Şiirde bir boşluk var ve ben(sorulara cevap verenlerle beraber) bu boşluğu doldurmak istiyorum, doldurmaya geldim vb. düşüncelerle bu soruları hazırlamadım. Çünkü boşluk somuttur, görebiliriz onu. Sözgelimi, bir kuyuyu taşlarla veya toprakla doldurabiliriz. Okuyucuyu ve yeri geldiğinde şairi, şiirde bir boşluk olduğuna inandıran(düşündüren) söylemler, şiirin sonsuz oluşundan kaynaklıdır. Böyle olduğunu düşünüyorum. Sonsuzluk boşlukla ilintilidir, evet, ama bunu dile getirirken, şiirdeki boşluğu doldurmaya geldi(m)k, söylemi yanlış bir ifade seçimidir. Sonsuz olanı doldurmaya çalışmak değil, sonsuz olanın içinde sonsuza dek kaybolmak olmalı işimiz. Çünkü ancak böyle anlamaya başlarız ‘’boşluğu’’.

     Türk Şiiri’ne bir katkı yapmaktan başka amacımız olmadığında, şiir hak ettiği noktaya gelecektir. Okudukça ve yazdıkça zihnimin içindeki boş kabuklara dolan bazı düşünceleri, dokuz sorudan oluşan bir çalışmayla gün yüzüne çıkarmak istedim. Zaman ayırıp cevap verdikleri/verecekleri için çalışmaya katılanlara teşekkür ederim.  

                                                          ŞEREF BİLSEL

  1. Hemen her dönemde şiirde sıkça kullanılan sözcükler(mekân/olay adı/siyasal değişimin öne çıkardığı duygu vs.) vardır. Bu günden örnek verecek olursak, ‘park’ sözcüğü sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Çağrıştırdığı anlamın değişimi de etkili olmuştur hiç şüphesiz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Kendi şiirinizde ‘ortak çağrışım gücüne(hüzünlendirici, mutlandırıcı vb.)’ sahip, asıl anlamının birtakım olaylar sonucu değişip farklı bir çağrışıma evrilen, sözcükleri kullanıyor musunuz? Günümüzde yazılan şiirin ortak imgeleri/mazmunları var mıdır?

Şeref Bilsel: Sosyolojik anlamda beliren kırılma, şiddet tonları şiire yansır elbet; ama ben ‘park’ sözcüğünün kalıcı bir etki bırakacak biçimde şiirimizde söz alacak bir kürsü edindiğini düşünmüyorum. Toplumu ilgilendiren büyük çalkantılar sonrası kalan ‘yer/olay’ isimleri, eğer ihtiyaç olursa kendi konuşur. Vaktiyle ‘Mavi Marmara’ üzerinden antoloji hazırlandı, bir tek dize kalmadı bugüne. ’99 Kocaeli Depremi etrafında şiirlerden oluşan (sevgili Güngör Gençay’ın derlediği)  antoloji de var. Şiir, olaylardan ziyade sözcükleri takip ederek ilerliyor hâlâ. Sözcüklerin ritmi, ses tonu, kıyafeti- biz istemesek de- kendi duruşunu beyan eder. İçeride bulunmuş bir şiirse eğer, beyan eder. Her şiir, hâl beyanı sayılır zaten. Şiirden, çok fazla bir şey beklemek doğru değil.

  • Türk Şiiri genel anlamda bir ‘tepki’ yoluyla gelişen/genişleyen/öncekinden ayrılan/bağını koparan/koparmaya çalışan bir şiir olmuştur. İki binlerde yazan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Altmış/yetmiş doğumlu olanlar da yazıyor; seksen/doksan doğumlu olanlar da. Hatta iki bin doğumlu kişilerin de yazdıklarını görüyoruz. Bu çeşitlilik içinde belli bir yönelimden söz etmek mümkün müdür? ‘’Soylu Yenilikçi Şiir Manifestosu’’, ‘’İmgeci Toplumcu Şiir Manifestosu’’, ‘’Madde Akımı Manifestosu’’, ‘’Dördüncü Yeni Şiir Bildirisi’’, ‘’Yenibinyıl Şiir Bildirisi’’ gibi çıkışlar oldu. Bunların şiir üzerinde etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? İki binli yılların şiiri kendinden önceki dönem şiirinden kopabildi mi? Bir kopma olduysa bu kopmanın çıkardığı ‘ses’i nasıl, hangi kavramlarla tanımlayabiliriz?

Şeref Bilsel: Benim de ‘şerh’ düşerek imza koyduğum bir bildiri oldu, bu aralıkta. Eskiden bir araya gelmek, ciddi bir dergi çıkarmak ‘manifesto’dan fazla etkiliydi. Bizde ilk beyanname (Fecr-i âti)’den 2000’li yıllara kadar yayımlanan manifesto sayısı, 2000’lerden fazla yayımlananlardan az. Son dönemde yayımlanan bildirgelerin temel özelliği ‘bireysel’ olmalarıdır. Yeni bir şey yapmak için ya sizden önce yapılanı yıkıp yerine yeni bir şey yapmalısınız ya da sizden öncekiyle hesaplaşacak özgün bir şey inşa etmelisiniz. Gecekonduların yamacında bir küfür gibi yükselen gökdelenlere bakarak şiirimiz hakkında bir fikir edinebiliriz. Şairin manifestosu şiiridir.

  • Şiirin, tel örgüyle, duvarla, sopayla vb. şeylerle bir geometrik şeklin içine hapsedilemeyeceğini biliyor herkes. Aksi olsaydı, bu gün şiir tek bir yataktan akan bir nehir görüntüsünde olurdu. Şiir estetiği, şiirin yazıldığı dönemle mi ilişkili? İlişkiliyse şiiri bir kalıba sokma uğraşı doğru olur mu? Genel geçer(şiirin ağzına kilit vurmayacak) bir estetik anlayışını ortaya koyacak etmenler nelerdir?

Şeref Bilsel: Şair, içine bakacak. Tel örgü de orda, duvar da, karanfil de. Doğası itibarıyla biat etmeyen, el pençe divan durmayan, başkaldıran bir atmosferi sever şiir. Bize kalan- bir kısmıyla tanışma onuruna erdiğimiz- şairlerin ortak özelliği kendi sivilliklerine, yalnızlıklarına bir mücevher gibi sahip çıkmaları. Hiçbir erkin, statükonun karşısında eğilip bükülmemeleri. Şiir, şiirden öğrenilir. İyi şiirler ortada. Şairler ölse bile şiirleri konuşmayı sürdürüyor. Şiir kalıpları, kulüpleri, klanları, kast sistemlerini reddeder. Son dönemde- gerçekten yeteneksiz birçok isim- kendi yazdıklarına vize alabilmek için yeni adlandırmalar, tanımlar oluşturmaya gayret ediyor. “Benim yazdığım şiir, ‘antikor şiir’ yahut “benim yazdığım ‘neolirik şiir’ diyor mesela. Böyle bir saçmalık şiirin, dilin doğasına aykırı. Yazamayanın, susma hakkını sonuna kadar kullanmasına şiir saygı duyar. Önemli olan yazmak isteyenin kendine- şiir karşısında- saygı duyabilmesi. Ben içtim, ben seçtim, ben sıçtım…oldu diyemez kimse.

  • Şiir dili günlük dilden farklı olmalıdır, anlayışı büyük oranda kabul görülen bir düşüncedir. Fakat bu konuda göz ardı edilmemesi gereken bir durum var; sözcüklerin çağrışım gücü şiirin temel yapı taşları arasındadır, belki de en önemlisidir. Tam burada ‘Şiir Dili’’ ve ‘’Günlük Konuşma Dili’’ ayrımı ortaya çıkar. Sözcükleri yontmak, yeni anlamlar yüklemek, Türkçenin sağladığı olanaklardan faydalanmak, yapım eklerinin sözcüklere(cümlelere) kattığı/katacağı anlamı fark etmek varken, işlevini/işlerliğini/kullanım değerini yitiren bazı sözcükleri alıp şiirde kullanmak ‘iyi şiirin’ yapı taşları arasında sayılıyor bu gün. Halk arasında konuşulan dilden kopup eskimiş sözcükleri kullanmak mı yoksa var olan dili alıp işlemek mi, hem yeni bir şiir dili hem de şiir dili/konuşma dili ayrımını ortaya koyar?      

Şeref Bilsel:  İçinize ne doğmuşsa onu anlatacak sözcük/kelime kadrosu size sormadan devreye girer. Sahici bi uğraş içindeyseniz bu durum terler gibi, içeriden olur. Hem şairlerin hem şair olmayanların dilini aynı anda gözetip yazmak bir yetenek. Netice de şiir de birileriyle iletişim kurmak için kâğıdın üzerine çıkar; herkesle konuşmak ister. Dili işleyip geliştiren kürsü sahibi insanlar değil; halktır. Minibüste, toprak arsada, cezaevinde, şoför mahallinde, tarlada…dilin son ucudur bu, oradan işe başlamak lazım.

  • Czeslaw Miloz diyor ki, ‘Şiir nedir ki, insanları ve ulusları kurtarmıyorsa eğer?’’. Şiirin kaynaklarına bakacak olursak, her şair kendi coğrafyasını bir şekilde şiirinde anlatır/anlatmıştır. Coğrafyayı/kıtayı/ülkeyi/bölgeyi/şehri ve insanı göz önünde bulundurursak ‘şiir’in sesi’ kavramına da varır mıyız? Varıyorsak/varabiliyorsak aynı ülke içerisinde yazılan şiirlerin ses açısından farklılık (bölge, şehir) gösterdiğini, gösterebileceğini ve yine şiirin dilsel bir sınırı olmadığını da kabul etmiş olur muyuz? Türkçe yazılan ve Türkçeye çevrilen şiirleri okuduğunuzda şiirdeki “sesin” giderek bir görev edinmiş/edinmeye çalışan bireyin sesi olduğunu ileri sürmek mümkün müdür? Bunu kanıtlar nitelikte şiirler var mıdır? Yazılıyor mu halâ?

