ERSİN KURT

Nuh Tepesi… Bir taşlama, bir ayna tutma, bir hesaplaşma, bir çatışma, bir ayrılık, bir kırsal, bir doğum, bir ölüm filmi…

6 Mart 2020 tarihinde seyirciyle buluşan baba – oğul hesaplaşması bağlamında birçok kanayan yaraya da ışık tutan Nuh Tepesi filminin senarist ve yönetmen koltuğunda daha önce pek çok kısa filme imza atmış genç isim Cenk Ertürk bulunuyor.

”Bir koltuğa iki karpuz sığmaz,” diyenlere nazire yaparcasına son derece başarılı bir filme imza atmış Ertürk. Çocukluğumdan bu yana her zaman imrendiğim senaristliğin yanına uzun metraj bir film anlamında bir de ”yönetmen” vasfını ekleyip geçmiş direksiyonun başına. Sanat dünyasında kartelada tek rengi temsil edenlere dahi çok büyük saygı duyan birisi olarak Ertürk’ü bu anlamda öncelikle ziyadesiyle kutlarım.

Ülkemizde yerli sinema sektöründe komedi dalında sayısız film üretip, milyonları sinema salonlarına çeken yapımcı ve yönetmen kitlesi varken bu duruşa ısrarla direnen, suyun tam da karşı tarafında duran dram, sanat ve biyografi filmi yapımcılarına da ayrı bir parantez açmayı kendime bir borç bilirim.  Burada da devreye Alp Ertürk, Şevki Tuna Ertürk ve yine Cenk Ertürk giriyor. Yaptığın ortaya koşup kale önünde kafaya yükselip topu ağlarla buluşturmak gibi bir şey bu. Bence yıllar sonra bile yerli sinemadan konu açıldığında bahsi geçmesi gereken bir detay.

7 Ocak 2020 tarihinde beyaz perdede Emmy Ödülü’ne sahip bir Türk oyuncuyu izlemeye gidecek olmanın büyük heyecanıyla gittim sinema salonuna. İlk olarak seyirciyi selamlayan bir öğretmen sahnesiyle de girmiş bulundum filmin büyülü atmosferine.

Filmde; ”Öğretmen Elif” karakterini canlandıran Hande Doğandemir’in derste bulunduğu sınıfın penceresini açtığında aşağıdan sınıfın penceresini izleyen; ”Ömer” karakterine hayat veren Ali Atay’ın çaresizliği ile göz göze gelince oturduğum koltuğa daha bir sağlam çivilendim. Tabi film güzel mi güzel, boncuk mu boncuk bir kızın uykusundan uyanmasıyla başlıyor ama akabinde gelişen olay anlattığım doğrultuda seyir ediyor.

Ardından da uzun bir yol hikâyesine, bir çıkmaz baba – oğul hikâyesine dönüyor kameralar. ”Ömer” rolündeki Ali Atay ve babası ”İbrahim” rolündeki Haluk Bilginer’in gizemli yolculuğuna…

Böylece; babasına öfke kusan, onunla aynı düzlemde yolculuk dahi etmek istemeyen Ömer’in babasının doğup büyüdüğü köye ulaştıklarında başka bir adama bürünme hikâyesine çoktan girmiş bulunuyoruz. Elbette emniyet kemerlerimiz bağlı bir şekilde…

Bu arada Ömer ve İbrahim’in yolculukları boyunca dikkatimi cezbeden, çok iyi bildiğim, yemyeşil bir şehre konuk oluyorum. Yine, yeni, yeniden… Çekimleri Bursa’nın doğa harikası ilçesi Keles’te tamamlanan film her anlamda sayısı azımsanamayacak derecedeki sinemaseveri kendisine hayran bırakacaktır. Hem sanatsal hem de doğa anlamında müthiş bir kombinasyon olmuş. Kanımca bu da ekibin artı hanesine yazılması gereken önemli bir anekdot.

Şayet Nuh Ağacı’na giden yol üzerindeki mahşeri kalabalığı yok sayarsak baba ve oğlun köye ulaşmasıyla devasa ve bir o kadar da yalnız ve melankolik bir ağaç karşılıyor ikisini. Tüm görkemiyle müthiş bir ağaç. Nuh Ağacı…

Ağacın heybetine ve güzelliğine dikkat kesildikçe belleğim yıllar öncesinde Yaprak Dökümü dizisinin başlangıç sahnesinde kullanılan o güzelim ama yapayalnız ağacı ziyaret ediyor. Ama Nuh Tepesi filmindeki ağacın durumu Yaprak Dökümü dizisindeki ağacın durumundan çok daha vahim. Şöyle ki; filmin bir sahnesinde kökleri olduğu gibi dışarıda ve daha da önemlisi bütün yöre halkı ağaca bel bağlamış vaziyette. Öğretmen dahil her şeyi ağaçtan isteyen, tamamıyla ağaca dikkat kesilmiş bir insan topluluğundan bahsediyorum. Kısacası tehlikenin boyutları aklın sınırlarını zorlar cinsten.

