Fatma ERYILMAZ

Sevgili Tanpınar, geçenlerde sizi rüyamda gördüm. İlk kez.  Sabah da bu rüyayı “Bu Akşam Rüyamda Leyla’yı Gördüm” şiirinizin hatırına gördüm herhâlde diye düşündüm. Şiiriniz de bestesi de ayrı bir yazının konusu olacak kadar muhteşem olduğu için şimdilik sadece adını anacağım benzersiz dizelerinizin. Evet, sizi gördüm: Uzun paltonuz, elinizde fotoğraf makineniz ile -kitap kapaklarınızdaki meşhur fotoğrafınızdaki hâlinizle- capcanlı karşımda duruyordunuz. Sanki şaşkınlığımın ve eserlerinize hayranlığımın fotoğrafını çekmek ister gibiydiniz.  Aslında yaşamıyor olduğunuzu, bunun bir rüya olduğunu bildiğim hâlde kanlı canlı karşımda oluşunuzun da tadını çıkararak baktım size. Rüya işte, kısa sürer. Ben o kısacık anda hem size baktım derin derin hem de “Bak unutma sakın, rüyanda Tanpınar’ı gördün!” diye diye uyandım. İçteki rüya bitmiş dıştaki rüyanın içine uyanmıştım bu sefer. Sabah olmuş, uyanmışım gibi… Rüyanda onu gördün, palto, fotoğraf makinesi, gülüş; şaşkınlığına bakışı, bir şey söyleme çabanı sessizliğin yenmesi…

Ve sonunda gerçekten uyandım. Unutmamayı başardığım kısacık bir an. Benim için çok önemli ve anlamlıydı bu rüya. Rüyalarımı önemserim. Siz de çok önemsemişsiniz bu kavramı. Öyle önemsemişsiniz ki şiirde, romanda, dilde, teknik ayrıntılarda hep bir rüya hâli oluşturmak istemişsiniz. Paul Valery’nin “Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami derecede uyanık olmalıdır.” sözünü kılavuz edinmişsiniz yazı yolculuğunuzda. Buradaki “uyanık” sözcüğü benim için “irade sahibi” kişi anlamındadır. Siz, yazarak göstermişsiniz bu iradeyi.

Keşke aynı dönemde yaşasaydık Cânım Tanpınar! Çocukluğumdan beri hayalimdir: Yanımda yöremde her gün karşılaştığım, gördüğüm, akşamları bize oturmaya gelen, birlikte çay içtiğimiz insanların sanatçılar olması. İlkokuldayken İlhan İrem’le başladı bu hevesim. İlhan İrem’in sokağında oturanlar ne kadar şanslı diye düşünürdüm küçücük aklımla. Lise yıllarımda sizi ekledim bu listeye. İnsana “Zaman Kırıntıları” diyen bir şiirle büyülenmiştim tam anlamıyla! Şiir mi, fizik mi, din mi, felsefe mi, nasıl bir “terkip”ti bu sözler? Kelimeler kara deliklerden geçmişçesine tecrübeli ve acizdi bu şiirde. Ben ve içinde büyüdüğüm bilgi-sanat yoksunu zavallı milletimiz bu şiirin zevkine gerçekten varabilecek düzeye ne zaman ulaşacaktık?

Bizim edebiyat eserlerimizde detay az, olay ve hareket çok idi. Destanlarda, masallarda, halk hikâyelerinde belli anlatım kalıpları içine sonunu tahmin ettiğimiz, kahramanlarını ya göklere çıkardığımız ya da yerin dibine batırdığımız metinlerimiz vardı.  Haksızlık etmeyelim bu metinlerin içinde dikkatli okuyanlar için çok derin mesajlar var. Ama biz dörtnala okuyoruz. İradesiz okuyoruz yani. (Çünkü hâlâ romantik dönemi atlatamadık.) Dikkatli okusaydık Göktürk Kitabeleri’nde Bilge Kağan’ın kardeşi Kül Tigin öldüğünde “Zamanı Tanrı yaşar, kişioğlu hep ölmek için türemiş.” sözü ömür ağacımızın kökü olurdu. (Bu sözü daha sonra tekrar irdeleyeceğim.) Edebiyat türleri, gelişimini Tanzimat’tan itibaren dünya edebiyatlarıyla paralel, realizm ve diğer akımların etkisinde sürdürse de biz, millet olarak bu çizginin hep gerisinde kalıyoruz. Roman gibi uzun, detaylı, insanı ve onunla ilgili her şeyi kara tahta olmadan, parmak sallamadan sezdirerek öğreten bir türü elimizin tersiyle itiyoruz. Ne gerek var, okuyup âlim mi olacağız diye böbürleniyoruz nice âlimlerden devraldığımız topraklarda. Biz destan, halk hikâyesi çağlarından aydınlarımızla roman çağına, halkımızla televizyon çağına geçtik üstadım! Asıl meselemiz bu! Ne de olsa zihinsel ve bilişsel irademizi en az kullandığımız yerler ekranlar.

