HASAN ÖZTÜRK /

hasanaliozturktrb@gmail.com

“Veda edenin sevilmesi ne kadar daha kolaydır!
Çünkü uzaklaşan kişi için,
gemiden ya da trenin penceresinden sallanan
o varla yok arası bez parçasının beslediği alev daha saftır.
Uzaklık,
gözden kaybolmakta olanın içine bir boya gibi işler
ve onu munis bir kora çevirir.”
Walter Benjamin / Tek Yön

Dünyanın dengelerini sarsan ikinci büyük savaşın hemen başlangıcında bu dünyadan ayrılmış Walter Benjamin (1892- 26 Eylül 1940), aralarında benim de olduğum pek çok okuruna, “Bu terazi o kadar sıkleti çekmez” dedirteceklerden biridir. Bu açık gerekçemle, Benjamin’i yazmak değil de seksen yıl sonra Walter Benjamin hakkında bir anımsayış yazısı yolunu seçtiğimi belirtmeliyim.

Ölümlerden ölüm seç(tiril)en Walter Benjamin, kendi zamanında dünyayı kana bulamışların bugün için “Boş küme” sayıldıkları bir dünyayı, kendi çeyrek yüzyıllık zor günlerinde yazdıklarıyla aydınlatıyor bunca zamandır. Gestapo’nun eline düşmemek için bir gecelik aceleyle kendi sonunu belirlemişken, seksen yıl sonra yalnızca bu özgürlük seçimi için bile onun adını anmak yeterli. Belki asıl konuşulması gereken, akademik ölüme mahkûm edilen Benjamin’in, bugünlerin akademik seviyesizliğine karşılık, okunmaya değer yazıların yazarı olarak belleklere yerleşmesidir.

            Kendisinden sonraki dünyaya bir şeyler bırakarak bu dünyadan ayrılan her düşünür/yazar, kendi varlığını gün be gün bir biçimde tüketerek gelmiştir geleceği yere. O kişinin sonraki zamanlarının okuru, yazarıyla buluşmalarını farklı biçimlerde gerçekleştirir elbette. Okurun, kendi zamanının öncesindeki yazarıyla buluşması düşünsel bir yakınlaşma olabileceği gibi doğrudan onun yazılı metinlerine ulaşma durumuyla ilgili de olabilir bu yakınlık. Okuyup bir kenarda bıraktıklarımız olduğu gibi henüz okuyamamışken bile sevgimizi hak etmiş yazarların varlığı bundandır bence. Edebiyatın, akademinin ve siyasetin merkezine giremeyip bir biçimde kenarında kalmış Benjamin, zamandaşı Pessoa’nın, “Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız.” belirlemesine bire bir uygun düşmek yanında yine Pessoa’nın, “Başkalarının gözüne saçma bir sfenks gibi görün. Fildişi kulene kapan, ama kapıyı çarpmadan. Fildişi kule, sensin.” (Huzursuzluğun Kitabı, 2013) çağrısına uymuş bir yazar izlenimi bırakmıştır bende.

