Kötü şeyler yazacaktım işte. Sanal eylül, plastik eylül, eylülün eski tadı yok, zehirli eylül, covid gölgesinde eylül, yolunu şaşıran, sıcağa karışan eylül… Olmadı. Ayağım sararmış bir meşe yaprağına basıverdi. Ve o ses… “Fark et, elindekileri fark et…”

Cemal Süreya yolumu kesti önce:

Eylül’dü. 
Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız, 
Adımlarımızın kısalığı bundandı. 
Bundandı gözlerimin durgunluğu. 
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan, 
Ellerin kadar ıssız, 
Sen kadar zamansız molalar veriyordum. 
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz. 

            Attila İlhan durur mu…

Akşamsa, eylülse, ıslanmışsam
Beni görsen belki anlayamazsın
İçlenir gizli gizli ağlarsın
Eğer ben yalnızsam, yanılmışsam
Elimden tut, yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni

Nostaljik şarkılar çalan radyoyu dinlersin ha. Al bakalım Alpay’dan “Eylül’de Gel”. Nasıl da güzel… Balkona çıkıp bakıyorum. İçimdeki kötü yazma isteği kırılmış. Belirsizliğin hıncını eylülden çıkaramayacağım anlaşılan. Üst katlardan bir ses duydum sonra:

            __ Eylüüül, maskeni tak!

            Eylül maske takamaz ki. Temmuz, ağustos gibi gizleyemez kendini. Tek tek döker yapraklarını. Neyi varsa söyler. Hüzün de yakışır ona. Narlar da… Kızarmış mı onlar? Gidip bir tane koparmalı.

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.