 Hani meşhur romanınızda Hayri İrdal’ın ustası Muvakkit Nuri Efendi diyor ya: “Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır.” İşte hayat ve hayatın anlamı o saniyede gizli, evrenin özünün atomda saklı oluşu gibi. Zaman ve evren Allah’ın şiiridir, romanıdır, resmidir; matematiğidir, fiziğidir, geometrisidir. Sanattan ve bilimden uzaklaşmak, onları gereksiz görmek yaşam amacımız ve kaynağımızdan uzaklaştırır bizi. “Saniye”yi önemseyen yanımız irademizdir işte. Bu romanın içinde olsam Muvakkit Nuri Efendi’nin dizinin dibinden ayrılmazdım. Onun saatle insanı bir tutuşu, bozulmuş bir saate bir yaralıyı tedavi eder gibi merhamet edişi, ayarsız saatlere öfkesi…  Ona göre ayarsız saat;  insanın vaktini heba eden, onu Hak yolundan ayıran “şeytan”ın ta kendisiydi. Nuri Efendi’ye insanın içindeki saatin kalp olduğunu söyleyebilmeyi çok isterdim. Tık tık, tık tık, tık tık… Vücudun işleyişini düzenleyen, beden dediğimiz duygulu makineyi hayata bağlayan zemberek… İnsanın ayarı… Kalbi bozuksa insanın… İşte o zaman Nuri Efendinin dediği şeytana esir olması işten değil!

Saatleri Ayarlama Enstitüsü… Bana sorarsanız bu enstitünün kuruluş amacı muazzam bir fikir. Ülkedeki bütün saatlerin aynı dakika, aynı saniye hatta aynı saliseyi göstermesi… İşlerin ve insanların bu hassas ayar üzerinde saat gibi işlemesi. Romanda bahsettiğiniz üzere önemli insanların cenazesine geç kalınmasının önüne geçileceği gibi her işin her hareketin vaktinde yerine getirilmesi sağlanabilirdi. O zaman, adını idealleştirerek “vatan, millet” koyduğumuz insan kalabalığı; notalara tam zamanında basan, her vuruşun uzunluğunu hesaplayan ve ortaya kusursuz bir eser çıkaran kocaman bir orkestraya dönüşürdü. Orkestra şefi saat olan bir memlekette de kimsenin ben’i kimseye hükmetmezdi. Bilge Kağan’ın sözüyle “Zamanı Tanrı yaşıyorsa ve biz ölmek için yaratılmış”sak, Kafka’nın vazgeçişiyle “Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değil”se konu dönüp dolaşıp Freud’a gelmiyor mu? Yani insanın en büyük savaşı “ego”su ile değil mi? Kendine biçilen ortalama bir ömrün çoğunu ya halk tabiriyle “uçkur sevdası” dediğimiz “id”in ya “mahalle baskısı” dediğimiz “süper ego”nun boyunduruğunu tercih ederek geçiriyor. Ortalama bir benlik algısı oluşturabilmek için bu iki canavarla savaşması gerekiyor. İd ve süper egoya yenilen bizim gibi toplumlar ise ya tembellik ederek zamanı israf ediyor ya da zamana hükmedebileceği yanılgısıyla masal kahramanlarına özeniyor. Enstitü’de çalışan(!) herkesin – başta Hayri İrdal olmak üzere- gayrımeşru aşklarının olması bu kurumu “id”in yönettiğini göstermiyor mu?

Hayri İrdal… Önemli bir kesiti toplumun.  Romanı onun ağzından anlatmanızın sebebi bu olsa gerek. “Büyük Ümitler” başlıklı ilk bölümde ilk cümlelerde Hayri İrdal’ın okumaktan ve yazmaktan hoşlanmadığını, buna rağmen anılarını ve kurumda çalıştığı süre içinde Halit Ayacı’nın zoruyla aslında hiç yaşamamış biri olan “Ahmet Zamani Efendi”nin hayatını kaleme aldığını söylemesi roman kişileri ve kurumun işleyişiyle ilgili çelişkilerin ipucunu veriyor aslında. Hayri İrdal bir bakıma romana sırayla dahil olan herkesten bir parça taşıyan, kim ne isterse ona göre biçimlenen, bunu da kendinden kaçmak için yapan-günümüzün moda ve kaba tabiriyle- “omurgasız” bir adam!

