İsmail Şimşek:

     Yazımın başlığında geçen ‘İktidarın Gölgesi ve Roman’ ifadesi eleştirmen-yazar Hasan Öztürk’ ün son kitabının adını belirtiyor. Kendi alanında önemsenmesi ve gündeme gelmesi gerektiğini düşündüğüm bir kitap olmuş İktidarın Gölgesi ve Roman. Türkiye’ nin son yüz yılını romanlar üzerinden okumak isteyenlerin elinin altında enfes bir rehber var artık. Öztürk, bu son kitabında karşımıza önceki kitaplarından farklı olarak tamamen roman eleştirilerinden oluşan bir kitapla çıkıyor. Romanın sokağa tutulan ayna olduğu benzetmesini örnek göstermek gerekirse Hasan Öztürk romanlarla sokağımıza ayna tutuyor. Kitabın ‘Yıkılış ile Kuruluş Arası’, ‘Kurtuluş ile Kuruluş Arasında Cumhuriyet’, ‘1940’ların Karanlığında Yerinde Sayanlar’, ‘Darbeler Dönemi’ olarak dört bölüme ayrılmış olması da okur için takibi kolaylaştıran ve dönemler arası bağlantıların sağlıklı kurulmasını destekleyen bir biçim olmuş.

     ‘Roman hayatın peşindedir, diyerek bana roman okumayı öğreten Ahmet Hamdi Tanpınar’a’ ifadesiyle edebiyatımızın önemli isimlerinden Tanpınar’a ithaf edilen kitap Umberto Eco ve Italo Calvino’dan birer alıntıyla açılıyor. Kitapta yabancı yazar ve eser olarak sadece Andrey Platanov’un ‘Can’ romanı var. Can, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’si ile birlikte okunmuş.

     Yıkılış ile Kuruluş Arası adlı ilk bölümde hepsini çok iyi tanıdığımız dört değerli yazarımızı görüyoruz. Bu bölümde sokağımızda Halit Ziya Uşaklıgil, Refik Halit Karay, Memduh Şevket Esendal ve Ahmet Hamdi Tanpınar var. Bölüm, Halit Ziya’nın tefrika edilişinden yüz yıl sonra 2009 yılında kitap olarak yayımlanan Nesl-i Ahir romanı ile açılıyor. Nesl-i Ahir üzerinden yazıldığı dönemdeki hafiye örgütü ve sansür konularına bakan Öztürk, yazısını ‘iktidar gücü için ideolojik aygıt görevini üstlenmemiş sanat da ayak uydurma becerisini gösterememiş sanatçı da potansiyel tehlikedir, müdahale kaçınılmazdır. Romanı okuyanların şu soruya bir karşılık aramaları gerekir: Halit Ziya, anlattığı dönemi yaşamamış olsaydı böyle yazabilir miydi ya da bu romanı yaşananların tanığı olduğu dönemde yazabilir miydi? Susmaya benzeyen konuşma ve yazmayla varılacak bir yerimizin olmadığını bilelim, roman okuyalım.’ ifadeleriyle bitiriyor. Refik Halit’in akıp giderken tanık olduğu bir dönemi anlattığı için bu ülkenin iç yüzü olan İstanbul’un Bir Yüzü önemli bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Ülkenin iç yüzü ifadesini yazı üzerinden biraz derinleştirelim. Refik Halit, romanını bugün yazacak olsaydı adına Türkiye’nin İç Yüzü derdi büyük olasılıkla çünkü romanda anlatılan çürümüşlük ülke sathına yayılmıştır artık. Tartışmasız her yeni iktidarın sahipleri bir öncekileri eleştirmekle başlıyor ve bu eleştiriyi bitiremediğinden olacak ki iş de yapamıyor. Savaş ya da başka olayların yarattığı belirsizlik ortamıyla iktidar değişikliklerinin sağladığı avantajlı konumlardan yararlanan vurguncuların, adlarıyla bir de yöntemleri değişiyor o kadar. Aynı bölümde Hasan Öztürk’ün Esendal’ın Miras romanı üzerinden yeni yaşam biçimlerine ve Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler romanı üzerinden kurtuluş savaşı günlerindeki İstanbul’ a derinlikli bakışını görüyoruz.

