Zaman… Zaman deyince insanın aklına öyle çok soru geliyor ki, insan hangisine cevap arayacağını bilemiyor. “Zaman en başından beri var mıydı yoksa onu biz mi yarattık?” ya da “Zaman bir şeyin bitmesini istemediğimizde hızlı geçer, oysa birini beklerken nasıl yavaşlar?” Belki de varlığını tartışmak yerine şunu sormalıyız: “Zaman geçiyor mu?”

Zaman üstüne düşünenler çok. Austin Dobson, “Zaman geçer derler fakat heyhat… Zaman duruyor, geçen biziz.” der. Tanpınar ise “Bir anın parçalanamaz akışı içindeki ben” den söz eder. İçinden çıkılamayan ve kontrol edilemeyen bir gerçeklik olarak zamanın sınırlılığını aşmanın yolu ise yazmaktır. Kelimelerle kurduğumuz sonsuz bağlantılarla var olmayı sürdürmek, bir şekilde zamanı yendiğini düşünmek ya da bir iz bırakmak diyelim, pek çoğumuzun hayali olsa gerek.

Ahmet Hamdi Tanpınar Modern Türk edebiyatında devrinin birçok aydını gibi kendi kendisiyle tezatta olan, bunu itiraf etmekten çekinmeyen, düşünceleri, hayalleri ve benzersiz üslubu ile en önemli yazar ve şairlerimizdendir.  Değerli yazar Esra Kâhya Osmangazi Belediyesinin Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlediği yarışmada “Kambur” adlı eseriyle 2021 Yılı Roman Ödülü’ne layık görüldü. Konu Tanpınar  olunca, ben de kendisiyle söyleşmek istedim. 

Öncelikle sizi kendi kelimelerinizle tanıtmak isterim. Esra Kâhya kimdir, kendini nasıl anlatır?

            Esra Kâhya kimdir, sorusuna yanıt verirken her seferinde zorlanıyorum. Kim olduğumu bilmediğimden değil bu. Ne desem eksik kaldığından. Kolay değil, kırk yıldır bu dünyanın misafiriyim. Ve bu kırk yılın her günü beni ben yapan olaylar, duygular, düşünceler, insanlarla dolu. Kendimi “öğretmen, anne, eş, öğrenci” gibi sıfatlarla nitelediğimde hep eksik kalıyorum. Beni ben yapan şeyler bu unvanların dışında çünkü.

 Buradan hareketle Esra Kâhya, kendi dünyasında deneyen, arayan, çabalayan biri diyebilirim. Yaşamın omzuma yüklediklerinden silkinip rahatladığım tek yer kitaplar ve kelimelerin cazibesine kanıp da yürüdüğüm yol, yazmak. Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde dünyaya geldim. Çocukluğum aileme, arkadaşlarıma ve kendime zarar verecek haylazlıklarla geçti. Annem hâlâ içimdeki canavarı nereye bağladığımı düşünüp durur, inanamaz benim bu süt liman hallerime. O halden bu hale geçiş, maddenin yasasına ters. Ama oldu işte. Oysa ben canavarı bağlamadım. Nasıl ehlileşeceğini öğrendim. Okuyarak, yazarak, üreterek. Şimdi ikimiz bir arada gayet iyi anlaşıyoruz, annem inanmasa da.

Bu cevapla tatmin olmayacak okurlar için de Esra Kâhya, Türkçe öğretmenidir, evli ve bir çocuk annesidir. Açık öğretim fakültesinde edebiyat okur, üç yıldır Osmanlıcadan kaldığı için bir türlü bitiremez. Yabancılara Türkçe öğretimi alanında da yüksek lisans yapmaya çalışır. Televizyon izlemez. Kahveyi ve şiiri çok sever.

Esra Hanım, sizin zaman hakkındaki düşünceniz nedir? Zaman tanımlanabilir mi?  Ben kendi payıma yazarken ve okurken nasıl geçtiğini asla anlayamıyorum. Sizin zamanla ilişkiniz nasıl?