            Ne çok yazıda/kitapta adından söz edilen, çeyrek yüzyıla onca yazıyı sığdırmış Walter Benjamin, biyografisine fazla gelen kişidir. Yine de 1892-1940 arasındaki kırk sekiz yılı -Necatigil’in deyişiyle o kısa çizgiyi- büsbütün göz ardı etmek olmaz elbette. Benim de yararlandığım ve pek çoğumuza yetebileceğini düşündüğüm üç yazının adını vermekle yetineyim o kısa çizgi için. Tarih sırasıyla sözünü edeceklerimin ilki Ünsal Oskay’ın, “Walter Benjamin Üzerine” (Estetize Edilmiş Yaşam, 2007, s.1-62 [21 Haziran 1982]) başlıklı yazısıdır. Nurdan Gürbilek’in, “Sunuş/Walter Benjamin” (Son Bakışta Aşk, 2014, 7.b, s.7-38 [1991]) yazısı ile Besim F. Dellaloğlu’nun, “Örselenmiş Bir Hayat” (Benjamin, 2005, s.9-20) yazısı, Oskay’ın anlattıklarına eklendiğinde, Benjamin için birbirini tamamlayıp zenginleştiren üç yazı karşımızda demektir.  Bir adım ileriye gidenler bu üç yazıya Adorno’nun, “Hitlerin cellatlarından kaçarken canına kıyan filozof, erken dönem yapıtlarının ezoterik karakterine ve geç dönem yapıtlarının parçalı doğasına karşın, ölümünün üzerinden yirmi yılı aşkın süre geçtikten sonra hatırı sayılır bir saygınlığa kavuştu. Kişiliğinin ve yapıtının büyüsü ya mıknatıs gibi çekiyor insanları ya da korkuyla reddedilmesine neden oluyor.” cümleleriyle açılan “Bir Walter Benjamin Portresi” (Dellaloğlu, Benjamin, s.43-58)’ni ekleyebilirler, soydaş düşünürün Walter Benjamin Üzerine (YKY, 2004) kitabını da elbette. Benjamin adanmışı Besim F. Dellaloğlu, “Nesnel bir dille, hatta biraz kişiselleştirmeden Benjamin’e dokunmak pek mümkün olamıyor sanki.” belirlemesiyle handiyse “Walter Benjamin: Modern Bir Mesih” (Benjamin, s.21-42) mi? sorusunu sordurtuyor filozofun okuruna onun hakkında yazdıklarıyla.

            Türkçe okuru, telif ve çeviri yazılarla hayli zamandır Benjamin okuyor. Edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi, kuramcı, düşünür Walter Benjamin, yazdıkları ve hakkında yazılanlarla bir külliyat oluşturmuş dense yeridir. Yazımın girişindeki “Terazi-sıklet” çelişkisinin nedeni, onun yazdıkları ve onun hakkında Türkçe yazılanlar ile bir kısmı Türkçeye çevrilenlerdir. Yalnızca edebiyat yazmış olsaydı hadi bir çaba gösterelim diyebilirdik oysa tarihten felsefeye, estetikten burjuvaziye, edebiyattan mimariye, siyasetten şiddete… Ne çok konuya yol almış onun kalemi. Hemen belirteyim, Tanrı Bakışlı Çocuk (Oğuz Demiralp) ile Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Besim Fatih Dellaloğlu), kaygılarımı artıran iki kitaptır. Okumuşların, okuyanların neyine gerek ad bilgileri ancak ben kendim/ce söyleyeyim: Bende bir Benjamin olsun isteyenlere Pasajlar (Çev. Ahmet Cemal); Benjamin’i bir bileyim isteyenlere de Son Bakışta Aşk (Haz. Nurdan Gürbilek) başucu kitabı olsun isterim.  

Benjamin için başlangıç sorunu

            Benjamin’i niçin okuyalım? Benjamin’i okumaya nereden başlayalım? Benjamin’i nasıl okuyalım? Cevabı müşkül bu soruların hiç mi hiç muhatabı olmamayı başarmak da bir seçenek olabilir kuşkusuz. Ne ki, bu dünyada yalnızca yazmadığı için deli olmuyor kişi.

            Değişik yayınevlerinin yayımladığı seçki/kitap yazılarıyla biraz da dağınık biçimde okuyabildiğimiz Benjamin’i, çeviri karışıklığından kurtarmak için belirli bir yayınevinin derli toplu yayımlarıyla Türkçe okuruna ulaştırmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu beklentimin nedenini, düşünürün birkaç yazısının adını Türkçedeki durumuyla somutlaştırayım.

