış da kafanız bulanmış olsa okuyunca ayılırdınız. Belli ki üstadım, nasıl korkulur, nasıl sarhoş olunur, nasıl ayılınır, nasıl ayıltılır iyi biliyorsunuz. Dünyayı fazlasıyla tanıyıp analiz etmişsiniz. Bunda, çocukluğunuzdan itibaren farklı şehirlerde yaşamış olmanızın; askerlik, öğretmenlik, avukatlık gibi farklı meslekler yapmanızın ve kültürlü bir ailenin sanat-edebiyat-felsefe birikimini devralmanızın etkisi büyük olsa gerek. Ayrıca âşık olduğunuz ve evlendiğiniz kadınlar da kültürlü. İlk eşiniz Gazele Hanım’ın Türk sanat müziği ile ilgilenmesi pek çok hikâyenize yansımış sanki. “Dost”ta Kasap Ali’nin karısı Naciye bir şarkı söyler: “Öyle karanlık gece ki ruhum, olmuyor sabah…” Yine “Sarhoşlar” adlı hikâyenizde çiftlik sahibinin gramofonunda hep aynı şarkı çalar: “Sen arzu ettin, bu ayrılık senden eserdir.” Aynı hikâyede hâkimin karısı veremdir ve tedavi gördüğü sanatoryumun karşısında sürekli çalınan şarkı moralini bozar: “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?” Sanki karnında çocuğunuzla ölen ilk eşiniz Gazele Hanım bu metinlerde size ve bize bir göz kırpıp, bir kuple şarkı söyleyip, omzuna şalını atarak zarifçe uzaklaşıyor. Silüet hâlinde… Hikâyelerinizdeki kadınların etkisiz, küçümsenen, edilgen durumda olmasını buna mı bağlamalıyız? Hayatınızdaki ideal güçlü kadını kaybettiğiniz için toplumdaki diğer kadınlar hep bu kalıbın dışında mı kaldı gözünüzde? Sizin kadınları küçümseyen bir bakış açısına sahip olabileceğiniz mantıklı gelmiyor bana. Çünkü babanız, sizin çocukluğunuzda dönemin dergilerine kadın haklarını savunan yazılar göndermiş bir kadın mahlasıyla.
Hikâyelerinizde-Havva hariç- anlatıcılar hep erkek. Bakış açılarındaki “benim ne işim var bu insanların arasında” tavrına bakılırsa aydın kimliğinizin anlatıcılarınıza yansıdığını söyleyebiliriz. Her hikâyede mahallede karşılaşabileceğimiz evli, üç dört çocuğu olan, geçim sıkıntısı çeken, bu sıkıntıdan dolayı kadını ve çocukları “yük” olarak gören, buyurgan, tahammülsüz, kaba saba erkekler var. Kasap Ali “Kadın yüktür, yük. Atmaya bakmalı. / İyisindenmiş seninki. Bizim karı dokuz canlı. Dört tane de piç… İçmezsin de ne halt edersin?” derken Niyazi’nin dükkânda yakaladığı detay eşsiz: “Çengele asılı bir öküz yüreğinden kan damlıyordu.” Sırf bu tespitiniz hatırına bütün kitaplarınız okunur Sevgili Bener! Çok çarpıcı, etkileyici ve hayatın trajedisine ayna…
“Dost” hikâyesinde Kasap Ali, kaba, sallapati, duygusuz bir adam. Niyazi Bey ise kibar, kültürlü ve kadınları daha iyi anladığını düşündürdüğünüz bir karakter. Hikâyenin birkaç yerinde Niyazi, Kasap Ali için “Herifte kalp denen şey yok.” diyerek Ali’yle kendi arasındaki farkı dile getirir. Ali’nin karısı Naciye de kibar erkeğe hasret, günlük sorumluluklarla kısıtlanmış bir hayatın içinden Niyazi’yi can simidi olarak görür. Niyazi bu ilginin farkındadır, bu ilgiden gayet memnundur fakat iç dünyasında “Olmalı mı, olmamalı mı, ama şu an Ali evde yok, ben fırsatçı mıyım…”diye diye cebelleşirken öper kadını. Eşi ölen Niyazi’nin her kadına yöneltilebilecek olan ilgisini yücelten Naciye o gece evlerinde yatılı kalan Niyazi’nin cebine bir mektup bırakır. Mektupta kocasını ve çocuklarını onun için bırakabileceğini söyler. Sabah mutfakta karşılaşırlar. Niyazi bu işin olamayacağını, kendisinin nişanlı, nişanlısının da hamile olduğunu söyleyerek Naciye’nin hayallerini sonlandırır. Niyazi’nin bu tavrı gelenek, aile ve çocuklara etkisi açısından bakılırsa çok doğru aslında. Burada Sayın Bener en rahatsız edici, en can yakıcı cümle şu: “Şu kadınlar kuş beyinli. Zavallı basit kadın, nasıl evlenirim senle!” Hikâyenizde birbirinin zıddı iki erkek ve kocasının kabalığı, evin işleri, dört çocuğun sorumluluğu ve bunlar yetmiyormuş gibi yasak bir aşkın umudu arasında sıkışmış bir kadın var. Bu kadına karşı kocasının her akşam “Yemek hazır mı, çabuk bana kahve yap.” demesiyle onun ilgisine karşılık verip onu öpen güya kültürlü bir adamın “basit kadın” düşüncesi arasında çok fark görünmüyor. Kitaba adını veren bu hikâyede kim dost kim düşman belli değil gibi. Ayrıca hem kelimenin gerçek anlamını hem de bir kadının veya erkeğin yasak birlikteliğini çağrıştıran bir kelime “dost”. Kadın ve erkeğin olaylara, karşı cinse ve duygulara yüklediği anlamın çok farklı olduğunu gösteren güçlü bir metin. Ve en önemlisi bu anlam yükleme işinin meslekle, kültürle ve sosyal çevreyle çok da değişmeyen bir “ezbere durum” olduğu trajedisini gösteren bir metin “Dost”.