     Kurtuluş ile Kuruluş Arasında Cumhuriyet başlıklı ikinci bölümü; Geleneğin Reddi, Eskinin Devamındaki Yeni, Güneşi Tutulan İnkılap alt başlığıyla görüyoruz. Kitabın bu bölümünde Yakup Kadri, Reşat Nuri gibi Türk Edebiyatı denince ilk akla gelen isimlerin yanı sıra görece edebiyat yönleri biraz daha kenarda kalmış İskender Fahrettin Sertelli ve Ahmet Ağaoğlu gibi isimler de romanlarıyla karşımıza çıkıyor. Yazarının deyişiyle inkılapların toplumsal yaşamın bütününde onaylanmadığı tezini işleyen Panorama, tek partinin rejimle bütünleşen seçkinci iktidarının (1923-1950) politik çarkının eleştirel bakışla yansıtılışıdır ifadelerinde Yakup Kadri’ nin Panorama’sını estetik endişesi zayıf politik bir roman olarak okuyoruz. Roman üzerinden inkılapların sosyolojik yansımasını okurken ilginçtir, rejimden çeyrek yüzyıl sonraki bu tezli romanda bile temaya katkı sağlayacak türde işlevi olan kadın kahraman göremiyoruz. Bir roman nasıl okunur adıyla kitapların da yazıldığı günümüzde Hasan Öztürk bu yazısıyla aslında ‘bir roman nasıl okunur’un dersini uygulamalı olarak gösteriyor biz okurlara. Panorama’yı sosyolojik, psikolojik, politik yönlerden kılcal damarlarına kadar inceleyen yazıda ne biçimde bakılırsa bakılsın eleştirdiği bürokratik çürümeden yıllar sonra gelinen bu aşamada bir tür özeleştiri olarak okumamız gerektiğini vurguluyor. Yazar bu bölümde, yazımın girişinde kitabı genel olarak tanıtırken kitaptaki tek yabancı roman olarak belirttiğim Andrey Platonov’un Can romanını Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’si ile birlikte okuyor. Yazı, romanların kahramanları üzerinden devrimcilik kavramına eğiliyor. Yeşil Gece’nin kahramanı Ali Şahin ve Can’ın kahramanı Nazar Çagatayev üzerinden gösterilen devrimcilik performansının ardından yazının sonunda romanların önemini daha net görüyoruz. Hasan Öztürk, Yeşil Gece ve Can romanlarını içinde var oldukları edebiyatlar için okunması özellikle gerekli romanlar olarak görmekle birlikte iki romanın önemini farklı gerekçelere dayandırıyor. İki karakterin de rejimlerini içselleştirme çabasında bir tür mitolojik figürleri andıran kahramanlar olduğunu belirterek edebiyat metninin kaderinde belirleyici rol üstlenebileceklerini vurguluyor. Yazarlarının kahramanlarına yaşattığı serüvenler göz önüne alındığında Yeşil Gece’yi yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde toplumsal değişimi yeni bir rejimle somutlaşan Türkiye için okunmada geçilemeyecek bir ‘belge’ roman buna karşılık Can’ı doğa ve insan sevgisiyle yaşatma tutkusunu aşka dönüştürerek destansı başarıya ulaşan kahramanıyla evrensel bağlamda ‘kurmaca metin’ örneği olarak okumamız gerektiği belirtiliyor yazının sonunda. Resmi ideolojinin kurguladığı tarih tezinin ‘bir Türk dünyaya bedeldir’ ilkesiyle bire bir örtüştüğü belirtilen Sümer Kızı üzerinden milli tarih tezi inceleniyor. Sümer Kızı, popüler tarih romancısı ve çocuk kitaplarıyla polisiye roman yazarı İskender Fahrettin Sertelli’nin, ‘milli tarih tezi’ bağlamında adından çokça söz edilmesine karşın içeriğinden pek söz edilmeyen romanı olarak tanımlanıyor. Yine aynı bölümde; siyasetçi, akademisyen, gazeteci yazar Ahmet Ağaoğlu’nun 1930’da yayımlanan Serbest İnsanlar Ülkesinde kitabı üzerinden demokrasi sarmalındaki bir ülkede liberal bir ütopya okuması görüyoruz.

     1940’ ların Karanlığında Yerinde Sayanlar adlı bölümde ağırlıklı olarak İkinci Dünya Savaşı, yoksulluk ve özgürlük gibi konular inceleniyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde dünyanın ve ülkemizin durumu, savaş sonrası yazarlarımızın takındığı tavır romanlar üzerinden önümüze seriliyor. Halide Edip ve Şevket Süreyya gibi yazdıkları kadar aksiyoner yönleriyle de bilinen toplumcu isimlerle birlikte döneminde toplumsal konularla değil de ‘börtü böcek’ le ilgileniyor diye eleştirilen Sait Faik de var aynı bölümde. Ayla Kutlu ve Reşat Enis Aygen ile bölümü tamamlıyoruz. Halide Edip’ in savaşın sona erdiği günlerde yayımlanan Sonsuz Panayır(1946) romanını İkinci Dünya Savaşı konu edildiğinde kadın yazarın romanı ve birinci kişisinin kadın olmasıyla da önemli bir roman olarak görüyoruz. Romancılığı yanında muhalif siyasal duruşuyla da bilinen Halide Edip’ in bu romanının bir dönemin bitip de kuruluş aşamasındaki yeni bir oluşumun, siyasal ve ekonomik alandaki liberal politikaların habercisi olması bakımından da dikkat çekici bir roman olarak da altı çiziliyor. Şevket Süreyya’ nın Toprak Uyanırsa romanı üzerinden yazarının hayatıyla da bağlantı kurarak döneminin incelikli bir okumasını yapıyor Öztürk. Yazar, bölümdeki diğer yazarlara nazaran edebiyat dünyasında adını daha kısık sesle duyduğumuz gazeteci yazar Reşat Enis Aygen’in iki romanını aynı yazıda okuyor. Gonk Vurdu ve Ağlama Duvarı kitapları üzerinden edebiyat yazarı olamamış gazeteci yazarlar okuması görüyoruz. Reşat Enis Aygen’in kendisinin de gazeteci olması hasebiyle gazeteci yazarların yaşadıklarını romanlarında gerçekçi olarak gördüğümüzü okuyoruz yazıda. Gazetelere yazı beğendirmekte her geçen gün zorlanan Ağlama Duvarı kahramanı Selami’nin karşısına romanını bitirince yeni bir sorun çıkıyor: Yazdığını yayımlatmak. Hasan Öztürk, Sait Faik’in olgunluk döneminin olduğu kadar yalnızlığının da ürünü olarak değerlendirdiği Kayıp Aranıyor romanı üzerinden var olma direnci ve kaçış temasına ayna tutuyor. Kayıp Aranıyor için gazetecilerin romanı dense yeridir ifadesi de altı çizilmesi gereken bir ifade yazıda. Ayla Kutlu’nun ilk romanı Kaçış’ın satır aralarından, bir mektup roman denebilecek romanda ‘sevgi’nin baştan sona belirleyici öge olduğu belirtilerek aşk ve öz eleştiri gösterilir okura.