Benjamin’in varlığıyla efsanevi biçimde özdeşleşen Pasajlar kitabında filozofun felsefesinin temeli sayılan başlangıç yazısı üç ayrı kitapta -başka derlemelerde de olabilir-  ayrı kişilerin çevirisiyle yer almıştır: “Tarih Kavramı Üzerine” (Çev. Ahmet Cemal, Pasajlar YKY), Tarih Kavramı Üzerine” (Çev. N. Gürbilek- S. Yücesoy, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları) ve “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler” (Sunan: Ünsal Oskay, Estetize Edilmiş Yaşam, Derin Yayınları) Sırasıyla her üç kitaptan, adı geçen yazının başlangıç kısmını “Dillerin dili: çeviri” için alıntılamak istiyorum. “Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki bir satranç oyuncunun her hamlesine, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş.” (P). “Satranç oynayan bir otomattan söz edilmiştir. Rakibinin her hamlesine en doğru cevabı vererek oyunu mutlaka kazanan bir otomat.” (SBA). “Bilinen bir öyküdür hani, karşındakinin her hamlesine duraksamasız gereğince karşı-hamle yapabilen, hiç durmadan yenip kazanan makinadan bir satranç oyuncusu…” (EEY) Türkçe ilk basımı 1993’te yapılan Son Bakışta Aşk kitabının içinde “Tek Yönlü Yol” (Çev. İskender Savaşır) başlıklı bir bölüm yer almış. YKY, 1928’de Almanca basılmış kitabı 1999’da Tek Yön (Çev. Tevfik Turan) adıyla yayımladı. Andığım iki kitaptaki metinler, aynı bölümleri/başlıkları içermediği gibi ortak yazıların başlıkları bile birbirinden farklıdır. “Kahvaltı Odası” (SBA), “Kahvaltı Verilir” (TY); “Standart Saat” (SBA), “Memleket Saat Ayarı” (TY); “Çin İşi Antikalar” (SBA), “Züccaciye” (TY); “Yeminli Kitap Müfettişi” (SBA), “Yeminli Muhasebe Müfettişi” (TY); “Hırdavatçı” (SBA), “Tuhafiye” (TY) vb.

Yayımcısının deyişiyle, “Daha kitap niteliğiyle bir varlık kazanmazdan önce bir yazgıya sahip ol”muş metinlerden birisi Pasajlar kitabının “Tarih Kavramı Üzerine” yazısı, Benjamin için bir manifestodur tartışmasız. Kitabın iki yazısı Baudelaire hakkında ancak bizdeki bilindik biçimiyle “Öz şiir” temsilcisi şair Baudelaire’i aşan yazılar her ikisi de. Sanatın ne’liğine dair kaygısı olanların, yalnızca “Sanat yapıtının karşısında dikkatini toplayıp yoğunlaşan insan, bu eserin içine iner; söylencede, Çinli bir ressamın bitirdiği yapıtı karşısındaki yazgısı gibi, izleyici de sanat yapıtının içine girer. Oyalanan kitle ise sanat yapıtını kendi içine indirir.” cümlelerindeki karşılaştırmayı seçip aldığım, çeyrek yüzyılı aşan bir zamanda tamamlanmış “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” yazısının talimi bitecek gibi görünmüyor. Bu yazıya, Dellaloğlu’nun Benjamin derlemesindeki “Sanat Yapıtı” yazısını da eklemeliyiz. Pascale Casanova, dünyanın pek çok ülkesinden gelen sanatçıların Paris’te buluşmalarını Dünya Edebiyat Cumhuriyeti (Varlık Yayınları, 2010.) kitabında anlatırken, Pasajlar kitabının “XIX. Yüzyıl’ın Başkenti Paris” yazısını açıklamıştır dense yeridir çünkü Paris’i, “her yurtsuzun kendini yurdunda sayabildiği bir kent” olarak görmüştür düşünür. Nurdan Gürbilek, kuramsal edebiyat çalışmalarının odağına yerleşmiş iki yazıyı almış Son Bakışta Aşk seçkisine, ne çok yazının özüdür bu iki yazı. Walter Ong ile Jack Gody’nin, söz-yazı bağlamındaki başucu kitaplarımızın yanına ekliyorum “Adı size ne kadar tanıdık gelirse gelsin, hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklaştı bizden, gittikçe de uzaklaşıyor.” cümleleriyle açılan “Hikâye Anlatıcısı” başlıklı yazıyı. 1892 doğumlu Walter Benjamin, ucu Âdem ile Havva’ya uzanan “Kendi Başına Dil ve İnsan Dili” yazısını 1916’da yazmış, yirmi beşinde bile değilken yani. Adlarının önüne unvanlar sıralanmışların bugünkü akademik camiası, titreyip kendine gelmeli tez zamanda, savaş günlerinin bu yazısı için. Onca yazı, Larry Shiner’in, “Walter Benjamin 1920’lerin sonu ve 1930’ların başında Almanya’daki yıkıcı enflasyonu, işsizliği ve siyasal şiddeti yaşamıştı; tek gelir kaynağı eleştiri yazılarıydı.” (Sanatın İcadı, 2013) cümlesine döndürdü beni. Cümleden anladığım, bugün bizim dönüp dönüp okuduğumuz yazılar, yazarının geçimini sağlamış vaktiyle. Çevresini alacaklılarının kuşattığı bir ortamda roman yazmak zorunda kalan Dostoyevski’yi anımsadım, bizler şimdi filozofun acısına mı üzülelim yoksa yazılarının güzelliğine mi sevinelim, bilemedim açıkçası.