Şeref Bilsel: Neruda’da buna benzer bir şey diyor ‘Kara Ada Şiirleri’nde. Sonunda da “erkeğin erkekçe sunacağı hüznün arkadaşlığından başka ne var” diye ekliyor. ‘Hüznün arkadaşlığı’ önemli İhsan.

  • Biliyorsunuz, şiir gündeminden eksik olmayan bir konudur, gelenek konusu. Gündemde olması şiirin kanallar yoluyla akan, aktarılan olmasıyla ilintilidir diyebiliriz. Geleneğe bir de şu açıdan bakalım; Şairlerin, gerek şiir içine gerekse şiir başına/sonuna yaptıkları alıntıları düşünecek olursak, metinlerarasılık (şiirlerarasılık) hakkında ne söylemek istersiniz? Yapılan ‘’alıntılar’’ ‘o şiire’ nasıl/ne tür bir katkı sağlar? Özellikle ‘şiirin içine yapılan alıntılar’dan, bir alıntı sonucu yazılan (tamamlanan) şiir/ler savını öne sürebilir miyiz?  

Şeref Bilsel: Hepimiz birer alıntı sayılırız anneden, babadan, evden…demiştim. Şiir, alıntılarla hedefini kaybeden bir tür. İthaflar da şiir için sakıncalı bence. Bir sözcüğün yerini yirmi yıl arayan şairlerin oluşturduğu bir gelenek içinde ‘ithaftan’ –hele hele şiirini belirginleştirmiş birine ithaftan- sakınmak lazım. Çünkü sizin yazmakta olduğunuz bir şiirin göğsüne ithaf ettiğiniz şairin şiiri saplanabilir. Bu, yeni bir okumayla vs halledilebilecek bir şey değil. Ölmüş bir şair arkadaşınıza, büyüğünüze ithaf edeceğiniz şiir, sizden çok onundur zaten, bu ayrı. Bu, uzun konuşulacak bir mesele.

  • “Yaşça büyük şairlerin çoğunun gençleri izlemediğini ya da yeterince izlemediğini biliyoruz. Bu her zaman böyle olmuştur.” Bunu, Cemal Süreya bir söyleşisinde dile getiriyor. Burada yaş sınırı olarak “30 Yaş”ı almak isterdim ama Cahit Sıtkı’ yı kırmamak adına 35 diyelim. Şairlerin birbirlerini yeterince takip etmemesi gerçekliği olan bir konu mu? Bazen geleneği aşmak, ondan farklı bir şiir ortaya koymak, kendisine alan oluşturmaya çalışırken kendinden önceki şiirin (şairin) gücüyle karşılaşan ve bu durumdan “yaşlı (önde) şairin” sorumlu olduğunu düşünen, bu nedenle o şairin(birçok) şiirlerini okumadığını hatta kötü bulduğunu dile getiren birtakım konuşmaları duyabilmek mümkündür. Sosyal medya bu durum için biçilmiş kaftandır. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Şairlerin birbirini yeteri kadar okuduğunu düşünüyor musunuz? Okumanın ve okumamanın şiire katkıları nasıldır? Nasıl olur?

Şeref Bilsel: Şiir az okunmayı sürdüren bir tür hâlâ. Eskiden, belli dönemler üzerinden (1950’ler, ‘60’lar) söz alan şairler yarışırcasına birbirini okur ve izlermiş.  Şimdi sayı çok, insan nüfusu da arttı; şiire düşen kontenjan çoğaldı. Kitap fuarlarına gidip birbirine üç beş kitap imzalayıp gelen şairler etkinlik yapmış oluyor. Bazen de hiç tanımadığınız biri aranızdan korumalar eşliğinde geçip bine yakın kitap imzalayıp gidiyor; bunların her ikisi de şiire dâhil değil. Şiir, herkes okusun, herkes satın alsın , herkes gelip kendi üzerine konuşsun diye yazılmaz, yazılmadı hiç. Ben 35 yaşında değilim; bulabildiğim, merak ettiğim, bana gelen her şeyi okumaya çalışıyorum; bunun yanı sıra Varlık dergisine her ay gelen 500’e yakın şiire bakıyorum. Sosyal medya şiirin tartıya vurulacağı bi yer değil.

  • Şu açıktır ki, sanatın her dalı birbirinden etkilenmiştir. Fotoğrafı, hem bir ölü (mezar) hem bir canlı (anı) olarak ele alırsak, şiir ve fotoğraf arasında bir bağdan/etkilenmeden söz edebilir miyiz? Nasıl bir etkileşim olmuştur? Ya da şöyle düşünelim; insan hayatında önemli bir yere sahip olan fotoğrafa ‘şiir’ diyebilir miyiz? ( kişinin çizip çektiği şeyleri dışarıda tutarak )

Şeref Bilsel: Öyle bir yazı yazdım: Şiir ve Fotoğraf diye. Şiir, dondurulmuştur, bir şey çıkartılıp eklenemez; sinema, akar, boşluğa doğru. Şiir, fotoğrafa benzer, evet.

  • Bakın şimdi şu sayacağım şeylerin/ Okulu yok (S. Kudret Aksal):  

Şeref Bilsel: Haklı olduğun halde hakkını tertemiz savunmanın; yağmurun yağmasının, narın çatlamasının, şehre varınca zalimleşen merhametin; Korsika’da, Kırım’da, Kosova’ da, Kızıltepe’de (Uğur Kaymaz ah ki ah!) Karaçi’de,  Keşmir’de yaşananların okulu yok.

Şiir yazan herkes insan olsaydı her insan şair olurdu; insan olmayan şiir yazamaz. Eskiden bir ‘kültür’ işi sayılırdı; Divân şiirinde olduğu gibi. Eskiden yazanlar yine aynı yerlerinde; gençler geliyor, güzel şeyler yazıyorlar; bazılarının şiir yazdıktan sonra yatacak yeri olmuyor. Onlar –yatacak yeri olmayanlar-  yaşatıyor şiiri. Şairin, niye yatacak yeri olsun!  Evleri olmasın ama var olsunlar.

                                                          FATİH AKÇA

  1.  Hemen her dönemde şiirde sıkça kullanılan sözcükler(mekân/olay adı/siyasal değişimin öne çıkardığı duygu vs.) vardır. Bu günden örnek verecek olursak, ‘park’ sözcüğü sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Çağrıştırdığı anlamın değişimi de etkili olmuştur hiç şüphesiz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Kendi şiirinizde ‘ortak çağrışım gücüne(hüzünlendirici, mutlandırıcı vb.)’ sahip, asıl anlamının birtakım olaylar sonucu değişip farklı bir çağrışıma evrilen, sözcükleri kullanıyor musunuz? Günümüzde yazılan şiirin ortak imgeleri/mazmunları var mıdır?

Fatih Akça: Ortak kelimeler, duyuşlar ya da benzer durumlarda ortak tepkiler olması doğal. Neticede  aynı koşullar içinde yaşıyoruz, çoğumuz. Ne var ki imgenin ortak olması mümkün değil; çünkü imge şair için bir” ben” yorumudur, okuyucu içinse ayrı bir yorum, bakış açısı.  Bu ikisini birbirinden ayırmak, karıştırmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Sık kullanılan kelimelerin oluşumuna bakmak gerekiyor. Bir şeyin sık kullanılıyor olması ortak bir duyuşun, algının da örgütlenmesidir. Bu nedenle toplumda karşılığı olan olaylar, durumlar bir ifade aracı olan dilde karşılık bulurken şairin bundan bağımsız olması düşünülebilir mi? Elbet benim de hem geçmişten gelen, hem bugün birçok şairin kullandığı kelimeleri, metaforları kullandığım oluyor. Misal benim” Taşlar ve Avlular’’ diye, Hüseyin Köse’nin de “Taşlara Düğüm” diye bir kitabı var. İkimiz de taş kelimesinde ortaklaştık ama o kelimenin taşıdığı anlam, işleyiş biçimi şairden şaire değişir, değişmesi de gerekir.

  • Türk Şiiri genel anlamda bir ‘tepki’ yoluyla gelişen/genişleyen/öncekinden ayrılan/bağını koparan/koparmaya çalışan bir şiir olmuştur. İki binlerde yazan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Altmış/yetmiş doğumlu olanlar da yazıyor; seksen/doksan doğumlu olanlar da. Hatta iki bin doğumlu kişilerin de yazdıklarını görüyoruz. Bu çeşitlilik içinde belli bir yönelimden söz etmek mümkün müdür? ‘’Soylu Yenilikçi Şiir’’, ‘’İmgeci Toplumcu Şiir Manifestosu’’, ‘’Madde Akımı Manifestosu’’, ‘’Dördüncü Yeni Şiir Bildirisi’’, ‘’Yenibinyıl Şiir Bildirisi’’ gibi çıkışlar oldu. Bunların şiir üzerinde etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? İki binli yılların şiiri kendinden önceki dönem şiirinden kopabildi mi? Bir kopma olduysa bu kopmanın çıkardığı ‘ses’i nasıl, hangi kavramlarla tanımlayabiliriz?