Hayri İrdal’ı Muvakkit Nuri Efendi’nin felsefesinden uzaklaştıran adam: Seyit Lütfullah! Yalancı, hırsız, esrara meftun, define bulma sevdasıyla gerçek dünyayla üç harflilerin dünyası arasında mekik dokuyan, kendini Mehdi sanan; işin kötüsü insanları sanrılarına inandırma kabiliyeti olan bir meczup. Hayri İrdal’ın ifadesiyle “bir masalı devam ettirmenin sırrını bilen” bir dil cambazı. (Size de çok tanıdık gelmedi mi!)  Bana sorarsanız Sevgili Tanpınar, Doktor Ramiz Seyit Lütfullah’ı derinlemesine incelemeli. Seyit Lütfullah’ın talibi çok çünkü başta kahvedekiler olmak üzere Doktor Ramiz’in teşhisi üzere sevgili halkımızın “Hepsi hayallerinde büsbütün başka bir âlemde yaşıyor. Topluluk hâlinde rüya görüyorlar.” Hayri İrdal’ın bir müddet basit rollere rağmen tiyatroya meyletmesinin, Türlü Meslekler Bankası Müdürü Cemal Bey’in kıyafetlerini Hayri İrdal’a vermesinin ve Seyit Lütfullah’ın “esrar”lı bir yaşam sürmesinin amacı hep başka simalarda, yeni elbiselerde, sancılı hazlarda kendinden kurtulma çabası değil miydi?

Sevgili Tanpınar, müsaadenizle roman kişilerinizle ilgili kısa bilgilerle devam ediyorum yazıma:

Takribi Ahmet Efendi: Hayri İrdal’ın dedesi, bir cami yaptırma ideali olan, gerçekleştiremediği için bu görevi, babasından kalan büyük duvar saatini ve “baba kompleksi” marazını oğlu Numan Bey’e miras bırakan kişi.

Numan Bey: Hayri İrdal’ın babası. Takribi Ahmet Efendi ölünce caminin yapımı için bıraktığı parayı çarçur eden, evdeki eski duvar saatine karısı “Mübarek” dediği hâlde kendisi “Menhus” diyen, bu eski saate duyulan saygıdan dolayı onu kıskanan, Doktor Ramiz’in deyişiyle saat tarafından “ikinci plana atılmış”, Hayri İrdal askerdeyken ölen ve oğlunu Abdüsselam Efendi’nin babalığına teslim eden kişi.

Kefen Yırtan Zarife: Hayri İrdal’ın cimri halası. Öldü diye tabuta konup götürülürken dirilen, tabutun içinde oturarak eve dönerken acıktığı için simit alan, ölmediği için kardeşi Numan Bey’i mal varlığından mahrum eden, enstitü kurulunca Halit Ayarcı’yla yakınlaşıp malı mülkü enstitüye bağışlayan cömert kişi.

Abdüsselam Bey: Konakta kalabalık ve zengin bir hayat süren, Hayri İrdal’ı askerden döndüğünde yanına alıp Emine ile evlendiren, onların ilk çocuklarına Hayri İrdal’ın annesinin adını vereceğine yanlışlıkla kendi annesinin adını veren, konağın masrafları için borç bulmak zorunda kalan, bu borçlardan dolayı Hayri İrdal’ı mahkemeye düşüren, konaktakileri sürekli kontrol ettiği için canından bezdiren, Hayri İrdal’ın kan bağı olmayan babası.

Emine: Hayri İrdal’ın ilk eşi, geleneksel ve anaç bir kadın. Zehra ve Ahmet’in annesi.

Eczacı Aristidi Efendi: Şehzadebaşı’nda eczacılık yapan, simya ilmiyle meşgul, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bu semtte yaşayan tek gayrimüslim esnaf. Bilimi temsil eden tek roman kişisi.

Cemal Bey: Türlü Meslekler Bankasının müdürü, Selma Hanım’ın kocası, İspiritizma Cemiyetinin gediklisi, Hayri İrdal’ı gölgesinde bırakıp öfkelendiren, sonradan eşinden boşanıp onu Hayri İrdal’a kaptıran kişi.