Yazının, yazanıyla somutlaşan gerekçelerini andırır yazılanı okumanınkiler, okuyanına göre farklılaşır onlar da. Okuduğumuz kişi çok yönlü yazar Walter Benjamin ise bu çeşitlenme kaçınılmazdır. İçinden geçtiği şehrin bildiği ve bilmediği yerleri karşısına çıktığında, “Şehir ellerimde tuttuğum bir kitaba dönüştü” dediği, bize bakmayı öğrettiği için okuyabiliriz onu. “Gönül kazanmada ilke: kendini çoğaltıp yedi tane yapmak; yedi koldan arzu edilenin etrafını sarmak.” arzusu, adı çoklukla toplumsal konularla anılan filozofu aşk adına okuma gerekçesi olabilir. Okuma biçimlerimize yeni eklemeler yapacak, “insan birini seviyorsa, hatta sadece, biriyle yoğun biçimde meşgulse, neredeyse her kitapta onun portresini bulur” deyişi, ‘okuma’ edimi için okunma gerektirir. Zamanımızın ekonomik kazanç odaklı dünyasında “Üzerine hiçbir paranın yağmayacağı bir mükemmel mallar memleketi de gelecektir.” beklentisi, başlı başına bir okunma gerekçesi olabilir düşünürün. Sinemacı Asja Lacis’e tutulduğu, onun için Moskova’ya gittiği, ondan Marksizmi öğrendiği, ardından Moskova Günlüğü kitabını yazdığı ve onun aracılığıyla Bertolt Brecht’i tanıdığı için de okunacaktır kuşkusuz. Düzyazı yoluna çıkmış birisi olarak kendi adıma, “İyi bir nesir üzerinde çalışmanın üç aşaması vardır: yazının bestelendiği bir müziksel, yapıldığı bir mimarî ve sonunda, örüldüğü bir dokusal aşama.” yargısı, benim için yeterlidir derim Benjamin okumaya. Her birimizin okuma gerekçesi bir yana, dünya durdukça tartışması bitmeyecek, “Bütün insanları besleyen Tanrı’dır, yetersiz besleyen ise devlet.” yargısı için okunmalıdır Walter Benjamin.

Tek Yönlü Yol üzerinde edebiyat

Bir önceki yüzyılda, nicelik, niteliğe dönüşmüş ve bugün de öylece devam edip giderken edebiyat derinlikte yitirdiğini genişlikte kazanmaya yönelmiştir doğal olarak. Böyle bir dünyada Benjamin’in, handiyse yüz yıl önceki edebiyat kaygılarını tartışmakla nereye varabiliriz, bilemiyorum. Yine de onun, yazı ve edebiyat ile edebiyat ortamına yönelik değerlendirmelerinin izini sürmek gerekir elbette: Ne için yazmak ve kim için yayımlatmak… Andığım başka yazıları önemli kuşkusuz ancak ben Nurdan Gürbilek’in “Sunuş” yazısının, filozoftaki çelişki durumuna dikkat çeken, “Bir yanda ancak boş vakti olan birinin sabrıyla sürdürdüğü bir yazarlık, diğer yanda yazdığı her şeyi boş laf olmaktan kurtaracak, olağandışı hatta kavranamaz ve gizemli bir devrim beklentisi.” belirlemesini göz ardı etmeksizin Tek Yön kitabını önceliyorum filozofun edebiyat görüşü için.