Zamanın bir tanımını yapamasam da akışkan olduğunu söyleyebilirim. Görünmez bir likit o. Yanı başımızda usul usul akıyor da altına kabı uzatıp dolduramıyoruz. Şunu da sonraya saklayayım, diyemiyoruz.  O öyle bir mefhum ki elimizde ama değil. Bazen ağır aksak yürüyen bir ihtiyar, bazen zapt edilmez bir çocuk. Öfkesine katlandığımız günlerin ardından iki şirinlik yapıyor, yelkenlerimiz fora. Karalar bağlayıp sindiğimiz köşelerden çiçeklenip de çıkıyorsak yine ondan ötürü. Cevriyle cefasıyla kabul ettiğimiz bu bilinmezliğin en mutlu anlarımda durmasını istiyorum ben. “Şimdi zaman durabilir!” Ama bu isteğime gülecek vakti bile yok, sadece geçip gitmeyi bilir o. Vefasız bir sevgili gibi.

Sizin gibiyim ben de. Okurken ya da yazarken zaman biraz topallasa hiç fena olmazdı aslında. Az zamana çok şeyler sığdırmak zorunda olan biriyim. Bazen bu baş döndüren hızı beni üzse de onunla iyi geçinmeye çalışıyorum. Bu da “şimdi” yi kaçırmamakla mümkün. Şimdi bile kontrolsüz bir şekilde düne dönüşüyor. Ona bile sahip değiliz aslına bakarsanız. “Benim” diyebildiğim tek şey “geçmiş”. Onunla yaşamanın zorluğunu da yazarak aşabiliyorum. Geçmişi içimin heybesinde taşıyan bir hamal olmaktan beni kurtaran şey, kelimeler. Olan biten ne varsa kelimelerle birlikte kağıtlara aktıkça içimde biriken zamandan da arınmış oluyorum. Heybemdeyse yarınlara yetecek kadar geçmiş var. Hem de “şimdi” birikiyor.

Ve bu hususta Ahmet Hamdi

“Ne içindeyim zamanın

Ne büsbütün dışında

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında”

              der. Kambur’un da bu dizelerle bitmesi tesadüfi değildir. Kambur’da kesin bir zamandan söz edilmez. Okur, hangi zamanı isterse odur. Geçmişte bir yerde sıkışmış kalmış karakterler. İpler okurun elinde. Zamanı dün, bugün, yarın diye parçalamadan bir bütün olarak görmek ve o bütün boyunca ilerlemek.

“Zamanı parçalamamak.” Yanılmıyorsam bu ifade Tanpınar’ın zamanı algılayışına denk düşüyor. Peki sizin Tanpınar ile tanışmanız nasıl oldu? Yazı diliniz ve üslubunuzun oluşumunda Tanpınar’ın veya başka yazarların etkilerinden söz edebilir miyiz?

Ahmet Hamdi Tanpınar ile tanışmam lise yıllarımda Beş Şehir ile oldu. Okuduğum beş şehri gezip görme isteğinden çok anlatımın şiirselliği/gücü/ahengi beni etkiledi. Eski kelime ve terkiplerin çokluğundan dolayı anlayamadığım cümlelerde bile ona hayranlık duyarken buldum kendimi. Sözün derinliği ile söyleyişin estetiği onun kaleminin hüneri. “En iyisi bırakalım hatıralar içimizde konuşacakları saati kendiliğinden seçsinler,” söyleyişindeki maharete bakar mısınız? Yazdıklarımda olan şeyi, benim anlamlandıramadığım şeyi Ahmet Hamdi bir cümle doktoru edasıyla tanılamış, hatıralarının sesiyle başı dertte olanlara da gönlü sakinleştirecek bir nevi reçete yazmış. Üslubumda onun etkisi var mıdır? Yoktur, diyemem. Ve peşinden de eklerim, keşke başarabilsem. Onun gibi olayı geriye atıp da kahramanın bilincine sızmayı, hem de estetik, şiirsel bir ahenkle sızmayı, başarabilsem.