Filmin olağan akışı içerisinde ise bir yerden kendisine yol bulan, Köyün İmamı rolündeki Arın Kuşaksızoğlu selamlıyor sinemaseveri. Yolun en başında ”Daire” filmiyle  sinemaseverlere karanlıkta göz kırpan Kuşaksızoğlu tamamıyla sıra dışı tarzlardaki baba ve oğlun ilk misafiri, ”hoş geldiniz” diyeni oluyor ikram ettiği Kars balıyla. Tabi bir de salt kurda benzeyen bir Kurt Köpeği ”merhaba” diyor bu gizemli baba ve oğluna. Köpeğin adı yönetmende saklı.

Köyün İmamı hurafelere inanmayan, yatırlara umut bağlamayan modern, akılcı ve çağdaş bir imam portresi çiziyor izleyicinin gözünde. Sıklıkla, bir hayli küfre düşkün Ömer’i sakinleştirmek de naif kişilikli imamın kutsal bir görevi hâline geliyor filmin devamında.

Sonraları ise bir ülke meselesi sorununa dönüşen hurafe, yatır ve adak konularını irdeliyor film. Ağaçtan, yüzyıllar öncesi dikildiğine inanılan hatta inanmakla kalmayıp bizzat Nuh peygamberin kendi elleriyle ağacı diktiği safsataları uyduran bir cahil halktan bahsediyor. Bir nevi halkın belirli bir kesimine ayna, belirli bir kesimine de köylülerin yardımıyla çanak tutuyor. Bunun yanı sıra o ağaçtan nemalanan, kesesini dolduran bir şahsa da tabi…

Bana göre ilk olarak gerçek anlamda ”Bana Bir Soygun Yaz” filmi ile kendiyle özdeşleşen bir rol oynama fırsatı yakalayan Mehmet Özgür, o günden sonra sırasıyla; ”Aydede” ve ”Cinayet Süsü” filmleri ile adeta yıldızını parlatıp çok üst basamaklara bir hamlede sıçrama başarısı göstermiştir. Nuh Tepesi filmindeki ”Cevdet” rolü de adeta kendisi için biçilmiş bir kaftan niteliğinde olmuş. Umarım ki daha nice böylesi rollerde kendisini izleme olanağımız olur.

Cevdet: işgüzar, köyün bakkalını işleten, köy halkının dini duygularını suistimal eden ve köy halkının ve civardaki insanların zaaflarını çok iyi bildiği için kan emici bir vasfa bürünen gücü ve kontrolü elinde tutan bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Her sömürücü kadar kurnaz bir karakter olarak…

Ömer ile Cevdet’in müritleri ilk kez köy bakkalında çekiyorlar kılıçları ve bu restleşme filmin sonuna kadar devam ediyor. Yeri gelmişken kışkırtıcı ve antipatik rolün altından başarıyla kalkan genç yetenek Kerem Alp Kabul’e de selamlarımla…

Birbirlerinden fazlasıyla kopuk baba oğlun kavgaları, yüzleşmeleri, hesaplaşmaları ve günah çıkarmaları ışığında ilerleyen film zaman zaman edebi ve insani konuşmalara yer vermesiyle de bir alkışı hak ediyor. İbrahim’in babadan kalma evinin bahçesindeki ateşin başında ısınan İbrahim ve Köy İmamının konuşmaları harikulade bir seyirde ilerlerken sonrasında sohbete katılan Ömer’in laf çarpmaları ile ateşin başından uzaklaşan İbrahim’in gidişine kadar olan kısımdaki konuşmalar seyircinin ağzına bir parmak bal çalar nitelikte. Bal dediysem Köy İmamının bizim anormal ikiliye getirdiği o meşhur Kars balı… Sıradan, katkılı bir bal değil yani.

Filmin devamında kahveciden tutun da tapu memurunun, bölge halkının ve hatta kaymakamın bile satılık olduğuna kanaat getirdiğim sahneler muhteşem ötesi. Bu arada Ömer’in küfürleri devlet dairelerinin en ücra köşelerinde dahi yankılanıyor. Duyan varsa ne âlâ!