Yazardan, “Kalemini ilhama karşı duyarsız kıl”masını isteyen Benjamin, sanatçı yaratıcılığındaki bitmemişlikten yanadır bu nedenle “Deha çalışkanlıktır” yargısını, küçüklerin bir an önce tamamlamaktan yana olmalarına karşın büyüklerin çalışmayı gerektiren kesintileri önemsemesiyle açıklar.“Yazar, düşünceyi kahvenin mermer masasına yatırır.” cümlesiyle başlayan “Poliklinik” bölümü, yazı taliminde laboratuvar dersi olarak okutulması gerekir. Tek Yön kitabının “On Üç Tezde Yazarlık Tekniği” başlıklı bölümü; yazıya başlama, yazma ortamı, ilham yerine emek vurgusu türünden ilgililerin gözden kaçırmamaları gereken ayrıntıları içeriyor. Benjamin’in, yazıyı kendisi için dert edinenlere “Çalışma çevresi konusunda gündelik hayatın orta kararlılığından kaçınmaya çalış. Adi gürültülerin eşlik ettiği bir yarı-sessizlik onur kırıcıdır.” uyarısının, çağdaşı Albert Camus’nün “Jonas ya da Resim Yapan Ressam” öyküsünde kuramdan kurmacaya dönüştüğünü söyleyebilirim. Kitabın, andığım bölümü bir yana, “Hediyelik Eşya” başlıklı bölümünün şu cümlesiyle yaratıcı yazarlık derslerine giriş yapılsın isterim: “Ağızlıktaki sigaranın dumanı ile dolmakalemdeki mürekkep aynı hafiflikte aksalardı, yazarlığımın doruğunda olurdum.”

Walter Benjamin, niceliğin niteliğe dönüşmesiyle edebiyatta değer kaybını sıklıkla vurgularken her dönem yakınılan bir sorundan söz etmektedir gerçekte. Kitap basımındaki teknik gelişmeler, ekonomi çarkının dönmesi daha çok kitap basılmasını gerektirince sürecin işleyişinde okumak yerine satın almayı önceleyen yeni bir okur kitlesi türetilmiştir. Çok satanlar listesi, imza günleri, edebiyat yarışmaları… Nitelikten çok, niceliği önemseyen ve ekonomi çarkının dönmesine yardımcı olacak araçlar olarak tasarlanıyor çok zaman. Benjamin, “Vaktiyle, basılmış kitapta sığınacak bir yer bulup orada otonom varlığını sürdüren yazı, reklamlar tarafından acımasızca çekilip sokağa çıkarılıyor ve ekonomik kaosun kaba heteronomilerinin emrine veriliyor.” dediğine, John Sutherland’ın şu belirlemesinden bizi, vaktinden önce haberdar ediyor demektir: “Pazar ürünü belirler. Genel anlamda okur kitlesi adını verebileceğimiz bu pazar milyonlarca okurdan oluşur. Okur kitlesinin tercihleri, seçmen kitlesinin tercihlerinden daha öngörülebilir değildir ama tıpkı seçmen kitlesi gibi sözünü geçirir. Ticaretin her branşında olduğu gibi müşteri (yani okur) her zaman haklıdır. Okurlar talep oluşturur ve yazarlar (Yayıncılar ve dağıtımcılarla birlikte) bu talebe yanıt verir. Kitap işinde bu talebe yanıt veremeyenler çok geçmeden iflas bayrağını çekerler.” (Edebiyatın Kısa Tarihi, 2018.) Böyle bir ortamda edebiyat için “Saati çoktan dolmuştur eleştirinin” ya yine de yazıya benzer biçimde “On Üç Tezde Eleştiri Tekniği” belirlemiş filozof.