Fatih Akça: Yazmak ve söylemek her zaman diliminde revaçta olmuştur. Sadece 2000’li yıllarda bazı imkânların değişmesi yayımlama konusunda –özellikle sosyal medya- insanları daha görünür kıldı, eminim Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu zamanında da onlarca şair, saz aşığı vardır fakat bugüne kalanları biliyoruz. Diğerleri yok. O nedenle çok fazla insanın yazması ve söylemesini bir sorun gibi görmemek gerekir. Belirli yönelimlerin yaşla bir alakası olduğunu sanmıyorum, bizi belirleyen şeyler toplumun yapısı ve köşeleridir. Altmış yetmiş doğumlu ile iki bin doğumlu şair aynı dönemi yaşıyor, elbette aralarında tecrübe-deneyim farkı olacaktır.  Her bildirinin, manifestonun bir etkisi olacağı kuşkusuz fakat artık manifesto ve bildiriler çağının da kapandığını görmek gerekir.Ortak bir şiir yönelimi bu zamanda mümkün değil, ortak bir şiir anlayışı da öyle.Bireyin kendi şiiri ile var olmaya çalıştığı bir zaman diliminden geçiyoruz.  İki binli yılların şiirini konuşmak için henüz oldukça erken.Bu konudaki çalışmalar da yeni yeni ortaya çıkıyor ve keskin bir hat yok zaten. Türkiye’de bu konu hiçbir zaman keskin bir biçimde gelişmedi diye düşünüyorum.  Bir dönemin şiiri bir önceki dönemin şiirinin içinden bir eleştiri olarak doğar.Bunun  tam olarak” kopma”şeklinde  tarif edilemeyeceğini düşünüyorum.

  • Şiirin, tel örgüyle, duvarla, sopayla vb. şeylerle bir geometrik şeklin içine hapsedilemeyeceğini biliyor herkes. Aksi olsaydı, bu gün şiir tek bir yataktan akan bir nehir görüntüsünde olurdu. Şiir estetiği, şiirin yazıldığı dönemle mi ilişkili? İlişkiliyse şiiri bir kalıba sokma uğraşı doğru olur mu? Genel geçer(şiirin ağzına kilit vurmayacak) bir estetik anlayışını ortaya koyacak etmenler nelerdir?

Fatih Akça: Şiirin estetikle ilişkisine farklı yönlerden bakmak mümkün.Hem dil üzerinden –dilin de canlı olduğunu düşünürsek-hem de şiirin  yazıldığı dönemin şartları üzerinden. Hatta bir önceki dönem ile ilişkisi bakımından da değerlendirilmelidir bu mesele.Şiirin estetiğini belirleyen bu ve bunun gibi faktörlerin tümünü içine alan bir estetik anlayışı olması gerekiyor,Şiirin ağzına kilit vurmayalım derken  estetiği, şiirin dilini yok sayarak yazılan şiire karşı çıkmak gerekiyor.

  • Şiir dili günlük dilden farklı olmalıdır, anlayışı büyük oranda kabul görülen bir düşüncedir. Fakat bu konuda göz ardı edilmemesi gereken bir durum var; sözcüklerin çağrışım gücü şiirin temel yapı taşları arasındadır, belki de en önemlisidir. Tam burada ‘Şiir Dili’’ ve ‘’Günlük Konuşma Dili’’ ayrımı ortaya çıkar. Sözcükleri yontmak, yeni anlamlar yüklemek, Türkçenin sağladığı olanaklardan faydalanmak, yapım eklerinin sözcüklere(cümlelere) kattığı/katacağı anlamı fark etmek varken, işlevini/işlerliğini/kullanım değerini yitiren bazı sözcükleri alıp şiirde kullanmak ‘iyi şiirin’ yapı taşları arasında sayılıyor bu gün. Halk arasında konuşulan dilden kopup eskimiş sözcükleri kullanmak mı yoksa var olan dili alıp işlemek mi, hem yeni bir şiir dili hem de şiir dili/konuşma dili ayrımını ortaya koyar?     

Fatih Akça: Şiir dilinin günlük dilden farklı olma konusu bence iyi düşünülmesi gereken bir konu.Günlük dil ile şiir dilinin ayrımını tam olarak nerede belirleyeceğiz? Biraz daha açmak gerekirse günlük dil bir anne ise onun doğurduğu çocuk da şiir dilidir, haliyle şiir dili büyür, gelişir, annesi ile çatışır kendine yeni bir yol çizer ama ondan da bağımsız değildir. Kelimenin kullanım değeri şiirin örgütlenişi ile belirlenir.Şiir neticede bir yapıdır.  Osmanlı dönemini anlatan bir şiirde neden o döneme ait bir sözcük kullanılmasın, asıl kullanılmaması tuhaf olur. Şiirde zamansal sapmalar elbette mümkün ama verilmek istenen duygu, düşünce, şiirin mekanı oluşurken o dönemin ruhunu yansıtan sözcükler seçilmelidir.Tabi bunu “yapmış” olmak için yapmamak gerekir.Zaten bu noktada o sözcükler şiirin içinde bağlantısız, bağlamsız olarak sırıtıp duracaktır. Şair yeni kelimeler bulan, dile katkı sağlayan birisi olduğu kadar sözcükleri yaygınlaştıran kişidir.Bu artık pek mümkün değil. Bahsettiğin iki husus birbirinin karşıtı değil. O nedenle sözcükler tek başlarına ifade ettikleri değeri ve  anlamı şiirin içinde örgütlenerek ortaya koyarlar.Bunu ortaya çıkan şiirde aramak gerekiyor.

  • Czeslaw Miloz diyor ki, ‘Şiir nedir ki, insanları ve ulusları kurtarmıyorsa eğer?’’. Şiirin kaynaklarına bakacak olursak, her şair kendi coğrafyasını bir şekilde şiirinde anlatır/anlatmıştır. Coğrafyayı/kıtayı/ülkeyi/bölgeyi/şehri ve insanı göz önünde bulundurursak ‘şiir’in sesi’ kavramına da varır mıyız? Varıyorsak/varabiliyorsak aynı ülke içerisinde yazılan şiirlerin ses açısından farklılık (bölge, şehir) gösterdiğini, gösterebileceğini ve yine şiirin dilsel bir sınırı olmadığını da kabul etmiş olur muyuz? Türkçe yazılan ve Türkçeye çevrilen şiirleri okuduğunuzda şiirdeki “sesin” giderek bir görev edinmiş/edinmeye çalışan bireyin sesi olduğunu ileri sürmek mümkün müdür? Bunu kanıtlar nitelikte şiirler var mıdır? Yazılıyor mu halâ?

Fatih Akça: Miloz biraz abartmış diye düşünüyorum.Şiirin omuzları üzerine bu kadar yük bindirmek doğru değil.Şiir insanları ve ulusları kurtarmak zorunda değil, bunu yapması gereken kişi sanatçı değil.Elbette şiir ya da sanatın herhangi bir dalı buna ön ayak olabilir, durumu daha keskin daha vurucu hale getirebilir, getirmiştir de. Gorki’nin “Fırtınanın Habercisi” öyküsü Sovyet Devrimi’nin ayak izlerini taşır.Burada haliyle sanatçının dünyaya bakışı, onu yorumlayışı ya da onu değiştirmeye gönüllü olup olmadığı sorusu karşımıza çıkıyor.  Asım Bezirci 2. Yeni şiirini bir burjuva şiiri, kaçış şiiri olarak görmüştü o günün şartlarında ama Gezi sürecinde 2. Yeni başka bir şekilde çıktı karşımıza.O nedenle bunu iki türlü düşünmek gerek: Bir günün şartlarında bir de gelecekte oluşabilecek durumları kapsayabilirliği bakımından.Zira birçok sanat eseri içinde bulunduğu çağın bir sonrasında anlamlandırılabilmiştir. Günümüz şiirinin bir birey şiiri olduğunu söylemek abes bir durum değil.Zira bireyleşme bu çağın toplumsal ilişkileri parçalaya parçalaya kurduğu bir şey. Birey dediğim toplumun en küçük parçası; haliyle çağını dert edinen, savaşa, ırkçılığa, ötekileştirmeye karşı çıkan bir şairin bireysel sesi olabilir.Bu ses pekala toplumun içinde karşılık bulabilir.

  • Biliyorsunuz, şiir gündeminden eksik olmayan bir konudur, gelenek konusu. Gündemde olması şiirin kanallar yoluyla akan, aktarılan olmasıyla ilintilidir diyebiliriz. Geleneğe bir de şu açıdan bakalım; Şairlerin, gerek şiir içine gerekse şiir başına/sonuna yaptıkları alıntıları düşünecek olursak, metinlerarasılık (şiirlerarasılık) hakkında ne söylemek istersiniz? Yapılan ‘’alıntılar’’ ‘o şiire’ nasıl/ne tür bir katkı sağlar? Özellikle ‘şiirin içine yapılan alıntılar’dan, bir alıntı sonucu yazılan (tamamlanan) şiir/ler savını öne sürebilir miyiz

Fatih Akça: Elbette tamlayan olarak başka bir şairin sözü bazen şiirlerin içine konuk olabilir, bunu normal karşılıyorum.Ortak bir duygudaşlık ya da başka bir anlam yüklenerek yeniden bir yorum olarak görmek mümkün.Bu aslında alınan dizenin, bölümün yeniden yorumlanışına da denk düşer.