Kitabınızda on iki hikâye var: Dost, Istakoz, Havva, Kömür, Dam, Kibrit, Sarhoşlar, Korku, Akraba, Boş Yücelik, Yazgı, Suçüstü. Genelde tek kelimelik isimler… Üslubunuzdaki özlülüğe paralel… Dost ve Korku hikâyelerinizi epey şımarttıktan sonra diğerlerinin de hakkını yememek gerektiğini söylemeliyim. Merak edip okuyacaklara günümüz tabiriyle “spoiler vermemek” için ayrıntıları azaltarak devam edeceğim müsaadenizle:
“Istakoz” da bir kıyı kasabasında gümrük memuru olan Ziya Efendi ile anlatıcı Reşat, Ziya Efendi’nin evinde ıstakoz pişirip yerler. Ziya Efendi; evli, dört çocuklu, tavuk besleyen, memleketten gelen zeytinyağını satarak geçimine katkıda bulunan dar gelirli bir memur. Reşat, ıstakoz pişerken çocukluğunu ve babasını hatırlayan, metinde çok da anlatılmayan yaraları olan biri. Çilingir sofrası, ıstakoz, çocukluk anıları devreye girince Reşat’ın içi dışına çıkar. O gece rüyasında da ıstakoz ona saldırır. Bu hikâyeniz bende “empati” ve “bulantı” sözcüklerini çağrıştırdı. Canlı canlı pişirilen ıstakozla çocukluğunda canlı canlı maruz kaldığı bir şeyleri hatırladı belli ki. İçinin almadığı şeyler belki de…
“Havva” diğerlerinden farklı bir öykünüz. Anlatıcı erkek değil. Bir kız çocuğu. Ailesi Havva adında bir kızı yanaşma olarak almış, kıskanç bir kız çocuğu. Havva’ya sayıp döker: “Saçları keçe gibi/ burnu yamyassı, biçimsiz/ pis, hırsız/ öteyi beriyi karıştırıyor/ miskin, elinden iş çıkmaz/ doymak bilmez, on baş soğanı yer /komşu oğlu Recep’le fingirder/ fesat/ sigara içer…”Ölsün diye dua eder. Annesi hem onu hem Havva’yı döven, tuhaf bir kadın. Ödü kopuyor ondan. Babasıyla annesinin ilişkisi de garip, annesinin ağzına tükürmek gibi anlam vermediği davranışları ve konuşmaları var. Çok korktuğu annesi bazen onun dizlerine yatar ve başını bastırır! Havva sürgün (ishal) olur, halsiz düşer, doktor çağırırlar. Anlatıcı, çocuk masumiyeti işte, bu sefer de ölmesin diye dua eder. Fakat Havva son isteğinin baklava olduğunu söyler ve ölür. Kanımca bu hikâyenizde yetişkinlerin cinsel davranışlarındaki tutarsızlık, aile içi şiddet, anne-kız ilişkisi gibi hassas konularla ilgili üstü kapalı mesajlarınız var. Bir de Havva’nın baklava istemesi çok anlamlı geldi bana. Evde eksik olan şeyi istemiş aslında: Ağız tadı!
“Kömür”de bodrumdan çatı katındaki evine kömür taşıtmak isteyen bir anlatıcı ile bir çocuk hamal arasında “kuşku” kaynaklı diyaloglar var. Hikâye boyunca çocuğun tek endişesi küfenin dibindeki kömürün kendine ait olduğunu ispatlamak. “Bu benim ağabey, bak da sonra kuşkulanma.” Anlatıcı kişi 25 kuruşa anlaşır, kömür taşınınca kıyamaz bir lira verir çocuğa. Anlatıcı aslında merhametli biri ama çocuğa bunu yansıtıp onu alıştırmak istemez. Çocuk kavga ederken burnu kanadığında mendil vermeyi düşünür ve bu sebeple vazgeçer, alışmasın diye. Çünkü toplum kavga eden çocukları ayıracak yerde kavgayı daha da harlayan insanlarla doludur. Bu öykünüz detaylı incelense yazı başlığı olarak “Erken Büyüyen Çocuklar, Geç Olgunlaşan Yetişkinler”i önerirdim Sayın Bener.