Seksen yıl öncesinin öncesi

Berlin’de, yahudi olmak suçuyla 1892’de doğan Walter Benjamin, birinci büyük savaşın öncesinde (1910) henüz bir lise öğrencisi olduğu yıllarda ilk yazısını – kayda değer yazılarını savaş sonrasında- yazmış, sonrasında yazı çalışmalarına devam ederken bir yandan da üniversite eğitimi ve toplumsal/siyasal aktivitelerini sürdürmüştür. Felsefe eğitimi aldığı, başka dersleri de takip ettiği üniversitedeki hocası George Simmel’den etkilenen genç öğrenci, aynı okulun kendisi gibi Yahudi olan Ernst Bloch ve Georg Lukacs adlı kıdemli iki öğrencisinden de çok şey öğrenmiştir. Almanya’nın farklı şehirlerinde okuduğu üniversiteyi İsviçre’de tamamlayan Benjamin, Bloch aracılığıyla tanıştığı soydaşı Adorno ile kalıcı yakınlıklar kurmuştur sonrasında. Benzer bir yakınlık, yazılarını yayımlayan ve kendisini sonraları Filistin’e çağıran Gerhard Scholem ile de yaşanmıştır. Doktora çalışmasını 1920’de yayımlamışken üniversitede ders vermek -böylece bir ölçüde ekonomik yönden özgürlüğünü kazanmak- düşüncesiyle 1924’te hazırladığı doçentlik tezi, yerleşik düzenle, al gülüm, ver gülüm bağlantılı akademik çevrelerce kabul edilmez ve reddedilmenin utancına maruz kalmasın diye (Sanatta ve Edebiyatta Eleştiri, 2010) tezini geri çekmesi istenir kendisinden, o da bu dayatmaya boyun eğer. Bilindik adıyla, bilim insanı olamamışken düşünen ve yazan insan olmayı seçen Benjamin, 20’li yıllar boyunca gazete ve dergilerde, önemleri düşünürün ölümünde sonra anlaşılacak hatırı sayılır yazılar yazar.

Nazilerin iktidarıyla doğduğu topraklarda yaşama şansı kalmayınca 1933’te yeni yaşam alanı seçtiği Paris’tedir. Arkadaşı Adorno ise Amerika’da. Fransa’daki mültecilik, Almanya’nın çaresizliğini pek aratmasa da Paris yepyeni bir dünyadır onun için. Ne ki Gestapo, dünya şehri Paris’te bile yakasını bırakmaz, evini basar Benjamin’in. İstemeye istemeye Avrupa’yı bırakıp soydaşı Adorno’nun ısrarıyla Amerika’ya geçmeye karar verir ancak bu düşüncesini gerçekleştiremez. B.F. Dellaloğlu’nun açıklamalarından öğreniyoruz ki Preneler üzerinden kadın kılavuz öncülüğündeki küçük bir grubun kaçış yolculuğu, İspanya’nın Fransa sınırına yakın Port-Bou kasabasında sonlanır. Grubun karşıya geçmesi o gece yasak nedeniyle engellenmiş Benjamin’e de otelde kalması önerilmiş ve sonrasında Fransa’ya gönderileceği söylenmiştir. Yaşamı boyunca, hiç olmazsa iki savaş arasındaki yazı yaşamında, cebinde aşırı uzunluklarda okuma listeleri bulundurmuş düşünür/yazar, Gestapo’nun eline geçeceği korkusuyla Arthur Koestler’in, acil durumlarda Gestapo’ya yakalandıklarında kullanmak için verdiği siyanür tabletlerinden yutarak o gece (26 Eylül 1940) intihar eder. Gecenin sabahında, Benjamin’in ölümü gerçekleşmiş, yasak kalktığı için de grubun diğer kişileri sorunsuz biçimde karşıya geçmişlerdir. Cebinde az miktar para ile Adorno’ya yazılmış bir mektup çıkan Walter Benjamin, beş yıllığına kiralanan mezara gömülür, beş yıl sonra mezarın kirasını yeniden ödeyecek kimsesi olmadığından cesedi, “Kimsesizler çukuruna” atılarak yok edilir adeta. Dünyanın, onun yokluğunda seksen yıldır okuduğu, kim bilir kaç seksen yıl daha okuyacağı yazıların, kazmak, alt üst etmek yerine, sondajla derindeki inciyi bulma” çabasını yeğlemiş yazarı, bugün mezarı dahi bilinmeyen ve sonunda herkese ve hiç kimseye eşit uzaklıkta kalmış Walter Benjamin’in düşüncesinin ürünleridir.

Bir dönemin yazıya adanmış yaşamları; Theodor W. Adorno, Georg Lukacs, Ernst Bloch, Walter Benjamin ve Bertolt Brecht yıllar sonra Estetik ve Politika adlı kitapta buluştular.

Dünya okudukça ve yazdıkça, yazanlar okundukça…

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.