  • “Yaşça büyük şairlerin çoğunun gençleri izlemediğini ya da yeterince izlemediğini biliyoruz. Bu her zaman böyle olmuştur.” Bunu, Cemal Süreya bir söyleşisinde dile getiriyor. Burada yaş sınırı olarak “30 Yaş”ı almak isterdim ama Cahit Sıtkı’ yı kırmamak adına 35 diyelim. Şairlerin birbirlerini yeterince takip etmemesi gerçekliği olan bir konu mu? Bazen geleneği aşmak, ondan farklı bir şiir ortaya koymak, kendisine alan oluşturmaya çalışırken kendinden önceki şiirin (şairin) gücüyle karşılaşan ve bu durumdan “yaşlı (önde) şairin” sorumlu olduğunu düşünen, bu nedenle o şairin(birçok) şiirlerini okumadığını hatta kötü bulduğunu dile getiren birtakım konuşmaları duyabilmek mümkündür. Sosyal medya bu durum için biçilmiş kaftandır. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Şairlerin birbirini yeteri kadar okuduğunu

Fatih Akça: Şairin yaşı olur mu emin değilim belki tecrübe ya da şiirimizdeki kırılma dönemlerine şahit olmuş bir şairin daha küçük bir şaire göre ciddi avantajları, tespitleri olabilir.Buna sözüm yok elbette ama diğer noktadan bakarsak “genç şair” şiirini yaşça büyük şairlere  olumlatma kaygısında olmamalı diye düşünüyorum.Gençlerin yeterince takip edilmediği doğru.Bunun başka sebepleri de var.Genç şair bile yaşıtını takip edemeyebilir çünkü çok fazla şiir kitabının basıldığı ve okunmadığı bir ülkedeyiz.  Tabi bir de ahbap-çavuş ilişkileri var.Fakat nihayetinde şiir ölüm gibi herkesi eşitleyebilir.Bu nedenle çok takılmamak lazım bu takip meselesine. Gençliğin bir yönü var ki hem fayda hem zarar getirir:O da kendine aşırı güven ya da denenmemiş şeyleri deneme yönündeki cesareti.Zararı da kendini gördüğü dev aynasıdır.Bu nedenle geçmişi okumak yetmez ,geçmişi anlamak, saptamak, o günün şartlarını da tahlil etmek gerekir.Yoksa ne bugünü anlayabilir şair ne de yarını kurabilir.   Geleneği bilmeden aşmak ilginç ve gülünç bir iddia olarak kalır.  Şairlerin birbirini yeteri kadar okumaması elbette doğru bir tespit.Daha kötüsü de piyasaya çıkarılan şiirin çok çabuk bir şekilde tüketilmesidir.Bu daha tehlikeli bence.Bir şiir kitabının ömrü ne kadar?Çıktığı andan sonra ne kadar yaşıyor bir şiir kitabı? Okumanın şiire katkısı inkar edilemez.Kimseyi okumuyorum ama şairim diyen süper kahramanları da ciddiye almamak lazım.Bu özgüven içi boş bir özgüvenden başka bir şey değildir, yıkılır gider.

  • Şu açıktır ki, sanatın her dalı birbirinden etkilenmiştir. Fotoğrafı, hem bir ölü (mezar) hem bir canlı (anı) olarak ele alırsak, şiir ve fotoğraf arasında bir bağdan/etkilenmeden söz edebilir miyiz? Nasıl bir etkileşim olmuştur? Ya da şöyle düşünelim; insan hayatında önemli bir yere sahip olan fotoğrafa ‘şiir’ diyebilir miyiz? ( kişinin çizip çektiği şeyleri dışarıda tutarak )

Fatih Akça: Elbette sanatçılar birbirine düşman olabilir ama sanat dalları için birbirini destekleyen geliştiren bir durum söz konusu. Güzel bir an her zaman fotoğraflanmayabilir ama fotoğraf –sanatsal kaygı dışında- her zaman insanı etkilemiştir.Hele kendi fotoğrafı…İnsanın seneler önceki halini, ya da o anı tekrar yaşaması mümkün değil.En azından aynı duygularla yaşaması.Bu nedenle şiir diyemesek de pekala şiirsel bir duygudan söz edebiliriz

.

       İ.  Bakın şimdi şu sayacağım şeylerin/ Okulu yok (S. Kudret Aksal):

Fatih Akça: İnsanın okulu yok, sınırsız bir evren…  Keza insanlık da öyle. Sanırım insan olabilirsek birçok sorunun da çözümünü bulmuş oluruz.

                                               ÖNDER ÇOLAKOĞLU

  1. Hemen her dönemde şiirde sıkça kullanılan sözcükler(mekân/olay adı/siyasal değişimin öne çıkardığı duygu vs.) vardır. Bu günden örnek verecek olursak, ‘park’ sözcüğü sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Çağrıştırdığı anlamın değişimi de etkili olmuştur hiç şüphesiz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Kendi şiirinizde ‘ortak çağrışım gücüne(hüzünlendirici, mutlandırıcı vb.)’ sahip, asıl anlamının birtakım olaylar sonucu değişip farklı bir çağrışıma evrilen, sözcükleri kullanıyor musunuz? Günümüzde yazılan şiirin ortak imgeleri/mazmunları var mıdır?

Önder Çolakoğlu: Şiirde yeni sözcüklerin kullanılması ya da yazılan şiirin zamanına göre, bazı sözcüklerin daha sık, daha görünür kullanılması; Türk şiirinde izlenen bir durum. Geçmiş dönemlerde bunun örneklerini, Türk şiirinin geçirdiği evreler ve savrulmalarla ilintili olduğunu görmekteyiz. Bunun yanı sıra kuşaklar kavramsalının da bu söylediğiniz duruma etkisi yadsınamaz.

     Kuşak kavramsalı içinde; aynı yılda doğmak, aynı mekânlarda yaşamak, aynı kültür içinde yoğrulmuş olmak ve belli duyarlılıkların ön planda olduğu zamanlardaki duygu, düşünce, fikir ve zevklerin aynı estetik ve aynı poetik hareketlerde olması sıralanabilir. Böyle bir havuzda bazı sözcüklerin sık ve altı çizilerek ön planda olması kaçınılmaz, diye düşünüyorum. Ama Türk şiirinde son on- on beş yıllık süreç içinde bu durumların çoğunun gücünü yitirdiğini, bilişim çağında sosyal medya denen küresel oyuncak sayesinde; (hepimizin teslim olduğu) şiire emek verenlerin birbirini kolaylıkla takip edebildiği bir çağda yaşıyoruz. Birbirinde gördükleri ve “Ben bunu neden düşünemedim, kullanmayı akıl etmedim.” sözlerini sıklıkla tekrar ettiklerini görüyoruz.

     Şairin mutlak bir bireysellikle yol aldığı ve almak zorunda olduğu bir süreçte bu sözcüklerin dönemsel ve kuşaksal bir durumdan öte, şaire göre farklılıklar içerdiğini düşünüyorum, düşünmek istiyorum. Ben kendi şiirlerimde bazı sözcükleri ön planda tutmaktan ya da yinelemekten öte daha çok sözcükle, çağa tanıklığımızı ve duyarlılığımızı anlatmayı amaçlıyorum. Bu çağın acımasızlığı ve bitmek bilmeyen insanlık dışı olaylardan sonra bu tanıklıkla bulacağımız sözcükler kısa sürede değişikliklere uğrayabilir. Yine de dergi ve kitaplarda okuduğumuz şiirlerde; kadim, rahim, tanrı, esrik, ebemkuşağı ve deneysel şiirlerde özellikle sık rastladığımız mitolojik figürler (sanki olmazsa olmazmış gibi) ortak sözcükler olarak karşımıza çıkıyor. Ben bu sözcükleri, bu dönemin ortak sözcüklerinden çok moda ve taklitsel bir sürecin fotoğrafı olarak görüyorum.

  • Türk Şiiri genel anlamda bir ‘tepki’ yoluyla gelişen/genişleyen/öncekinden ayrılan/bağını koparan/koparmaya çalışan bir şiir olmuştur. İki binlerde yazan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Altmış/yetmiş doğumlu olanlar da yazıyor; seksen/doksan doğumlu olanlar da. Hatta iki bin doğumlu kişilerin de yazdıklarını görüyoruz. Bu çeşitlilik içinde belli bir yönelimden söz etmek mümkün müdür? ‘’Soylu Yenilikçi Şiir Manifestosu’’, ‘’İmgeci Toplumcu Şiir Manifestosu’’, ‘’Madde Akımı Manifestosu’’, ‘’Dördüncü Yeni Şiir Bildirisi’’, ‘’Yenibinyıl Şiir Bildirisi’’ gibi çıkışlar oldu. Bunların şiir üzerinde etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? İki binli yılların şiiri kendinden önceki dönem şiirinden kopabildi mi? Bir kopma olduysa bu kopmanın çıkardığı ‘ses’i nasıl, hangi kavramlarla tanımlayabiliriz?

      Önder Çolakoğlu: Birinci sorunun devamı gibi düşünerek devam edebilirim.

     Kuşak kavramı için son söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Bu kavramsal bitmiştir. Başkaldırılar ve yeni kavramı direkt olarak şairin şiirine, yazısına yansıyacaktır. Ortak bildirgeler, ortak bir şeyi mutlak olarak öne sürmenin, uzun süreli olacağını düşünmüyorum. Zaten Türk şiirinin de bunu manifestolara ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Ahmet Oktay’ın dediği gibi, manifesto yazdıracak köklü bir alt üst oluş yok. Manifesto onu yazanın şiire bakışıyla sınırlı çünkü. Şiirimizde olması gereken yeninin aranışıdır. Yeninin mutlak tanımı yoktur. Bu tanımı şair kendi bireysel savaşımıyla yapacaktır, bozacaktır. Yeniden yapacaktır. Kalıplardan uzak durmak, sınırlara yaslanmamak, eleştirisel dinamikleri şiir sanatının içine korkmadan yerleştirmek, bu yeninin paragraf başlarıdır.

     Son yirmi yıllık süreçte bu bireysel savaşı veren; Şeref Bilsel, Baki Ayhan, Gonca Özmen, Nilay Özer, Gökhan Arslan gibi isimlerin yaptıklarının Türk şiirinde çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu bireysel savaşlar, tek başlarına anlamsız gibi görünse de; sosyal medya aracılığıyla, yazılanlara, söylenenlere ulaşım kolaylığı şiir adına ortaya konan güzelliklerin, gidilecek yolun bu bireysel mücadele dozunu arttırmak olduğunu bize gösteriyor. Bu kopuş da bu insanların soluğunun çok önemli kırılmalar yarattığını düşünüyorum. Ortak sese değil, çokça soluğa, çokça tartışmaya ve buradan damıtılmış çokça yazıya, şiire ihtiyacımız var.