Pakize: Hayri İrdal’ın ikinci eşi. Halit Ayarcı’nın kurduğu Psikanaliz Cemiyetinde  tanışırlar. Pakize, troid guddeleri olan, geceleri horladığı için Hayri İrdal’ın uykularını delik deşik eden, gördüğü rüyaları kocasını uyandırıp o anda anlatan, lüks giyinmeyi ve şöhreti seven, kendini ünlü kadınlardan biri sanan, gerçek dünyada nefes alıp hayal âlemlerinde yaşayan; Hayri İrdal’ın eski eşinden olan kızı Zehra’yı beğenmeyen, Zehra’nın kendini çirkin hissetmesine sebep olan üvey anne.

Büyük Baldız: Yeteneği ve eğitimi olmadığı hâlde şarkıcı olmayı isteyen ve Halit Ayarcı’nın desteğiyle bir gazinoda şarkı söylemeye başlayan, Hayri İrdal’ı şaşırtacak derecede de alkışlanıp beğenilen, ablası Pakize gibi lükse ve şöhrete düşkün sanatçı(!) kişilik.

Küçük Baldız: Güzellik yarışmasına hazırlanan, eğlencelerde ve balolarda sergilediği hararetli danslarla adeta “patlamaya hazır bomba” etkisi yaratan, Zehra enstitüden ayrılınca onun yerinde çalışmaya başlayan, güzellik yarışmasının jürisinden Sabriye Hanım ayrılınca çok mutsuz olan, kendini güzel hissetmek için Zehra’nın bakımsız ve çirkin olduğunu öne süren, güzellik(!) abidesi.

Selma Hanım: Ah, Selma Hanım yok mu! O çok başka. Onun her hâli, her tavrı Hayri İrdal’ı büyülüyor. Cemal Bey’in eski eşi. Cemal Bey Hayri İrdal’a bir kat elbise verir. Bir de karısı Pakize’nin hayal âleminde yaşaması ve troid guddeleri var tabii. Cemal Bey’in elbisesini giyince onun gibi hissetmesi, uykularını zindana çeviren bir karısının olması yetmez miydi  Selma konusunda vicdanını rahatlatmaya? Zavallı Hayri İrdal n’apsın, karşısında  “kolları ay ışığında gümüş ırmaklar gibi akan, sırtı bütün saray aynalarından güzel olan” şuh bir kadın vardı. Öyle bir kadındı ki Selma, bir akrabasının cenazesine katılan Hayri İrdal, Selma’ya şirin görünmek için tabutu hiç bırakmamış, elinden gelse “Mevta ile beraber gömülmeye razı olacakmış.” İnsanı şair eder böyle kadınlar maazallah! Fakat Hayri İrdal’ın aşk listesi enstitüdeki şöhretiyle birlikte uzadıkça uzadı, yeni şiirler yazmak lazımdı belli ki!

Ve HALİT AYARCI: Doktor Ramiz’in arkadaşı. Şehzadebaşı’ndaki kahvelerin müdavimlerinden. İspiritizma Cemiyeti, Psikanaliz Cemiyeti gibi bilumum oluşumların destekçisi. Doktor Ramiz vesilesiyle Hayri İrdal ile tanışır. Paraya çok ihtiyacı olduğu için her türlü kişisel değişime açık insanların keskin bakışlı avcısı. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurulması, çalışanlarının yakın çevrelerinden seçilmesi, kurumun gelişmesi, yurt içinde ve yurt dışında şubelerinin açılması, reklam ve tanıtımının yapılması, sahada çalışan genç ve güzel/yakışıklı otomatik ve kibar konuşan “plak insan”ların bulunması, Hayri İrdal gibi okumaktan ve yazmaktan hoşlanmayan birine Ahmet Zamani’nin olmayan hayatının yazdırılması, bu muhterem şahsın doğum gününün saat bayramı ilan edilmesi, enstitüdeki kadın ve erkek çalışanların mutlaka çok eşli bir yaşam sürebilmesi için eğlencelerin düzenlenmesi, Hayri İrdal’ın cimri halası Kefen Yırtan Zarife’nin bile enstitüye arsa bağışlayan birine dönüştürülmesi… Sayın Halit Ayarcı, sizden sonraki bir dönemin insanı olarak yaptıklarınıza hayran olmamak elde değil. Bence en saygı duyulacak yanınız insanı ve zaaflarını çok iyi tanımanız. Bunun yanında birçok kişinin aklına gelmeyecek bir “enstitü” fikri, çoğunluğun hayır diyebilme ihtimaline karşı fikrinize tutkuyla inanmanız ve pek çok kişiye akıl dışı çalışmalar yaptırmanız… Hayri İrdal sizin için “Hepimiz Halit Ayarcı’nın elinde bir kukla gibiydik.” derken hem pişmanlığını hem de suçunu bölüşecek yer arıyor gibi geldi bana. Fikirlerinizin özgünlüğü, iş hayatını yönetme kabiliyetiniz, zamana duyduğunuz saygı, bir işin bütün detaylarına kafa yorma becerisi gibi meziyetlerinize liyakati önemseme ve ahlaklı olma nitelikleri ekleseydiniz muhteşem olurdu. Tabii Saygıdeğer romancımız Tanpınar, Halit Ayarcı ideal bir insan olsaydı bu romanın temel çatışma konusu ortadan kalkardı, biliyorum. Amacım burada hem sizinle hem kahramanlarınızla iki lafın belini kırmak.  Halit Bey, romanın sonunda kurumun tasfiyesini geciktirmek için inceleme ekibine kurum çalışanlarını dâhil ettirmeniz, giderayak nüfuzunuzu yine kullandığınızı gösteriyor. Araba kazasında ölümünüz Hayri İrdal’ı öyle üzdü ki, hatıralarını yazarak bize bu muazzam romanı hediye etti.