Esra Hanım, Ahmet Hamdi Tanpınar adına düzenlenmiş bir yarışmada “Kambur” adlı dosyanızla Tanpınar ödülünü kazandınız. Ödülü kazandığınızı duyduğunuzda neler hissettiniz? Bunun sizin için değeri neydi?

Ödülü kazandığımı eşimin okul grubuna gelen tebrik mesajıyla öğrendim. Şehrimizin dijital gazetesine düşen bir haberle öğrenmişler, tebrik etmek istemişler. O ana kadar haberim yoktu. Duyunca inanamadım. Sonucun açıklandığı videoyu bulup adımı duyana kadar da “Ben değilimdir,” dedim. Benmişim.

Hislerim tahmin edilebilir. Ağladım. Gözyaşı mutluluktansa ağlamak caiz. Sevince icabet edip de gerekeni yaptım. Muazzam bir iç huzur. Hani şu yukarıda bahsettiğim “zaman şimdi durabilir,” gibi bir an. Ama iyi ki durmadı. Kambur’un Ahmet Hamdi adıyla yan yana anılması hayallerimin ötesinde bir düş, her şeyin mümkün olduğuna inanıştı benim için. Ve bu ödül, yepyeni düşler kurmama vesile oldu. Ona bu kadar hayranken kendimi ona bu yakın bulmak benim için gururdur. Ve bana açmış olduğu yol. Başımın tacı, güzel insanların kıyısı, kelimelerden örülü muazzam uzanış… Ona çok şey borçluyum.

Tanpınar ödülünü roman ile kazandınız ama ben sizin öykü türünde de yazdığınızı biliyorum. Romanınıza ulaşamayan okurlarınız çeşitli dergilerde güzel öykülerinizle sizinle tanışma imkânı bulabilir. Zaman üzerine konuştuğumuz için özellikle sormak istiyorum. Diğer tüm unsurları bir tarafa koyarsak öyküde zaman unsurunu nasıl kullanıyorsunuz?

Öykülerimde zamanın ipleri genelde geçmişin kuyusuna iniyor. Sanırım orada halletmem gerekenler var. Ahmet Hamdi’nin dediği mevzu, hatıralarım konuşacağı zamanı seçiyor. Ve ben kendimi onların elçiliğini yaparken buluyorum. Sırası gelen bir şekilde olduğu yerde huzursuzlanınca anlıyorum ki bir yolcuyu daha uğurlama vaktidir. Kurgularımın hepsi salt geçmişten besleniyor, diyemem elbette. Ama hepsinde benden bir şeyler, birileri, bir yerler var. Çoğu yazı işçisinde de vardır bu hal diye düşünüyorum. Bir şekilde gizleniyoruz metne, bizden bir şeyler sızıyor çatlaklardan. Şimdiyi de yazsam bu değişmeyecek, geçmişin elleri yazdıklarıma hep sevgiyle dokunacak. Ve ben bundan hiç rahatsızlık duymayacağım.

Yazdığımız satırların bizden kimi izler taşıdığı düşüncesini sizinle paylaşıyorum. Her yazara sormak istediğim bir soruyu size sormak isterim. Yazmaya nasıl başladınız, bu arzunuzun başlangıcını hatırlıyor musunuz? Bildiğiniz gibi çoğu insan  anlatacak ne çok hikayesi olduğundan söz eder, kimisi bazılarını kelimelere döker, kimi zaman şiir olur, kimi zaman hikâye, belki de roman. Ama devam etmek zordur, siz yeteneğinizi nasıl fark ettiniz ve devam etmenizi sağlayan neydi?