  • Şiirin, tel örgüyle, duvarla, sopayla vb. şeylerle bir geometrik şeklin içine hapsedilemeyeceğini biliyor herkes. Aksi olsaydı, bu gün şiir tek bir yataktan akan bir nehir görüntüsünde olurdu. Şiir estetiği, şiirin yazıldığı dönemle mi ilişkili? İlişkiliyse şiiri bir kalıba sokma uğraşı doğru olur mu? Genel geçer(şiirin ağzına kilit vurmayacak) bir estetik anlayışını ortaya koyacak etmenler nelerdir?

Önder Çolakoğlu: Ben bu cevaba direk Cemal Süreya’nın: “Şiir anayasaya aykırıdır.” sözü ile başlamak isterim.

     Dönemsel bazı benzeşmeler olması kaçınılmaz olsa da şiir estetiğinin sınırsal bir alana hapsetmek şiire haksızlıktır. Bunu zorla yaptırmak istesek de başarma şansınız yoktur. Türk şiirinde son olarak, İkinci Yeni’nin yeri tanımlandı. Ondan sonra, bugüne kadar ki şiirin nasılı, nedenselliği ve estetize sınırları yoktur, sınırlandırılmamıştır. Zaten bu sınırlamayı yapmak ya da başka arayışlara girmek doğru değildir.

     Şiir estetiği yaratısının birincil koşulu şairin hesap veremeyeceği durumun olmamasıdır. Ses, müzik, biçim, yapı, imge, eğretileme, mecazlar vs. deneysellikler; hepsinin karşılığı olduğu müddetçe, şiir belli bir kalıba sığmayacaktır. Bu çağda mutlak sınırsızlıkların bireysellikle şahlandığı ortamda bir sanatsal estetik sınırı çizmek, o sanata topla tüfekle saldırmaktır ya da bunu yapanların egolarına yeni güç alanları bulma niyetidir.

  • Şiir dili günlük dilden farklı olmalıdır, anlayışı büyük oranda kabul görülen bir düşüncedir. Fakat bu konuda göz ardı edilmemesi gereken bir durum var; sözcüklerin çağrışım gücü şiirin temel yapı taşları arasındadır, belki de en önemlisidir. Tam burada ‘Şiir Dili’’ ve ‘’Günlük Konuşma Dili’’ ayrımı ortaya çıkar. Sözcükleri yontmak, yeni anlamlar yüklemek, Türkçenin sağladığı olanaklardan faydalanmak, yapım eklerinin sözcüklere(cümlelere) kattığı/katacağı anlamı fark etmek varken, işlevini/işlerliğini/kullanım değerini yitiren bazı sözcükleri alıp şiirde kullanmak ‘iyi şiirin’ yapı taşları arasında sayılıyor bu gün. Halk arasında konuşulan dilden kopup eskimiş sözcükleri kullanmak mı yoksa var olan dili alıp işlemek mi, hem yeni bir şiir dili hem de şiir dili/konuşma dili ayrımını ortaya koyar?     

      Önder Çolakoğlu: Bir yerde bir şiiri ilk okuduğumuzda bu şiir ne anlatıyor sorusunu sormak zorunda mıyız? Şiirin konusu ve şiiri anlamının ilkliği, önemi ortadan kalkmıştır günümüzde diye düşünüyorum. Şair anlatmak istediğini boşluk bırakmadan anlatıyorsa o şiirin şiir olup olmadığı zaten tartışılır…

     Tuğrul Tanyol’un bir yazısındaydı sanırım, “Müzik de dil ses, resimde dil renk ise şiirde dil, sözcük uyumudur.” Bu uyumun saç ayakları müzik, akustik, entonasyondur. Yani söylenenden çok, söyleyiş biçimidir. Konuşma dili de olabilir, eski-yeni sözcüklerden yaratılı yeni sözcüklerin soluğu da olabilir, kullanılacak dil. Şiir bir mesaj kaygısı taşımaz, taşımamalıdır. Göstermez, çağırır, çağrıştırır. Bunu şairin kullanacağı dil belirler. Ve her şiirde bu değişebilir. Toplam bir estetik ile bu dilin olanaklarından faydalanıp hedefine ulaşır şair.

     Şiirde imgeyi, alışılmamış bağdaştırmaları, mecaz yoğunluğunu, az sözle çok şey anlatabilme gücünü, söz sanatlarını; konuşma dilinde pek kullanamayız.

     Şair dil işçisidir ve bu işçilikle hünerini gösterir. Yaratacağı dil ile her okuyana farklı anlamlar yaratabilmelidir. Eski-yeni sözcük kullanmaktan öte bunlarla yaptığı mücadeledir, şiiri ortaya çıkaran. Hangi buluşlar var? Yeni neler yaratmış?  Sözcüğün gücünü artırmak ve dilin sınırlı imkânlarını genişletmek amacıyla imgeye ve söz sanatlarını nasıl kullanmış?  Gündelik dil tek başlarına bir kavramı karşılar, onlara mecaz ve yan anlamlar verir. Şiir, diliyle günlük hayatta kullanılan dile, sözcüklere yeni anlamlar katar. T.S. Eliot’un bir sözü ile noktalayabiliriz sorunuzu: ‘Şiir dili, konuşma dilinin ve ondaki müziğin en kusursuz şeklini sunmak zorundadır. Gerçekte şiir diliyle konuşma dili birbirine öyle yakın olmalıdır ki, bir kimse o şiiri dinlerken ‘Eğer şiir dili kullanmasaydım böyle konuşurdum.’

  • Czeslaw Miloz diyor ki, ‘Şiir nedir ki, insanları ve ulusları kurtarmıyorsa eğer?’’. Şiirin kaynaklarına bakacak olursak, her şair kendi coğrafyasını bir şekilde şiirinde anlatır/anlatmıştır. Coğrafyayı/kıtayı/ülkeyi/bölgeyi/şehri ve insanı göz önünde bulundurursak ‘şiir’in sesi’ kavramına da varır mıyız? Varıyorsak/varabiliyorsak aynı ülke içerisinde yazılan şiirlerin ses açısından farklılık (bölge, şehir) gösterdiğini, gösterebileceğini ve yine şiirin dilsel bir sınırı olmadığını da kabul etmiş olur muyuz? Türkçe yazılan ve Türkçeye çevrilen şiirleri okuduğunuzda şiirdeki “sesin” giderek bir görev edinmiş/edinmeye çalışan bireyin sesi olduğunu ileri sürmek mümkün müdür? Bunu kanıtlar nitelikte şiirler var mıdır? Yazılıyor mu halâ?

Önder Çolakoğlu: Bu soruya aforizmatik bir yanıtla başlamak isterim.

     Yerel ve ulusal olan hiçbir şey, evrenselliğin önünde engel değildir. Aynen bu bence. Şair Veysel Çolak,  her duygunun ulusal olduğunu, önemli olanın ulusal da yerel de, evrenselde de olsa şiirin dille yazıldığını, şairin yazdığı ve yaşadığı dilin onun vatanı olduğunu vurgular. Gerçekte de ne kadar yerel dinamiklerle yazılırsa yazılsın ve o coğrafyanın sesi olarak karşımıza çıkan bir şiir sesi, anlattığı, duyumsattığı ve çağrıştırdığı şey, her yere aittir ve sınırlarını çizmek olasılıksızlaşır. Yerellik, evrensellik tartışması boşa düşer. Çok kolay başka dile çevrilen şiirlerin aslında duygulanım açısından ve genelde tek düze ve ufuk açıcı olmayan şiirler olduğu söylenir.

     Şiirde, ses de, coğrafya da; yerellik-evrensellik ekseni dildir. Şair dilin olanaklarından yararlanarak hangi yerel ve coğrafi yakınlıkla yazarsa yazsın ve o sesi hissederse hissetsin, yazdığı şiir şiirse dünyanın tüm başkentlerinde yankılanır. Söylediği, nasıl söylediği sınır tanımaz, şairin. Biz bu sınır tanımamazlıktan dolayı belki şiiri kutsuyoruz. Yani şairin o bölge, o şehirle ilgili bağını şiirin gelip ortasına bırakmak şiire de şaire de haksızlık olur.

  • Biliyorsunuz, şiir gündeminden eksik olmayan bir konudur, gelenek konusu. Gündemde olması şiirin kanallar yoluyla akan, aktarılan olmasıyla ilintilidir diyebiliriz. Geleneğe bir de şu açıdan bakalım; Şairlerin, gerek şiir içine gerekse şiir başına/sonuna yaptıkları alıntıları düşünecek olursak, metinlerarasılık (şiirlerarasılık) hakkında ne söylemek istersiniz? Yapılan ‘’alıntılar’’ ‘o şiire’ nasıl/ne tür bir katkı sağlar? Özellikle ‘şiirin içine yapılan alıntılar’dan, bir alıntı sonucu yazılan (tamamlanan) şiir/ler savını öne sürebilir miyiz

Önder Çolakoğlu: Türk şiirinin iki büyük geleneği var (Divan-Halk şiiri).

     Klasik soruları tekrar ederek ve tekrar cevapları vermek bazen gerçekten önemli diye düşünüyorum. Oturup divan ve halk edebiyatı şiiri yazmak değil elbet gelenek. Gelenek süreklidir. Gelenek geleceği oluşturan en önemli aydınlıktır, şiirde. Şairin gelenek serüveni bitmez, tükenmez bir yolculuktur. Şair farklı kültürlerden beslenerek kendine çıkış yolları arar. Şairin daha önceki şairlerin şiirlerinden alıntılar, esinlenmeler, etkilenmeler içinde olması bütünseldir. Bu şiirler (metinlerarasılık) şiiri yazan şaire yeni bir şey söyletebiliyorsa bunun hiçbir sakıncası yoktur. İstenen de olması gereken de budur. Şiirin farklı geleneklerden beslenmesi de şairin yeni şeyler söylemesi, açısından önemli bir zenginliktir. Şairin bu yararlanma sürecinde tarihsel bilinci, gözetmesi gerekir. Bu bilinç, geleneği sorgulayarak, tartışarak ve eleştirerek kendi şiirini oluşturur. Toplumsal bellektir aslında bir bakıma gelenek. Şair bu belleği tüm yaşamı boyunca boynunda dolaştıracağı önemli bir anahtar ve yol gösterici olarak bilmelidir. Şiir yaratım süreçlerinde bu gelenek anahtarı, çok kapalı kapıyı açıp, yeni yeni avlulara çıkmayı sağlar.

