Hasret BALABAN

             Kapan nedir? Aniden ve alçakça özgürlüğü alıp yerine acı veren, gönlü mengeneye sıkıştıran, içindekine son’un “merhaba” dediği cenderedir. Kapanda hayat sorgulanır, umut öldürülür, zihin keşke’ler tarafından istila edilir. Kalan tek atımlık kurşun da sıkılınca kaybedecek bir şey kalmaz. Her insan bir gün kapana kısılır. Kimi öyle yaşanacak sanır, kimi farkına varır. Kimi kurtuluş için çırpınır, kimi nâçar kalır. Kimi de tek çare olduğuna inanır: Ölüm.

              Vüs’at O. BENER, bu tek çareyi bulup kendini onun ellerine bırakabilenlere gıptayla bakar. Ölümü isteyip başaranları ya da fikrinden dönmediği için öldürülenleri cesur bulur. Onları “büyük yürekli” görür. Ölmeyi isteyip de başaramamış kişinin ruhu kapandadır. Son hikâye kitabına, ruhunu kapanda hissettiği için “Kapan” adını vermiş olmalı.

               Eğitimli, dil bilen, üretken bir ailede doğan BENER, hayata bir adım önde başlamış, ilkokulda sınıf atlamış, birçok ilde yaşamıştır. Ailesini hikâyelerine misafir etmekten de kaçınmamış. Kardeşleri Erhan BENER ve Bilge BENER, “Kapan” adlı kitabında Sinan ve Güneş adlarıyla karşımıza çıkar. İki ayrı hikâyede anne ve babasının ölümünü anlatmış. Hikâyelerinde ailesini ve kendisini gizleme gereği duymamış, aile fertlerini hikâyelerinin kahramanı yapmış. Kitaptaki tüm hikâyelerinde olduğu gibi bu iki hikâyede de anlatıcı kendisidir.

              Yaşamında önden gittiği için ölmek için sabırsızlanmış, bu sabırsızlığını da hikâyelerinde belirgin şekilde işlemiş. Kitap, ununu eleyip eleğini asmış bir adamın ölümü bekleyişini ve iç hesaplaşmalarını okuyucuya sunuyor. Vüs’at O. BENER, hayatta her duyguyu tatmış, kendi tabiriyle pis akıllı bir adam. Ölümü coşkuyla kucaklayanlara hayran, duygulara sığınmayacak kadar cesur. Kitaptaki hikâyeler, okuyucuyu boyuttan boyuta taşıyor. Bir bakıyorsunuz gerçek bir hayat öyküsü, bir bakıyorsunuz hayal alemi. Bazen karşı apartmanın dairelerinden birinin salonundasınız, bazen anlatıcının beyin kıvrımlarında.

        Kapan’da yirmi bir hikâye bulunuyor. Bunların yirmi tanesinde anlatıcı kendisi, diğerinde ise dolaylı olarak yine kendisi. Dil sade, cümleler kısa. Soru cümleleriyle bilinç akışı tekniği kullanılmış. Kelime türetme denemeleri başarıyla sonuçlanmış. Örneğin; ayrımsamak, savlamak, olursu, ansımak, yakınlamak, sezinsemek… Benzetmeler ise eşsiz. Örneğin; torba bedenli kadın, doğa çarpığı insan… Hikâyelerinde, romanlarının ve oyunlarının adını geçirerek okuyucuyu meraklandırıyor ve diğer eserlerini okumaya yönlendiriyor.

             Öykülerinde pek çok ince ayrıntı görüyoruz. Babasının ölümünü anlattığı “Ya Herru Ya Merru” hikâyesinde, babasını iki yaşında kaybetmiş, Fin besteci Sibelius’un adı geçiyor. Aynı kaderi paylaştıkları için onu derdine ortak ediyor belki de. Kitaba adını veren “Kapan” öyküsünde ise duyguların zavallılığından bahsederken romantizm akımından etkilenmiş olan Alman besteci Robert Schumann’dan da bahsederek tezat yaratıyor. “Çıkmaz Sokaklarda” adlı hikâyede felsefeden bahseden “Sofi’nin Dünyası” ile ünlü filozof Sokrates’in adı geçiyor. “Sofi’nin Dünyası”, felsefeye ilgi duymaya başlayanların okuması gereken ilk kitap niteliğinde. Sokrates ise felsefede son nokta. Yazar burada, felsefeye baştan sona hakim olduğunun mesajını veriyor. Kendisiyle savaşını anlattığı “Dönüşsüzlüğe Övgü”de, Nietzsche’yi örnek göstermesi, ruhunu onun ruhuyla özdeş tuttuğunun göstergesidir. Bu öyküde, “İpin Ucu” adlı oyununda umudu küçümsediğini ama hâlâ umutsuzluğun en uç noktasına gelmediğini söyleyerek Nietzsche’nin “Gerçekten kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?” sözüne atıfta bulunuyor. “Kaya” hikâyesindeki karakter, gerçek hayatta yaşamış ya da yaşamamış fark etmeksizin yazarı etkilemiş ve kitabına girecek kadar önemli yer teşkil ettiğini bize göstermiştir. Farklı bir teknik kullanarak oluşturulmuş “Yanılgı Mı?” hikâyesi, Vüs’at Bey’e yazılmış bir mektup. Bu mektup, “Tuzak” adlı öyküsüne eleştiri yapan, öyküyü gerçekçi bulmayan ve bu hikâyeyi kendince tekrar düzenleyip karakterler arasında eşitliği sağladığını söyleyen bir okur tarafından yazılmış. Seçtiği konu ise cinsel çapraşıklığı vurgulayan ve bugünlerde gökkuşağı meraklılarının hoşuna gidecek türden.