     Kitabın Darbeler Dönemi başlıklı son bölümü Türkiye’de onar yıl aralıklarla gerçekleşen 1960, 1971 ve 1980 darbelerine romanlar üzerinden yakın çekim bakıyor. Sevinç Çokum’un 1996’da yayımlanan Karanlığa Direnen Yıldız kitabı, bir apartmanın dört ayrı katında yaşayan seçkin aileler ile onlardan bazılarının arkadaş çevresindekilerin gözlemleriyle Demokrat Parti’nin son yıllarını, 27 Mayıs’ı, Yassıada yargılamalarını, idamları ve ardından da demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları siyasal partilerin katılımıyla yeniden gerçekleşen ilk seçimi konu edinen bir roman tarifinin ardından dönemi yansıtması bağlamında inceleniyor. Yazarının adıyla benzer biçimde unutuluşa terk edilmiştir dense yeri olan Aclan Sayılgan’ın Deprem romanı üzerinden hem 12 Mart hem 27 Mayıs darbelerine yakın çekim yapılıyor. Öztürk’ün satırlarında Deprem’in ana izleğinin 12 Mart olduğunu ancak kahramanlarının konuşmalarıyla 27 Mayıs’a da okuru götüren bir roman olduğunu okuyoruz. Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir(1970) ve İsa’nın Güncesi(1974) romanları arasından 1971 muhtırasına büyüteç tutuyoruz. Bu yazıda 12 Mart döneminin öncesi, sonrası; o dönemde yazarların, romanların söyledikleri ve söyleyemedikleri hususunda ayrıntılı bir incelemeyle karşı karşıyayız. Öncesi ve Sonrasıyla 12 Eylül 1980 başlıklı yazısında kitaptaki diğer yazılardan farklı bir biçim tercih ediyor Hasan Öztürk. Yazının başında müstakil bir yazı olarak da değerlendirilebilecek bir bölümle 1980 darbe dönemini ve 1980 dönemi romanını anlatıyor. Bu müstakil girişin ardından aynı yazı içinde yine ayrı yazılar olarak da değerlendirilebilecek dört romanın incelemesini okuyoruz. Cemil Kavukçu’nun Suda Bulanık Oyunlar, Latife Tekin’in Gece Dersleri, Mustafa Kutlu’nun Ya Tahammül Ya Sefer ve Mehmet Eroğlu’nun Yüz:1981 romanlarının satırlarının altını çiziyoruz. Yazıda incelenen romanlar üzerinden yazar; 12 Eylül öncesi, devrimci gençler ve örgütler, muhafazakâr çevrenin dava ve dünyalık çelişkisi, kimliksizlik ve kimliksizliğin getirdiği çıkar ilişkileri gibi konuların tümünü romanlar üzerinden okuyabileceğimizi gösteriyor bize.

     Bir roman okuru olarak zaman zaman ‘Ne okuyorsun?’ sorusuna karşılık ‘Roman okuyorum.’ cevabı verdiğimizde sadece eğlenceli zaman geçirmek için kitap okuduğumuzu, ciddi konularla ilgilenmediğimizi ima eden küçümseyici bakışlara maruz kalıyorduk. Buna karşın, eğer okumayı bilirsek aslında romanlarda da her şey var, diyerek romanı anlatmaya çalışıyorduk. ‘Eğer okumayı bilirsek romanlarda her şey var.’ ifadesini İktidarın Gölgesi ve Roman adıyla elle tutulur bir nesne haline getiren Hasan Öztürk’ e roman okuru olarak teşekkür etmeliyiz.

     İyi ki edebiyat var. İyi ki roman var.

Paylaş:

YORUM BIRAKIN