    Şair gelenek ilişkisinde hesaplaşmasını da yapmak zorundadır. Bu hesaplaşmayla aslında sadece kendi şiirini değil, geleneğin kendi içindeki güç dengelerini ve şiir koşullarını tartışmaya açar. Şairin en önemli görevlerinden biridir bu. Bu hesaplaşma şaire yeni dilsel soluklanmalar izni verir. Bu karşılıklı etkileşimi iyi yönetebildiği sürece şiir serüveninde kendini güçlü hisseder. Bu şiire emek veren herkes için olmazsa olmazlardan biridir. Gelenekle olan bu alışverişle şair bazen geleneği tekrar yaratır. Tekrar isimler koyar. Bunu yapabilmesi için estetik kaygıları taşımalıdır.

     Gelenek ilişkisinde şiiri dönüştürme süreci önemlidir. Şairin ara ara kullandığı divan- halk edebiyatı, beyitler-dizeler ile ilişkisi tek boyutlu olmamalıdır. Bunlara göndermeleri yaparken, karşılaştırmalardan yararlanıp yeni bir şiir dili ortaya koyma amacı olmalıdır. Gelenekten yararlanmak bir bakıma, yeni şiirin sesinin de ilk notalarını söylemeye benzer biraz. Gelenek dil ile taşınır ve saklanır. Şair bu taşınmaya gözü gibi bakmak zorundadır ve sosyokültürel dinamiklerin buna eklemlenmesiyle yararlanmanın anlamını ortaya koyacaktır.

     Bence gelecekte yazacağımız şiir şimdi yazdığımız şiirin bizatihi kendisidir. Bu da geleneğin bitmez bir süreç olduğunu ve şiir yaratma sürecinin bu devinime katkıda bulunduğunu söyleyebilirim. Nazım’ ın dediği gibi: “Şiirimin kökü yurdumun topraklarındadır. Ama dallarıyla bütün topraklara, Doğuda, Batıda, Güneyde, Kuzeyde uçsuz bucaksız yayılan bütün topraklara, o topraklar üstünde kurulmuş medeniyetlere, büyük dünyamıza uzanmak istedim. İnsanoğlu, nerde, ne zaman ve hangi dilde olursa olsun, yüreğime ve kafama uygun bir şiir söylemişse, onun söylenişindeki ustalığı incelemeğe, ondan bir şeyler öğrenmeğe çalıştım. Yalnız kendi edebiyatımınkileri değil, Doğu ve Batı edebiyatının bütün ustalarını usta bildim.

  • “Yaşça büyük şairlerin çoğunun gençleri izlemediğini ya da yeterince izlemediğini biliyoruz. Bu her zaman böyle olmuştur.” Bunu, Cemal Süreya bir söyleşisinde dile getiriyor. Burada yaş sınırı olarak “30 Yaş”ı almak isterdim ama Cahit Sıtkı’ yı kırmamak adına 35 diyelim. Şairlerin birbirlerini yeterince takip etmemesi gerçekliği olan bir konu mu? Bazen geleneği aşmak, ondan farklı bir şiir ortaya koymak, kendisine alan oluşturmaya çalışırken kendinden önceki şiirin (şairin) gücüyle karşılaşan ve bu durumdan “yaşlı (önde) şairin” sorumlu olduğunu düşünen, bu nedenle o şairin(birçok) şiirlerini okumadığını hatta kötü bulduğunu dile getiren birtakım konuşmaları duyabilmek mümkündür. Sosyal medya bu durum için biçilmiş kaftandır. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Şairlerin birbirini yeteri kadar okuduğunu düşünüyor musunuz? Okumanın ve okumamanın şiire katkıları nasıldır? Nasıl olur?

Önder Çolakoğlu: Okumuyorlar. Yaşlısı genci, genci yaşlısını okumuyor.

     Zaten burada yaşla ilgili bir şeyden öte, geleneği bir kenara bırakarak bakmalı buna. Şairin hayatı şiire dâhildir, savından hareketle, şair zaten bunca büyük bir geleneği zaten temel olarak bilmek, öğrenmek ve içselleştirmek zorundadır. Ama o geleneği yaratan ve hâlâ şiir yazan, yazı karalayan şairlerin en azından şiir serüvenlerindeki süreci, nereden nereye geldiklerinin tartışmasını, ya da şiirine yeni bir itiraz hamlesi varsa bunu ortaya koymakla sorumludur. “Ben şiir okumuyorum çok, okursam etkileniyorum, şunun şiirini beğenmiyorum” kolaycılığı yapanlara sormalı: “Neyi okuyorsun?”, “Neyi okuyacaksın?”, “Yeniye nasıl ulaşacaksın?”, “Nasıl bir önerin olacak şiire ve hayata dair?”

     Bunun tam tersine çok ünlü ya da yaşça büyük şairlerin, genç şairin şiirlerini yok sayma çabalarını, çok net gözlemliyorum. Bu kıskançlıkla, eleştiri boyutunu aşan söylemlerle ötekileştirme çabası olarak karşılık buluyor; bunu biliyor, görüyoruz.

     “Sen hangi şiiri yazmışsın?”, “Seni okuyan ne yapmış?”, “Nasıl bir yörüngede ilerliyor günümüz şiiri?” sorularının muhattabı, iki taraflı bu denklemin hesaplaşmasını yapan şairdir. Yaş ve ünü ne olursa olsun, ilk olarak sosyal medyada sonra, şunla bunla dergilerde yazdıkları ve söyledikleriyle şiirin gerçek sahibi benim psikozu, acınası bir fotoğraftır. Ego masturbatorlerinin cirit attığı ve günler içinde cephe değiştirerek bu dalkavukluk yapanların yeri, tarih çöplüğüdür. Şiiri okumayıp, tartışmayıp, “En solcu, en kürtçü, en milliyetçi, bizim mahalle de oturuyor” zırvalıklarıyla boy gösteren amca ve teyzelerin, “Hocam, tabi ki haklısınız, harika olmuş” civcivlikleriyle güçlerini arttırdıklarını sanması, üzüntü vericidir.

     Şairin okuması bir bütündür. Hem yeni yazılanı, hem yazılmış olanı karşılaştırarak, eleştirerek ve sorgulamalar yaparak okumasını düzenlemelidir. Bunun üzerine yazılar yazmalıdır. Tartışmaya açmalıdır, şiiri. Yeni kavramlarını tekrar tekrar ortaya koymalıdır. Okumanın anlamı budur. Bundan daha güzel bir şey var mıdır şiir için?

  • Şu açıktır ki, sanatın her dalı birbirinden etkilenmiştir. Fotoğrafı, hem bir ölü (mezar) hem bir canlı (anı) olarak ele alırsak, şiir ve fotoğraf arasında bir bağdan/etkilenmeden söz edebilir miyiz? Nasıl bir etkileşim olmuştur? Ya da şöyle düşünelim; insan hayatında önemli bir yere sahip olan fotoğrafa ‘şiir’ diyebilir miyiz? ( kişinin çizip çektiği şeyleri dışarıda tutarak )

Önder Çolakoğlu: Bazı fotoğraflar elbette şiire dâhildir.

     Fotoğrafların şiir dili yaratmada öyle önemli yeri var ki günümüz şiirinde. Bu soruya daha önce yüzyıl önce çekilmiş devrimcinin bir fotoğrafı için kaleme aldığım yazının girişinden alıntılamak isterim. Belleğin oluşmasında anı çok önemli yer tutar.  Anılar, bireysel ve toplumsal tarihin ışığıdır ve anı’yı duyumsamada, detaylarıyla bulunduğumuz zamana anlatmada, fotoğraf albümlerinin tozları parmaklarımızdan çok yüreğimizde üflediğimiz bir ışıktır. Berger’e göre, fotoğraflar başka hikâyelere açılan araçlar gibidirler. Bazı fotoğraflar, özellikle acının yaşandığı anların, nasıl insanı içine alıp yuttuğunu ve sonrasında insana yetersizlik duygusu vererek ve başkasının çektiği acıda nasıl kaybolduğumuzu imler. Bazen fotoğrafların anlatılan yerin zamanına geçerek bir yaşam öyküsünü barındırdığını söyleyen Berger, “Anlatılan zaman, toplumsal bellek tarafından benimsendiğinde tarihsel zaman olur” der.

     Fotoğraflar geçmiştir, zamanın bir anını korur ve olup bitenlerin izlerini taşırlar. Bu izler, insanların kendi tarihlerini yaratma sürecine katkıda bulunurlar. Tam da bu nedenle fotoğraflar şimdi ve geleceğe de göndermede bulunurken, bir an gelir fotoğraf eskiden olan ile ‘şimdi olan’ın sürekliliğinin bir parçası olur ve     ‘şimdi’ye dönüşebilir. İşte bu şimdi şiirin oluşum sürecinin bam telidir. Deklanşöre basılan andır.

  • Bakın şimdi şu sayacağım şeylerin/ Okulu yok (S. Kudret Aksal):

     Önder Çolakoğlu: Güzel ve zor bir soru.

     Türk şiiri için çok söz söylemiş ama yeterince kıymeti anlaşılmamış biri Sabahattin Kudret Aksal. Bu sözünün altına şu maddeleri sayabilirim:

Şiir için el etek öpmemek,

Ahlaklı, erdemli olmak,

İktidar heveslisi olmamak,

Kimsenin tetikçisi olmamak;

Şairin işi kuram bozmaktır,

Şair vuruşarak toprağını alır,

Şairin işi yaşama dair seçenek sunmaktır,

Şairin işi soluk alacak avlular oluşturmaktır.