Romanda bir yazıya sığmayacak derecede önemli detay ve insan var Sevgili Tanpınar. Bahsedemediklerim için affınıza sığınıyorum. Halit Bey, siz roman boyunca insanlara ayar verebildiğinizi düşündünüz. Verdiğiniz zamanlar da çok oldu. İradelerini çıkar uğruna size teslim etmeleri sizi mest etti. Mest oldukça enstitü fikrinizi geliştirdiniz. Enstitü binasını saat şeklinde yapma fikrinize kimse itiraz etmedi. Hatta saatli jartiyer bile herkese aşırı makul geldi. Fakat kurumda çalışanlar için Suadiye’de yapılacak evlerin şeklinin saat olmasına çoğunluk karşı çıktı. Bir anda duvara çarpmış araba gibi harap, kalakaldınız. Size akıl vermek istemem fakat insanlar bedelini maddi olarak ödeyecekleri hiçbir konuda iradeyi bir başkasına bırakmazlar. Arkadaşınız Doktor Ramiz psikanalizi gerçek anlamda bilse bu konuda sizi uyarırdı.

Üstadım Tanpınar, kaleminizden bir nehir gibi dökülen bu roman ve diğer eserleriniz için size minnettarım. Bunu size yazımın başında anlattığım rüyamda söyleyememiştim. Zihninizin derinliğine, kültür birikiminizin çeşitliliğine, mizah gücünüze hayranım, hayran olanların çoğalması için elimden geleni yapıyorum. Çünkü biliyorum ki toplumlar, geniş bakış açısına sahip sanatçılar sayesinde gelişir. Hoşça kalın!

Share.

11 yorum

  1. Barış Kaya on

    İlhan irem, freud, kafka, bilge kağan ve elbette tanpınar… Yazınıza ne çok şey ilişirmişsiniz. okurken sizin ev sahibi olduğunuz bir akşam yemeğinde onlarla hissettim kendimi, uyanıkken bir rüya sofrası adeta, kaleminize ve saatinize sağlık…

  2. Arzu IŞIK on

    Mevzu Tanpınar olunca senin de kaleminden nehir gibi akmış sözcükler.Düş ve gerçeğin ortasında kalanların, zamanın içine ve dışına sığamayanların mutlaka okuması gereken bir yazı olmuş. Tanpınar’ın derinliğinin akislerıni öyle güzel hissettirmişsin ki eminim sayende istediğin gibi pek çok kişi hayran kalacaktır ona.Işıklar arasında kararmış bir lamba olduğunu söyleyen İlhan İrem’in ışığını bize de gösterdiğin gibi…

  3. Fatma Eryılmaz on

    Arzu… Çok mutlu etti yazdıkların, biz aynı ufuklara benzer dizelerin ve sözlerin rehberliğinde baktık. Var ol🌸

  4. Natali Turaç Benlioğlu on

    Kaleminize sağlık Fatma Hanım, zengin ve doyurucu anlatımınız belki de amaçladığınız gibi Tanpınar hayranları yaratmaya vesile olacaktır. Sevgi ile…

  5. Fatma Eryılmaz on

    Natali Hanım, çok incesiniz, beğenmenize sevindim. Görüşmek dileğiyle.

  6. Fatma Eryılmaz on

    Teşekkür ederim Asena… Gönlü kelimelerin dünyasına âşina dostum.

Leave A Reply

Exit mobile version