“Dam”da kelime oyunu var! Hikâye boyunca “evin en üstü, çatı” anlamı sürerken sonlara doğru “dansta kadın eş” anlamı devreye girer. Anlatıcı Kerim. Evde oturup sokaktan geçenleri izleyen delikanlı. Arkadaşı Naci’yi çağırır, evde otururlarken Kerim’in gözü hep karşı damdaki adamda. Düşecek mi diye. Naci kasabanın yabancısı. Evlenmek ister ama geçim derdinden evlenemez. Kasaba, pazar sessizliği, kapalı kepenkler, boş sokaklar… tarlalara doğru yürüyüp bir ağacın dibine otururlar. Kerim sigara içer, Naci bir çöpü ufak ufak kırmaya başlar. Görüntü tam bir Nuri Bilge Ceylan filmi… Sonra otobüsle Ayvalık’a gidip ucuz, bakımsız, farelerin cirit attığı bir otele yerleşirler. Dışarı çıkıp bir derneğin eğlencesine katılırlar tanımadıkları hâlde. Kerim Naci’ye “Dans edelim, sen kavalye olursun, ben dam.” diye şaka yapar. Fakat daha öncesinde Naci “Can arkadaşsın be Kerim, senlen oturup şöyle uzun uzun konuşmalı.” dediğinde “İşte o zaman hapı yutarsın.” demesi kavalye-dam şakasının gerçek olabilme ihtimalini düşündürdü. Kerim’in iç dünyasındaki karanlık sizi de ürpertti mi Bener?
Bu kitabınızdaki hikâyelerin üslubu, unsurları, anlatım teknikleri ile ilgili genel bir değerlendirme ile -bahsetmediğim hikâyeleri meraklılarına devrederek- devam etmek isterim.
Cümleleriniz kısa. Bazen yüklemsiz. Bazen apansız uzun. Betimlemeyi çok tercih etmemişsiniz. Öyküleme baş tacınız olmuş. Diyalog yazma konusunda sugötürmez bir maharetiniz var. Kahramanların iç dünyalarını anlatırken iç monolog ve bilinç akışı tekniklerini sıkça kullanmışsınız.
Mekânlar… İlçeler, kasabalar, bahçesinde kümes olan derme çatma evler, tavanı akan, camlarındaki kırıklar gazeteyle kapatılmış, bahçelerinde çilingir sofraları kurulmuş, odalarına kusulmuş evler… İçlerinde en mamuru “Sarhoşlar”daki çiftlik eviydi: Duvarlarında Atatürk ve Keriman Halis’in resimleri asılı olan, masasında envai çeşit çerez ve içki bulunan, sahibi gece yürüyüşünden dönen, gramofonunda Türk sanat müziği çalan çiftlik evi… Sokaklarsa genelde bakkalın, kasabın, ayakkabı tamircisinin taburelerini koyup gelen geçeni seyrettiği küçük yerlerin en sosyal mekânı.
Hikâye kişileriniz genelde taşra kültürünü, kasabaların durgun havasını soluyan, imkânları ve neşesi kısıtlı kişiler. İçlerinde bir parça iyilik olsa da bunu toplumun vahşi arazisindeki kötülükle dengelemeye çalışırken bitkin düşen, bu bitkinliği içkiyle uyuşukluğa dönüştüren yorgun, umutsuz, kafası bozuk kişiler. Çalışıp didinip bir şeyleri yoluna koyamayanlar. Kayayı güç bela yukarı çıkarsalar bile hemen ellerinden kaçırıp yokuştan aşağı yuvarlanmasını seyredenler: Sisifos gibi! Belki de hepimiz gibi.




5 yorum
Fatma,
bu makaleni, bir öncekini veya bir sonrakini … hepsini çok uzun zaman biriktirip işleyip çok kıvrak ve zekice kullandığın “dil süzgeci”nden geçirerek yazdığını bildiğimden tüm yazılarını heyecanla bekleyen bir arkadaşın olarak böyle bir yorum yazmak benim için çok önemli.. özellikle bu makalen tam da okumaktan çok zevk aldığım bir edebi eser incelemesi olmuş, çok samimi bir tarz ama derin bir inceleme.. umarım daha birçok makaleni keyifle okuyabilirim..
Dostlukla dolu gunlere…
Kalemin daim olsun Fatma Hocam
Alin’cim, senin gibi seçici bir okurdan bunları duymak çok kıymetli, çok teşekkür ederim.😌
Derya Hocam, sayenizde böyle güzel bir grubun içinde yer aldım, Zeytin Akademi olarak uzun soluklu işlere imza atmak dileğiyle. 😌
Başarıların daim olsun inşallah ablacım sevgiler❤
Emel ❤️❤️❤️