                                                  AHMET GÜNBAŞ  

  1. Hemen her dönemde şiirde sıkça kullanılan sözcükler(mekân/olay adı/siyasal değişimin öne çıkardığı duygu vs.) vardır. Bu günden örnek verecek olursak, ‘park’ sözcüğü sıklıkla kullanılan bir sözcüktür. Çağrıştırdığı anlamın değişimi de etkili olmuştur hiç şüphesiz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Kendi şiirinizde ‘ortak çağrışım gücüne(hüzünlendirici, mutlandırıcı vb.)’ sahip, asıl anlamının birtakım olaylar sonucu değişip farklı bir çağrışıma evrilen, sözcükleri kullanıyor musunuz? Günümüzde yazılan şiirin ortak imgeleri/mazmunları var mıdır?

Ahmet Günbaş: Elbette her döneme özgü sözcükler mevcuttur şiirde. Örneğin 70’li yıların toplumcu-gerçekçi şiirinde sevda, şafak, kavga, hüzün, halk, isyan, gül, dağ, devrim, savaş, dost, yoldaş vs sözcükler öne çıkmıştır. Bu durum, şairlerin kümeleşmesinde de görünür. Hatta onların imge benzerliğinden de söz edebiliriz.  Tek başına bir çizgi oluşturan şairlerse kendilerine özgü sözcük ve imgelerle ayırılırlar ötekilerden. Hatta bu tip şairlerin sözlükleri önemlidir. Burada izlekle sözcük arasındaki ilişkiyi de gözden uzak tutmayalım. Yönseme ve duyarlık farklılığının doğurduğu sonuçlar şairleri kimi sözcüklere bağımlı kılabilir. Örneğin Nâzım Hikmet’i hasret’le, Enver Gökçe’yi kavga’yla, Ahmed Arif’i sevda’yla, Hilmi Yavuz’u hüzün’le anabiliriz çekinmeden. Kuşkusuz çıplak bir kullanım alanı değildir bu. Kimi zaman bir sözcük birden fazla çağrışıma neden olabilir. Bendeniz, kent, kırgın, yara, aşk, akşam, gece, ayrılık, yalnızlık, ıssızlık, ölüm, yol, yolcu, at, sevgili, çocuk, şiir, gurbet gibi sözcükleri parlatmışımdır genelde. Ancak dilin üstüne gittikçe yeni sözcükler de türettiğimi söyleyebilirim. Divan edebiyatında ciddiyetinde olmasa da günümüzde, hatta kuşaklar arası kullanımda mazmunu andıran ortak imgelerden söz edebiliriz. Örneğin gül, hemen her dönemin ortak imgesi gibidir. Park gibi patika da kırsal çağrışımı körükler. Bunu hüzün, aşk, yara, ölüm, yalnızlık gibi imgesel derinliği olan sözcüklerin izlediğini belirtebilirim.

  • Türk Şiiri genel anlamda bir ‘tepki’ yoluyla gelişen/genişleyen/öncekinden ayrılan/bağını koparan/koparmaya çalışan bir şiir olmuştur. İki binlerde yazan insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Altmış/yetmiş doğumlu olanlar da yazıyor; seksen/doksan doğumlu olanlar da. Hatta iki bin doğumlu kişilerin de yazdıklarını görüyoruz. Bu çeşitlilik içinde belli bir yönelimden söz etmek mümkün müdür? ‘’Soylu Yenilikçi Şiir Manifestosu’’, ‘’İmgeci Toplumcu Şiir Manifestosu’’, ‘’Madde Akımı Manifestosu’’, ‘’Dördüncü Yeni Şiir Bildirisi’’, ‘’Yenibinyıl Şiir Bildirisi’’ gibi çıkışlar oldu. Bunların şiir üzerinde etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? İki binli yılların şiiri kendinden önceki dönem şiirinden kopabildi mi? Bir kopma olduysa bu kopmanın çıkardığı ‘ses’i nasıl, hangi kavramlarla tanımlayabiliriz?

Ahmet Günbaş: Genelde herhangi bir akıma ya da yeniliğe bağlanmasak bile şiirin diyalektiği bizi ister istemez farklı alanlara götürür. Yani şiir bilinci edinmiş birinin dünle yetinmeyeceği aşikârdır. Ancak her manifestonun yeterli ilgiyi gördüğünü söyleyemeyiz. Bildirimsellik yetmiyor. Kim ya da kimler söylediklerinin altını doldurmuşlarsa onlar etkili olmayı sürdürmüşlerdir. Örneğin “Putları yıkıyoruz!” belgisiyle yenilik perdesini açan Nâzım epeyce taraftar bulmuştur kendine. Garip Şiiri de konuşma dilini önceleyen yalın ve esprili bir dille şair adaylarına ışık tutmuştur denebilir. Bizde şiire başlamanın en kolay yanı Garip’e tutunmaktır. İkinci Yeni şairleri herhangi bir bildiriye imza atmamalarına karşın, özellikle 80’den sonra –biraz da bireyin içe çekilmesiyle- ilgi alanlarını genişletmişlerdir. Son yıllarda başta Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Ece Ayhan olmak üzere, birçok İkinci Yeni şairinin türevi sayılabilecek çıkışlardan söz edebiliriz. Bugünkü eleştiri yoksunluğu ne yazık ki gerekli adlandırmaları ortaya çıkarmaktan uzaktır. Bir de bizdeki manifestoları, Batılı anlamda bir felsefeye ya da akım şiddetinde kapsayıcı (edebiyat, plastik sanatlar, mimari, müzik gibi) sanatsal hareketleriyle ölçmek neredeyse olanak dışıdır. Türk şiiri bu konuda daha çok –Tanzimat Edebiyatıyla başlayan-  taşıyıcı bir kimliğe sahiptir.

İkibinli Yılların Şiiri gibi bir ayrım nerede başlar nerede biter bilemem. Salt ‘90’lı yıllarla birlikte kadınların şiirde ağırlığını duyumsattıkları gerçeği özenle parantez içine alınmalı. Şiir geçmişimizi on yıllık dönemlerle algılamak huyundan da vazgeçmeliyiz. .Ancak bizdeki yenilikçiliğin İkinci Yeni’yi de tükettiğinden söz edebilirim. Sanırım az önce değindiğim türevlerin dalgalanmasıdır bu. Arayışlar kolay noktalanmaz. Bekleyip göreceğiz.

  • Şiirin, tel örgüyle, duvarla, sopayla vb. şeylerle bir geometrik şeklin içine hapsedilemeyeceğini biliyor herkes. Aksi olsaydı, bu gün şiir tek bir yataktan akan bir nehir görüntüsünde olurdu. Şiir estetiği, şiirin yazıldığı dönemle mi ilişkili? İlişkiliyse şiiri bir kalıba sokma uğraşı doğru olur mu? Genel geçer(şiirin ağzına kilit vurmayacak) bir estetik anlayışını ortaya koyacak etmenler nelerdir?

Ahmet Günbaş: Estetik, sunumsal/biçemsel bir kavramdır. Biçemini oluşturmayan özünü de yansıtamaz. Bu açıdan gelenekçiliği baş sıraya oturtmanın gereği yoktur. Eskiyle yeniyi yapamazsın. Eski kalıpların içinde yeni özü yansıtamazsın. Ancak eskiden yararlanırsın. Şiir kültürü toplamında ne varsa yararlanmaya dönüktür. Örneğin gazel tarzını anıştıran bir şiiri yazıyorsam bunu eskinin benzerliğiyle yapmayabilirim. Aruzu kullanmam şart değildir. Kısalı-uzunlu ikiliklerle yetinebilirim. Aşınmış uyaklardan uzak dururum, gibi… Şiir, doğası gereği kalıba girmez, baskıya gelemez zaten. Fena halde de politiktir. Ele avuca sığmaz, sıkılır, patlar bir yerinden!.. Yenilik, ondaki içsel kaynamayı fark etmektir. Değişen gerçekliğe karşı şairde de bir şeylerin değişmesi gerekir elbet. Kaldı ki şair, değişimin öncüsüdür. Hep söylerim; çokları giderken o dönmüş olur. Bu açıdan yazılan her şiir bizim için bitmiştir. Yeni şiirlerin sancısıyla uyanmayan bir şair bu soruyu hiç yanıtlamasın!

  • Şiir dili günlük dilden farklı olmalıdır, anlayışı büyük oranda kabul görülen bir düşüncedir. Fakat bu konuda göz ardı edilmemesi gereken bir durum var; sözcüklerin çağrışım gücü şiirin temel yapı taşları arasındadır, belki de en önemlisidir. Tam burada ‘Şiir Dili’’ ve ‘’Günlük Konuşma Dili’’ ayrımı ortaya çıkar. Sözcükleri yontmak, yeni anlamlar yüklemek, Türkçenin sağladığı olanaklardan faydalanmak, yapım eklerinin sözcüklere(cümlelere) kattığı/katacağı anlamı fark etmek varken, işlevini/işlerliğini/kullanım değerini yitiren bazı sözcükleri alıp şiirde kullanmak ‘iyi şiirin’ yapı taşları arasında sayılıyor bu gün. Halk arasında konuşulan dilden kopup eskimiş sözcükleri kullanmak mı yoksa var olan dili alıp işlemek mi, hem yeni bir şiir dili hem de şiir dili/konuşma dili ayrımını ortaya koyar? 

Ahmet Günbaş: Önce şu konuda uzlaşalım: Şiir dili diye bir şey var. İmgesel o; dönüşümün dilidir, yepyeni sözdizimleri gereksinir. Şiir, yetinme duygusunu yadsır. Kullanıla kullanıla kevgiri çıkmış aşınmış dili, yani verili dili yadsımak da başka bir dil arayışının sonucudur. Sözcüğü aşındıran şey, onu tek yönlü bir kullanım alanı içine hapsetmektir. Az önce sözünü ettiğiniz ‘yontmak’ fiili şiirin işçiliğiyle ilgili olup doğru yolu göstermektedir zaten. Amaç yeni bir duyarlığa kapı aralamaksa, neyi nasıl söyleyeceğimiz konusunda dikkatli olmalıyız.

