Gülçin Sahilli
Kahramanmaraş ve çevre illerde yaşanan deprem felaketi tarihi ve insanıyla eşsiz şehirlerimizi yıkıntılar yığınına döndürdü. Enkaz dağları haline gelen iklimlerde on binlerce kişi hayatını kaybetti. Afetin oluştuğu bölgede yaşayan vatandaşların büyük bir kısmının evi ya yıkıldı ya da ağır hasar aldı. Dondurucu soğukların da oldukça etkili olduğu bölgede yaşam savaşı verenler şehirleri terk etti, artık şehirleri de anıları da yok.
Ülkenin insan yığınları içinde herkes her şeye rağmen ve herkes kadar yaşamaya çalışan bir birey olarak, burada İzmir’de Bayraklı da yaşayan biri olarak depremi ben de bizzat yaşadım. Evimin duvarlarında çatlaklar oluştu. Eşyalarım yerlere saçıldı. İnsan o dağınıklık ve kırıklıktaki bir eve girince hayattan kaçtığı ve huzura sığındığı tek yerinde zarar gördüğüne şahit olunca, kaçacak ve uyuyacak yeri kalmıyor. Kendi yatağınızdan ve kendi yaşam alanınızdan ürkmek ve yabancılamak sizi kendinize de yabancılaştırıyor. En yakın arkadaşınızın ihaneti gibi. Oysa burada sizi içine alıp dünyadan saklayan ve dinlendiren taş duvarların suçu yok. Bu tümüyle o duvarları temelinden itibaren olması gerektiği gibi yapmayanların suçu. Para denen kağıt parçasına yenilen insan hırsı sizi de canınızı da canınızı sakladığınız kapı arkasını yani evinizi de bir anda alabiliyor elinizden.
Ben ve yakınlarım o günleri ev hasarı ile atlattık ve tabi güven hasarı ile de ama yeni tabloya baktığımızda ev, yaşam, can ve sevdikleriyle ödedi insanlar son depremi. Yani hayatlarındaki bütün dengeler dağıldı, soluk alsalar da nefesin tadını çıkaracak bir hayatları kalmadı. Kurtulduklarına ve yaşadıklarına sevinemediler bile çünkü yakınlarını beton yığınlarının altında bıraktılar. En şanslı olanların bile yemek pişirecek mutfakları, ruhlarını dinlendirecek koltukları taş blokların arasında ezilip yitti.
Artık akşam yemekleri, misafir sohbetleri ve pazar kahvaltıları yok… Var olma telaşından hallice bir yaşam sürüyorlar.
Doğal felaketler küçük büyük demeden bu ülkenin tarihinden geçip gitti. Aslında geçmiş zamana tutunsalar da açtıkları yaralar hala onları yaşayanlar tarafından hayli sıcak hatırlanıyor. İşte bu felaketlere yakın seyirde bakmak bizim gibi kalemi kalbinde insanların acıyı sayfaya dökmesine yol açıyor, aynı şekilde fırçanın saçtığı renkler ve notanın taştığı sesler de aynı süreci sürdürüyor.
Bugünlerde hissettiklerimiz şair Ece Ayhan’ın dediği gibi tam da “Vücudunun %70’i su olan bir canlının nasıl olur da içi yanar?”
Yanar elbet tüm ülkenin bu günlerde içi yandığı gibi…
Tabi biz de yıkımlara dair sanat ve edebiyat çalışmaları, dünya edebiyatına oranla çok daha dar ilerliyor. Geçmişe dönüp baktığımızda Bingöl, Elazığ, Van, Erzincan gibi depremler tarihimizdeki sel felaketleri ayrıca yaşanan toplumsal olayların görünüşte lokal içerik ve insan doğasına yansıyışta ülkesel felaketleri, dar alanda çabalanan edebi direnişlerin kısa sesleri ile sönüp gitti. Yine de bireysel ince çığlıklar o dönemlerin yani felaket sonraları edebiyatlarının açılımında her vakit yıkıma karşı insan bilinci ve kalbi için istinat duvarı oluşturmuştur.
Oysa dünyanın felaketlerinin edebiyata yansıyışları çok daha geniş yankılıdır. Onlarda Trümmerliteratur’ diye bir terim bile oluşmuştur. Sözcüğün Türkçe karşılığı Yıkım Edebiyatı olarak yansımıştır. Hatta o kadar ki Almanya da İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan edebiyat akımı 1950 yılına dek süren bir edebiyat hareketine dönüşmüştür. O süre zarfında Avrupalı toplumlarda oluşan karanlık günler şiir, öykü, roman olarak kitaplara yerleşmiştir. Konular tümüyle savaşın var ettiği sarsıcı ve yıkıcı etkiler çerçevesinde oluşturulmuştur. Akımın en çok etkilediği ülkeler ise başlangıç noktası olan Almanya; ardından İtalya, Fransa ve Amerika şeklinde sıralanabilir.
İkinci dünya savaşı döneminde yerleşen terimle bağlantılı eserler de özellikle savaş sonrası yaşanan açlık, kıyım ve sefaleti kağıda dökmüşlerdir. Anlatılan gerçeğin hikayesi olduğu için de kurgunun şeffaflığı bu eserlerde daima okuyucuyu içine çeker.
Yıkım edebiyatından ve dünya yıkım olayları haritasından kendi coğrafyamızın felaketlerine istemeden de olsa dönmek zorunda kalırsak -çünkü insanlar mutlu olmayı hak ederler yıkımlar arasında kaybolmayı değil- 10 şehir hasar gördü ama dördü neredeyse tümüyle yıkıldı, şimdi biz edebiyatçılara düşen bu tarifsiz acının ve tarihli yaranın notlarını tutmak, yanlış şehirleşmeyi, adaletsiz kazanç hırslarının sonuçlarını ve gözyaşının yıkadığı enkazları-kaldırılsalar dahi- unutmamak. Unutturmamak! Ama bunu yaparken tekil, cılız seslerle değil aynı Yıkım Edebiyatı gibi pek çok ülkeyi saracak ve ses duyuracak büyüklükte ve uzunlukta yapmak gerekir. Böylece uzun yıllara hatta sonraki tüm insanlık geleceğine kalması sağlanacaktır. Evet deprem savaş gibi insan yapımı değildir neticede bir doğa olayı, gidip de savaşları başlatan ve yönetenleri suçlar gibi fay hatlarını suçlayamayız; ama yine de haklı olarak suçlayacaklarımız var. O binaları depreme dayanıklı yapmayanlar ve o haldeki binalara oturma izni verenler. İşte bunu yaparken gazeteciler çıplak gündelik dili kullanacaklar ve manşet değiştirmek zorundalar oysa bizim manşetimiz kalem diliyle sabit, edebiyat yaşama karşı ölümsüzdür ve yarattığı farkındalık almak isteyene sayfaların arasından yıkım nasıl engellenir sorusuna cevap verir her daim.
Dosteyevski’nin Ezilenler de dediği gibi “İnanın bana dostum, böyle bir felakete düşünce kendini tamamen haklı, yüksek ruhlu hissetmenin; kötülük edenin suratına alçaklığını haykırmanın üstün bir zevki vardır.” İşte edebiyatçılar yani bizler dört unsurun kurgusu ile dizelerin zincirleme haykırışı ile yani şiir ile yani nesir ile… Sayısının ne kadar olduğunu bilip de söyleyemediğimiz depremde yiten insanlarımızı, yaşamda kalsalar da sevdikleri ve sokakları kaybolduğu için kendilerini kimsesiz hisseden insanlarımızı, onları bu sona iten bu zaruriyette bırakan alçaklara karşı haykıracağız.



