Kış Yorumu

Karanlık kış günü akşam üstü

Bırak kendini sokaklara,

Git bakalım gittiğin kadar!

Freni bozuk kamyonlar gibi.

Sevda mı umut mu arkadaş mı

Anılar mı? Nerde…

Ölüm mü? Doğduğun günden beri

Ardından gezer caddelerde.

Karanlık kış günü akşam üstü

Bir gülüş mü? Sıcak

Dükkanların ışığı mı? Tramvaylar mı?

Geçen kıvılcımlar saçarak.

Bütün trenleri kaçırdın,

Acıklı bir roman gibisin şimdi.

İşte milyon insanda milyon yürek

Senin için çarpar mı biri?

Karanlık kış günü akşam üstü

Dost diye sokaklarda kendini ara,

Sevdalı kimsesiz sarhoşlar gibi

Sarıl gizlice ağaçlara.

Cahit Külebi

——————————————————

Bir kış masalı ve Külebi

Tesadüf olamazdı. Tam da Külebi’yi yazmaya niyetlendiğim gece ‘Kelebeğin Rüyası’ filmi televizyonda yayınlanıyordu. Şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hikâyesini anlatıyordu etkisi hâlâ üzerimde olan film. “Şairler erken ölür”… yahut “İnce hastalıktan gitti” derlerdi eski zamanlarda şiir ehlinin arkasından… Bir dönemin vebası veremin eş anlamlısı olan ‘ince hastalık’, filmin ana temasıydı. Zira 1940’lı yıllarda yaşayan yetenekli şairler Onur ve Uslu, bu onulmaz illet yüzünden hayatını kaybetmişti. İki şairin yaşam mücadelesini merak ettiğim için 2013 senesinde gösterime girdiğinde sinemada seyretmiştim ‘Kelebeğin Rüyası’nı. Beni adeta büyüleyen yapım bittiğinde o yıl 6 yaşında olan kızım Elif, “Kelebek de yoktu yürası da, yanlış film!” demişti. Çünkü filmde rengarenk kelebekler görmeyi hayal etmişti haklı olarak. Ancak film boyunca tek bir kelebek bile uçmamıştı semada. Onun bu tatlı serzenişi ve seyrettiğimiz hüzünlü karelerin ardından eve döndüğümde, ‘Şair Masalı’ şiiri dökülmüştü kalemimden…

Filmin gerçek iki hayat hikâyesinden yola çıkan öyküsü, 1940’lı yıllarda Zonguldak kentinde geçiyordu. Çıkartılan ‘Mükellef Yasası’ ile köylülerin maden ocağında çalışmasının zorunlu tutulduğu bu dönemde, biri telgraf şirketinde diğeri madenin idaresinde görevli iki gencin en büyük tutkusu edebiyat ve şiirdir. Şiirlerinin, dönemin en önemli edebiyat dergisi Varlık’ta basılması ikilinin en büyük hayalidir. Edebiyat konusundaki en büyük destekçileri ise ‘Hocamız’ diye hitap ettikleri usta şair Behçet Necatigil’dir. O yıllarda Zonguldak’ta öğretmenlik yapan Necatigil, iyi-kötü nüfuz sahibi bir isim olmakla beraber kendi geçimini ancak sağlamaktadır. Muzaffer ve Rüştü’nün şiirle örülü dünyası, belediye başkanının kızı Suzan’ın Zonguldak’a geri gelmesiyle hareketlenir. Suzan iki şairin de bir anlamda ilham perisi olur, hassas hayatlarını ve dizelerini renklendirir. Fakat ‘şiire bahane olan’ ömürleri, narin bir kelebek misali kısa sürer…

Cahit Külebi de Necatigil’le aynı dönemde edebiyat öğretmenliği yapan büyük şairlerimizden. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan (1940) Külebi’nin tam adı Mahmut Cahit Erencan’dır. İlk şiirlerini lise sıralarındayken Sivas Erkek Lisesi’nin Toplantı dergisinde, daha sonra Yücel dergisinde ‘Sivas Erkek Lisesi-Ahmet’ imzasıyla yayımlar (1935). İstanbul’a gelişinden sonra ‘Mahmut Cahit’ ve ‘Nazmi Cahit’ imzasıyla Gençlik dergisinde şiirleri çıkar (Haziran ve Temmuz 1938). Varlık ve Sokak dergilerinde ‘Cahit Erencan’ imzasını kullanan Külebi, daha sonra İnsan, Yaratış, Türk Dili, Kültür Dünyası, Söz ve Hisar dergilerinde yazar. Türk Dili dergisinin yöneticileri arasında yer alır. 1940-1950 yıllarını kapsayan Yeni Şiir akımında kendine özel bir yer edinir.

Necatigil: Zaman zaman kötümser, güvensiz kendi türküsünü söyledi

Cahit Külebi ile aynı dönemde yaşayan Behçet Necatigil, usta şairi şu sözlerle anlatır: “Aydın bir saz şairi içtenliği, bir Karacaoğlan rahatlığı ve temiz bir dille zaman zaman kötümser, güvensiz, kendi türküsünü söyledi. Yarım kafiyeler, iç sesler, duygu ve düşüncelerine eklediği zarif benzetmeler ve söyleyişindeki titizlikle en sevilen şairler arasına girdi. Yurt köşelerinin manzara ve insan gerçeklerini, modern bir biçim ve yeni bir romantizmle yaşatış, anılarla güçlü içten bir duyarlık; başlıca özellikleridir.”