  • Czeslaw Miloz diyor ki, ‘Şiir nedir ki, insanları ve ulusları kurtarmıyorsa eğer?’’ Şiirin kaynaklarına bakacak olursak, her şair kendi coğrafyasını bir şekilde şiirinde anlatır/anlatmıştır. Coğrafyayı/kıtayı/ülkeyi/bölgeyi/şehri ve insanı göz önünde bulundurursak ‘şiir’in sesi’ kavramına da varır mıyız? Varıyorsak/varabiliyorsak aynı ülke içerisinde yazılan şiirlerin ses açısından farklılık (bölge, şehir) gösterdiğini, gösterebileceğini ve yine şiirin dilsel bir sınırı olmadığını da kabul etmiş olur muyuz? Türkçe yazılan ve Türkçeye çevrilen şiirleri okuduğunuzda şiirdeki “sesin” giderek bir görev edinmiş/edinmeye çalışan bireyin sesi olduğunu ileri sürmek mümkün müdür? Bunu kanıtlar nitelikte şiirler var mıdır? Yazılıyor mu halâ?

Ahmet Günbaş: Miloz da iyi bilir ki şiir kimseyi kurtarmaz; fizyolojik varlığı, topu tüfeği yoktur onun. Ancak kurtarma ideolojisiyle örtüşür, insana karşıtlığını, mükemmelliğini anımsatır. Üstelik bunu ritmik bir şekilde sesiyle soluğuyla yapar. Ses, şiirin en temel özelliğidir. Henüz sesini bulmamış şairlerle işimiz olamaz. Hamdır, yeterince pişmemiştir onlar. Bu yüzden çok iyi tanıdığımız bir şairin adını şiirlerinden, daha doğrusu sesinden çıkarabiliriz. Şairin sesi, dil, üslup, yorum, farklılık gibi karşılıkları da içinde barındırır. Taklit sürecinden olgunluk sürecine varan çileli bir yolculuktur şairin serüveni. Sesine eriştiği anda kişiliğini de bulmuş sayılır.

Ben, bire bir şiir çevirisine inanmıyorum. Her şeyi çevirsen ritmi çeviremezsin. Sonuçta Can Yücel’in belirttiği ancak Türkçe söylersin!

  • Biliyorsunuz, şiir gündeminden eksik olmayan bir konudur, gelenek konusu. Gündemde olması şiirin kanallar yoluyla akan, aktarılan olmasıyla ilintilidir diyebiliriz. Geleneğe bir de şu açıdan bakalım; Şairlerin, gerek şiir içine gerekse şiir başına/sonuna yaptıkları alıntıları düşünecek olursak, metinlerarasılık (şiirlerarasılık) hakkında ne söylemek istersiniz? Yapılan ‘’alıntılar’’ ‘o şiire’ nasıl/ne tür bir katkı sağlar? Özellikle ‘şiirin içine yapılan alıntılar’dan, bir alıntı sonucu yazılan (tamamlanan) şiir/ler savını öne sürebilir miyiz?

Ahmet Günbaş: Gelenek konusuna önceki yanıtlarımda kısaca değindim. Gelenek her şey değildir, ancak geleneksiz de olmaz. Ayrıca bunu tutuculuk anlamında almamak gerekir. Biz yok desek de şiirsel birikimin içinde vardır geleneğin kırıntıları. Aidiyet duygusu ölümsüzdür. Kaldı huylarımıza, alışkanlıklarımıza siner. Geçmişin olmayanın geleceği olmaz, derler ya; doğrudur. Ancak geleneği geleceğin önüne koyamazsınız. Şiir o noktada kıyameti koparır.

İnsan içgüdüleriyle hareket edemez. Var olan kültürel birikimi gözden geçirmek zorundadır. Şair de öyle… Sonsuz sayıda deneme-yanılma hakkı sığdıramaz ömrüne. Gelenekten yararlanmada, ait olduğumuz toplumsal kültür çekirdeksel bir özellik taşır. Dünü bugüne bağlamakta özde devrimci olandan hareket etmek bizi doğru sonuçlara götürür. Geniş anlamda evrensel bir gelenekten de söz edebiliriz.

Metinlerarasılık, bazen bilinçaltından yansıyan, bazen de yöntemsel olarak varlığını duyumsatan çağrışım zenginliği yaratır. Şiire ilişkin alıntıların çoklukla şiiri tümlemek için kullanıldığı düşünülürse, yerinde ve kıvamında olmasına dikkat edilmelidir. Öyle şiirler bilirim ki alıntılara boğulmuş daha baştan özgünlüğünü yitirmiştir. Tümüyle alıntı üzerine temellenen şiirler de vardır. Böylesi çalışmalar duyarlık aktarıcılığı yapar doğrudan. Kısaca şairin ne dediğidir önemli olan!

  • “Yaşça büyük şairlerin çoğunun gençleri izlemediğini ya da yeterince izlemediğini biliyoruz. Bu her zaman böyle olmuştur.” Bunu, Cemal Süreya bir söyleşisinde dile getiriyor. Burada yaş sınırı olarak “30 Yaş”ı almak isterdim ama Cahit Sıtkı’ yı kırmamak adına 35 diyelim. Şairlerin birbirlerini yeterince takip etmemesi gerçekliği olan bir konu mu? Bazen geleneği aşmak, ondan farklı bir şiir ortaya koymak, kendisine alan oluşturmaya çalışırken kendinden önceki şiirin (şairin) gücüyle karşılaşan ve bu durumdan “yaşlı (önde) şairin” sorumlu olduğunu düşünen, bu nedenle o şairin(birçok) şiirlerini okumadığını hatta kötü bulduğunu dile getiren birtakım konuşmaları duyabilmek mümkündür. Sosyal medya bu durum için biçilmiş kaftandır. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Şairlerin birbirini yeteri kadar okuduğunu düşünüyor musunuz? Okumanın ve okumamanın şiire katkıları nasıldır? Nasıl olur?

Ahmet Günbaş: Yaş konusuna fazla takılmamak gerek. Genç şairden çok genç şiiri üstelerim ben. Bunu sık sık belirttim. Genç şair ayrımı belki de bir yakıştırmadan ibaret. ‘Şair adayı’  deyip geçelim en iyisi. Aslında şiire sıvanan hepimiz şair adayıyız. Bunu ne erişkin şairler, ne de sosyal medya ahalisi belirler! Tümzamanları kapsayan izler taşıyorsak ışıltımız sürüyor demektir. Bu açıdan gençteki yaşlıyla yaşlıdaki gencin ayrımında olmalıyız.

Ben şiir yazmakla yetinmeyip şiir üstüne yazan biriyim. İlk kitaplar üzerine yazdıklarım hayli fazladır. Adına sanına bakmadan şiire bakarım. Başarılı bulduğumu paylaşırım. Zaman zaman şairiyle konuşurum. Başkalarının ne yaptığı hakkında pek fikrim yok. Görünen o ki birbirimizi okumakta biraz isteksiziz. İyi bir şiir okuru olmayandan iyi şair çıkmaz. Kaldı ki iyi bir şiiri okuru şair geçineni sollayıp geçer. Okumak başlıca besin kaynağımızdır bizim. Melih Cevdet Anday’a son yıllarında neden şiir yazmadığını sormuşlar, o da epeydir okumadığını söylemiş. Şu inceliğe bakar mısınız? Bunun yanın sıra Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın okumaya yeterince zaman ayırmadığından söz edilir. Gerçekte dile yüklenen bir yanı vardır Dağlarca’nın.

  • Şu açıktır ki, sanatın her dalı birbirinden etkilenmiştir. Fotoğrafı, hem bir ölü (mezar) hem bir canlı (anı) olarak ele alırsak, şiir ve fotoğraf arasında bir bağdan/etkilenmeden söz edebilir miyiz? Nasıl bir etkileşim olmuştur? Ya da şöyle düşünelim; insan hayatında önemli bir yere sahip olan fotoğrafa ‘şiir’ diyebilir miyiz? ( kişinin çizip çektiği şeyleri dışarıda tutarak )

Ahmet Günbaş: Her sanat dalının bir dili vardır. O dili ele geçirdiğinizde yorumlama ve yaratı hakkına sahip oluruz. Hiçbir sanatçı kendi dalıyla sınırlı kalamaz. Kalırsa sığlaşır. Sanatlararası etkileşim olmazsa olmazımızdır. Bir filmden, bir şarkıdan ya da bir fotoğraftan esinlenmek olağan bir durumdur. Dil yaşayan bir olgudur. Gerek fotoğrafta gerekse şiirde, ölüdeki diri ile dirideki ölüyü fark ettirebiliriz. Az önce şiirin diyalektiğinden söz ettim. Aynı durum fotoğraf için de geçerli. Geçmişte bekleme salonunda bekleyen yaşlı bir yolcunun fotoğrafından Baston, Valiz ve İhtiyar adlı bir şiir yazdım. Daha doğrusu fotoğraftaki şiirin peşinden gittim. Yaşlı yolcuyu trene bindirdim, içinden geçenleri okumaya çalıştım. Sonunda fotoğraftaki portre şiirsel portreye dönüştü yani!

  • Bakın şimdi şu sayacağım şeylerin/ Okulu yok (S. Kudret Aksal):

Ahmet Günbaş: Bu şiiri iyi bilirim. S. Kudret Aksal, bir yerde şiiri tanımlamış sanki. Bence “Şiir nedir?” sorusuna şairce bir yanıttır. Sait Faik’in “Hişt” sesine yakın!.. Şiiri nesnelerden gelen bir şenliğe dönüştürmüş.

Bana sorarsanız; şiirin, aşkın ve yaşamanın okulu yoktur!

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.