Zahide Koçyiğit
Sevgili Tezer Özlü,
“Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” dedin ya, o günden beri sözlerinin yankısı dinmiyor. Bir süredir göçen göçene, batan bir gemi tragedyasının uzatmalı perdesi. Son yokuşun göğsümüzden söktüğü nefes nedeniyle daha kalabalık şimdi vaz geçenimiz. Tıpkı senin 77 1 Mayıs’ından yani Kanlı 1 Mayıs’tan sonra ülkeyi terk edeceğine yeminler etmen gibi. Sahi burası kimin yurdu?
Memleketin yarısı dolaylı ya da doğrudan bunu düşünüyoruz şimdi. Geçmiş başımızda bir hale, gelecek karanlık bir düşken üstümüzde belki de ilk kez bu kadar içten bir çelişkiyle soruyoruz: Burası kimin yurdu Tezer? Burası doğduğumuz, doyduğumuz, tüm kaderimizi bağladığımız yer mi? Yoksa bizi sahiplendirmek isteyenlerin, çocukları hayata değil de bir meçhule çırak verenlerin yurdu mu? Hani “bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri” sayıyorsun ya kendini, omuzlarımızdaki kambur yorgunluk utanıyor. Gelgelelim o kamburun içi inkar kabul etmez bir şekilde doluyor, bazen taşınmaz oluyor. Atlas kaderiyle yaşayanların yurdu mu diyelim şimdi burası, yoksa yaşamayı insan sırtına kambur edenlerin mi?
Hemen herkesin aile anılarına acı renklerle bulaşmış 80 darbesinden sonra yapılan anayasa oylamasında İstanbul’dan sadece 275 bin ret oyu çıkmıştı. Oysa bu sayı, o büyük işçi bayramı kutlamasına katılan Taksim Meydanı’ndaki insanların sayısından bile azdı. Şimdi de hayat diye elde kalan yıkıntı başında beklemiş çaresizlikle, beslenme çantalarından çıkan arsız bir göz parlamasıyla, ruhunu yıllanmaya bırakılmış bir şarap gibi o karanlık mahzenden çıkarmayı bekleyenlerin sayısıyla uyuşmuyor yapılan hesaplar. Sen kendinden yaşça küçük, yabancı -yetişkin- bir erkekle evlenmek istediğinde, önüne çıkarılan dizi dizi engeller; şimdi bile çıkarılmıyor karanlık bir müsveddenin bir çocukla evlenmeye kalkmasında. En çok, en aç olanlar razı hep alan ama bir türlü hakkını vermeyen elden. Söyle lütfen, burası şimdi kimin yurdu? Topraktan, sudan kopuşumuzu türlü afet konfetileriyle bize kutlatanların mı; yoksa üç beş ağaç için ülkeye o zarif ışığı taşıyanların mı?
Bir masal geliyor aklıma. Kafası karışık bir çocuk ve dedesi evlerinin bahçesinde dalaşan iki köpeği izlerler; biri ak diğeri kara iki köpek. Çocuğun düşünmesine yardımcı olmak isteyen dedesi durmadan boğuşan iki köpek üzerinden şöyle somutlaştırmaya çalışır düşündüklerini: Şimdi bu iki köpeğin senin ve tanıdığın herkesin içinde boğuştuklarını hayal et. Biri korkun, öfken, bencilliğin, yalancılığın, gölgen; öbürü aşkın, güvenin, cömertliğin, dürüstlüğün, ışığın. Anlayacağın içindeki krallıkta kimin hüküm süreceğine karar vermek için savaşıyorlar. Çocuk bir cevap bulabilme umuduyla heyecanla sorar: Ama dede söylesene hangi köpek yeniyor? Beyaz olan mı siyah olan mı? Dedesinin yeri ve zamanı aşan yanıtı şöyledir: Sonunda oğlum, beslediğin köpek yener, beslediğin köpek.
Şimdi vardığımız yerde yapmamız gereken, artık malum soruya yanıt vermek yerine soruyu değiştirmek olacak sanırım. Burası nihayetinde kimleri ve neleri beslemişsek koynumuzda, onların yurdu olacak. Vereceğimiz yanıtların vebalini taşıyacağımız soru şu: Biz şimdi kimleri ve neleri, neyle ve ne yaparak besleyeceğiz bu yurt üstünde?




1 Yorum
Cehaleti ortadan kaldırmak için bilgiyi besleyelim. Aydınlık, güzel günler için genç düşünürleri besleyelim.
Kaleminiz daim olsun…