             Öykülerinde bahsi geçen her isim, BENER’in kişiliğini oluşturan parçaları temsil ediyor. Daha önce de belirttiğim gibi her duyguyu tatmış, her şeyi görmüş ve en kötüsü de her şeyi bildiğini düşünen bir yazar BENER. Hayattan beklentisi ve öğrenecek şeyi kalmamış. Ölmek istemesinin en büyük sebebi de bu. Amaçsız kalmış. Tıpkı Faust gibi aklı dolmuş. O kadar zeki ki aklı taşmadan bu dünyadan gitmek istemiş.

             Kitabı okuduktan sonra, BENER’e öykünerek ve onun karakterlerinden birini kullanarak bir hikâye yazdım. “Kapan”ın son öyküsü “Mahmut Bey”i seçtim. Vüs’at Bey hayatta olsaydı, hikâyemi ona okutmak ve yorumunu zevkle dinlemek isterdim.

                                              MAHMUT, BEY Mİ?

              Sabah kapı çaldı, baktım, bir el demir kapının camını tıklatıyor. Buzlu camın ardında biri kısa diğeri uzun iki silüet. Demir damağı çekip açtım kapıyı. On yıldır görmediğim ahbabım Mahmut Bey ve eşi Mihrace Hanım. Şaşırdım tabii. Buyur ettim içeri. Kadının hali kalmamış, zor attı kendini tekli koltuğa. Ardından Mahmut Bey oturdu kanepeye. Bakıştık bir süre. Uzatmadan lafa girdi eski dostum. Dostum mu? O konuşurken kadın gözleriyle ateş ediyor kocasına. Kızdırmış yine yenganımı belli. Ama ses edebilir mi hiç. Yıllar önce kürekle yediği dayakların acısı hâlâ belinde zavallının.

                İzmir’deki çocukları hayırsızmış, saygısızmış, paragözmüş. Sürekli tırtıklıyorlarmış babalarını. Bir daha görmek istemiyormuş yüzlerini. Ya anaları? Ona soran mı var. Terbiyesizlermiş. Onlar senin eserin Mahmut’cuğum, karısını milyon kere aldatan adamın çocuklarında terbiye ne gezer, diyecektim. Sustum. Onlara kiralık bir ev bulabilir miymişim? Bir de yardımcı.  Malum, Mihrace Hanım sadece lavabo ihtiyacı için kalkıyormuş somyadan. Bulmalı mıyım diye düşünürken baktım, tekli koltukta kaykışmaya yüz tutmuş kadın. Bulmazsam başıma geleceğin mesajını veriyor. “Buldum bile.” deyiverdim. Yan sokaktaki müstakil ev düştü aklıma. Bir haftaya kalmadan taşındılar. Mahmut Bey, bu sefer de yardımcı için aşındırmaya başladı kapımı. Bu süre zarfında ne arayan ne soran var ihtiyar çifti. Başlarından attıkları kâr zaar. Haklı olabilirler. Zira Mahmut, mahalle matı bir adamdır. Hayat çarpığı kadınların günahlarını taşır sırtında.

              Komşuların yardımıyla, eve bakıp iki kap yemek yapacak bir kadın bulundu. Kadının okuyan iki oğlu, işçi bir kocası var. Beş altı aya kalmadı, oğlanların üstü başı düzeldi. Kadının kolunda bilezikler peyda oldu. Kocası sormuyor hiç. “Değirmeni döndürecek suyu bu kadar mı bol veriyor Mahmut Bey?” diye. Mihrace Hanım’ın hastalığı ağırlaştı ne hikmetse. Duvara dönüp yatıyor artık. Ölmeden bir yara daha açıldı bağrında. Mahallelinin ağzı orada burada açılıyor, çekip büzemezsin. Cümle âlem biliyor olanları. Yardımcının kocası, para çeşmesi kapanmasın diye ahraz olmuş. Ne deseler duymuyor, ne verseler yutuyor. Bir türlü dolmuyor midesi. Kaz gelecek yerden nikâhlı tavuğunu esirgemiyor anlaşılan.

              Muhtar geldi bir gün. Bu pisliği ben temizlemeliymişim. Namuslu, püripak(!) mahallemizin adı çıkmış. Kadınlar hep huzursuzmuş. Devenin üstünde kuduz nasıl dalarmış bu yaşımda öğrendim.

            Doğruldum Mahmut Bey’in evine. Bey mi? Kapı aralıktı. Seslenerek girdim içeri. Birden çatıda bir patırtı çöktü. Tavan arasından üçer beşer indi yardımcı kadın. Saç baş dağınık, yazması omuzlarına inmiş, yaka bağır açık… Bana çarparak koştu, çıktı dışarı. Ağzım yarım bakakaldım arkasından. Sonra Mahmut indi geldi, yün içlikleriyle. O an kopardım yaygarayı. Arka arkaya sıraladım hakaretleri. Sıralamam mı? Kapıdan çıkarken Mihrace Hanım’ın hıçkırıklarını duydum.

               Üç beş gün sonra yan sokaktaki günah yuvası müstakil evin perdesiz penceresinde “Kiralık” yazısını gördüm.

Share.

2 yorum

Leave A Reply

Exit mobile version