Ne güzel bir soru. Beni hangi arzunun ittiğini inanın hatırlamıyorum. Küçüktüm. Yaramazdım. Yetinmezdim. Etrafımdaki herkesi bıktıracak bir çocuktum. Bir yerden sonra oyunlar, arkadaşlar, mahalle, televizyon, hiçbir şey yetmez oldu. Yalnız kalma isteğim baş gösterdi. Oyuncak bebeklerime ve bana yetecek kadar bir boşluktan ibaret, “minik ev” adını verdiğim vitrin arkasına kaçıp bebeklerimi konuşturduğum zamanlar anlatıcılığımın filizlendiği zamanlardır. Tam da o sıralarda kütüphaneyi keşfetmemle anlatmanın en güzel aracına giden yolu da bulmuş oldum. Kitaplar! Muazzez Tahsin ile okuma serüvenim başladı. On – on bir yaşlarındaydım, kendimi bir anda Yeşilçam aşklarının içinde buldum. Zaten duygusal bir tabiatım var, bu romanlar sayesinde dişi küçük Emrah olup çıktım. Yazmak da buna paralel gelişti. Güzel yazı defterine afili sözler yazarak. Kendi uydurduğum sözlere gülerler diye altlarına “Yunus Emre” şerhi düşecek kadar çocukça başladı her şey. Hâlâ aynı çocukça aşkla devam ediyor ama artık Yunus Emre’yi rahat bırakıyorum. “Bunlar benim sözlerim,” diyecek kadar büyümüş olmak güzel.

 O yıllarda günlük tutmaya başladım. Uzun yıllar boyunca kimsenin okumadığını sandığım günlükler yazdım, yaktım, yırttım. Onları yok etmekte beis görmedim çünkü benim tek derdim anlatmak. Anlatmayı seviyorum ben. O şey içimi kemirip durdukça huzursuzum. Dışarı çıktığı anda da ortalık dinginliyor.

Yazmaya devam etmemi sağlayan şey de bir mucize. Beni yazmam konusunda yüreklendiren, beni buna inandıran bir mucize. Bana, kelimelerime, öykülerime uzanan bir el. Vakti geldiğinde bunun için ona teşekkür edeceğim.

Doğrusu bunu merakla bekleyeceğim. Söyleşinin başında ifade ettiğim gibi, kelimelerle kurduğumuz dünyaların bizler için zamanı yenebilmek adına bir umut olacağını düşünmek istiyorum. Peki siz Esra Kâhya olarak zamana nasıl bir iz bırakmayı hayal edersiniz?

        Zamanın dalgaları bütün izleri silecek kadar güçlü. Ben iz bırakabilecek, onunla başa çıkacak kadar güçlenir miyim inanın bilmiyorum. Henüz yolun en başındayım. Ama yolum çok güzel. Beni bu yolda yürümek kadar mutlu eden bir şey yok hayatımda. Yazmayı seviyorum ben. Ötesini berisini düşünmeden yazmayı… Yazdığım bir öyküde beni anlayan, saklandığım yerde bulup da beni sobeleyen bir kişi bile olsa iz bıraktım sayıyorum kendimi. Anlaşılmak nimetten. Anlaşılmak, yürekteki en güzel iz.

      Yolum güzel, demiştim. Keza yol arkadaşlarım da. İshak Edebiyat ailesinin canım dostları, Altıyedi derginin güzel insanları ve yol boyunca yanımda olan, öykülerime değer verip okuyan, beni yüreklendiren bir sürü yol arkadaşım çok güzel. Hepsine ve size yürekten teşekkür ediyorum.

Sevgili Esra Kâhya, bu harika söyleşi için ben teşekkür ederim, çıktığınız bu güzel yolculukta nice dostlar edineceğinizden ve zamanın dalgalarına inat, geçmişten geleceğe uzanacak bir kalem olacağınızdan şüphem yok.

 Yolunuz açık olsun.

Share.
Leave A Reply

Exit mobile version