Fazlasıyla duygusal ve hassas bir insan olan Külebi, son yıllarını, yakınlarının ölümlerine duyduğu üzüntülerle geçirir. Şairin 20 Haziran 1997’de hayata gözlerini yumduğu şehir, gençliğimin 15 yılını barındıran İstanbul’un ardından yerleştiğim memleketim Ankara idi. İkimiz de aynı şehirleri soluduğumuzdan olsa gerek mısralarını kendime yakın bulurum Külebi’nin… Yılmaz Erdoğan’ın hem Necatigil’i oynadığı hem de yönettiği filmi gözyaşları arasında yeniden izlediğim gecenin sonunda Külebi’nin bende Kelebeğin Rüyası kadar iz bırakan ‘Kış Yorumu’ şiirini tahlil etmek istedim…

Ruhun derinliklerine seyahat eder

“Karanlık kış günü akşam üstü

Bırak kendini sokaklara,

Git bakalım gittiğin kadar!

Freni bozuk kamyonlar gibi.” kıtasıyla başlıyordu Kış Yorumu’na büyük şair. Yahut ölümün serencamına… Ölüm eşittir akşam, yalnızlık ve kıştır Külebi için. Ömür ister uzun ister kısa olsun; freni bozuk kamyon misali önünde sonunda çarpıp duracağı nokta taş bir duvar, diğer ifadeyle mezar taşıdır.

Ölüm kapıya dayandığı zaman sevda, umut, arkadaş, anılar, vs.… Hepsi birer karaltıya dönüşür, gözden ve gönülden kaybolur. İnsan o vakit beşeri âlemdeki hiçbir şeyi düşünemez. Cahit Külebi, sık sık ruhunun derinliklerine seyahat eder. Görülen evrenin ötesini, maverayı hissederek yaşar. Bu ruh halini de mısralarına yansıtır: 

“Sevda mı umut mu arkadaş mı

Anılar mı? Nerde…

Ölüm mü? Doğduğun günden beri

Ardından gezer caddelerde.”

Zifiri karanlıktır ölüm elbette. Kış gibi soğuktur… Mevti düşünerek ömrünü geçiren şairin içini, sıcak bir gülüş yahut kıvılcımlar saçan tramvaylar ısıtamaz, teskin edemez:

“Karanlık kış günü akşam üstü

Bir gülüş mü? Sıcak

Dükkanların ışığı mı? Tramvaylar mı?

Geçen kıvılcımlar saçarak.”

Hüzünlü bir hikâye, acıklı bir romana benzetir hayatını şair. Aslında ölümlü her insanı bekleyen kaçınılmaz son ‘unutulmaktır’. İçimi burkan fanilik serencamını;

“Bütün trenleri kaçırdın,

Acıklı bir roman gibisin şimdi.

İşte milyon insanda milyon yürek

Senin için çarpar mı biri?” dizeleriyle anlatır Külebi.

Kış Yorumu şiirinin son kıtasında ise insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini ve dahi yalnızlığını en yalın haliyle okuruz:

“Karanlık kış günü akşam üstü

Dost diye sokaklarda kendini ara,

Sevdalı kimsesiz sarhoşlar gibi

Sarıl gizlice ağaçlara.”

Nostalji kokusu ve ‘Bütün Şiirleri’

Cahit Külebi’nin mısraları ile 2000’li yılların başında bir kış günü Beyoğlu’nda düzenlenen Sahaf Festivali’nde tanıştığımı söyleyebilirim. O güne kadar ‘Hikâye’, ‘İstanbul’ ve ‘Sivas Yollarında’nın aralarında bulunduğu birkaç şiirini okumuştum yalnızca. Sahaf fuarında birbirinden eski kitap, dergi, fotoğraf ve anıların nostalji kokuları arasında mavi kapaklı ‘Cahit Külebi-Bütün Şiirleri’ kitabı çekmişti dikkatimi. Sayfaları şöyle bir çevirirken ‘Kış Yorumu’ açılmıştı meraklı gözlerimin önünde. Kış, akşam ve ölüm üçgeninde seyreden dizeler, beni başka âlemlere alıp götürmüştü adeta. Şimdi de öyle…

Büyük şair Külebi’nin bende bıraktığı izler ve bir dizi tesadüf serüvenimi sizinle paylaştıktan sonra ‘Şair Masalı’ şiirimle nihayete erdirmek istiyorum yazımı:

ŞAİR MASALI

rüya perdesi açıldı şair masalına…

bey kayığı getirdi beni

tutamadım elini

mısraları bulaştı damarlarıma

daktiloda dolaşıyor bakışları

hasta şiirler akıyor maden ocağına

kömürleşmiş aileler

incir ağacı konaklıyor yuvalarda

bıraktık dansı, turnuvayı

mutlu drama için çevirdik pedalları

beyaz kurdele bağladık dallara

başaramadık

dinmedi karın ağrısı

elektrik çarptı kuşları

umut kursakta kaldı

yüzler asık

katre katre dökülüyor aşk

petek haklı

kelebek de yoktu rüya da

yanlış bir karede oynadık

rüya perdesi kapandı şair masalına…

ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR

Share.
Leave A Reply

Exit mobile version