Film, tam bir kısır döngüye girdi derken İbrahim’in inatla köy halkı tarafından ”kutsal” ilan  edilen ağacın altına gömülme isteğinden çark etmesiyle bambaşka bir hâle bürünüyor. Bundan önce Ömer’in boşanma aşamasında olduğu öğretmen eşinin ücra köşedeki köye olan yolculuğu, doğacak çocuğun velayeti sorunu ve Ömer’i suçlamaları da seyircinin gözünden kaçmaması gereken önemli detaylar.

Zaman zaman su damlalarına zoom yapan kamera yağmuru ve dereleri de hayli önemsiyor. Elif’in köye gelişi de yağmurlu bir akşamda gerçekleşince su olgusu ön saflardaki yerini iyice sağlamlaştırıyor. Ömer de akan çatıyı onarıp su damlalarını eski bir kovaya hapsetmek ve derenin kenarına park ettiği jeepin içerisinde motive olup, öfke erlerini başından def etmekle meşgul oluyor çoğunlukla.

Hande Doğandemir bu filmde biraz daha fazla görünebilir miydi? Elbette görünebilirdi. Ama baba oğul hesaplaşması üzerinden yol alan film ne yazık ki Elif’e böyle bir şans tanımamış. Öğretmen karakterindeki güzel kızı epey bir geri plana atmış. Bana göre filmin en önemli dezavantajlarından birisi de bu.

Filmin ikinci yarısında, ilk andan itibaren nefret tohumları saçan Ömer’in babasına olan, kontrol altında tutmak istediği öfkesi yerini merhamete bırakıyor. Fakat babasıyla olan hesaplaşması da asla küllenmiyor.

Daha önce babası için köy halkı ile restleşen, kafa tutan, meydan okuyan, kavga eden Ömer babasına vefa borcunu ödemek için daha üstün bir gayret sarf ediyor. Her ne kadar eline fırsat geçtikçe babasına geçmişin diyetini ödetme ihtiyacı duysa da babasına içini açıp kendisinin de baba olacağı gerçeğini anbean vurguluyor. Yeri gelince de kendisini ve annesini yıllar önce terk eden babasına karşı sözünü sakınmadan söylüyor.

Ancak, İbrahim’in hasta olduğu gerçeği ve her an ölebilme ihtimali, annesinin ölüm gerçeğini gölgede bıraktıran tek gerçek oluyor Ömer için. Gördüğü kötü düşler ve dayak yeme pahasına babası için ettiği kavgalar da yalnızca bu yüzden. Geçmişi, babasının yıllar önce Paris’e gitmesi ve çaresizlikten, parasızlık illeti yüzünden dayılarına muhtaç kalması Ömer’in sırtında kambur olsa da bir türlü babasına sırt çeviremiyor. Bir bakıma iç hesaplaşmanın doruk noktasını yaşıyor. Küfür ediyor, azarlıyor, hor görüyor ama babasını asla hiç kimseye ezdirmiyor. Hatta filmin en can alıcı sahnelerinin başında Ömer’in kırk bir yıllık yaşantısının hiçbir yerine koyamadığı babasını gizlice fotoğraflaması yer alıyor. Ve hatta bununla da yetinmeyen Ömer hasta yatağında uyuyan babasını da arkasına alıp muzip bir çocuk edasıyla özçekim yapıyor.

Aslında filmde asıl mağdur ve hasta olan İbrahim gibi gözükse de filmin en çok yıpranan karakteri tartışmasız Ömer oluyor. Cebinde, ülkemiz sınırları içinde kendi adaletini kendisi sağlamaya çalışan insanlar topluluğunun kayıt yaptırmayan üyesi kimliğini taşıyor Ömer. Jandarmanın, polisin, tapu müdürlüğünün kapısını aşındırsa da adaletin güçlüden ve kapitalizmden yana olduğunu anlaması çok vaktini almıyor. Bir de işin içine köy halkının cehaletinin girmesi olayı içinden çıkılması güç durumlara sürüklüyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de  ilave olarak Elif’in ısrarla Ömer’den boşanma isteği ve doğacak olan çocuğun velayeti konusu Ömer’in sırtına onulmaz bir kambur daha yüklüyor.

Filmde Nuh Tepesi’ne dikilen ağacın  İbrahim tarafından dikilmesine ya da dikilmemesine de önemli bir sayfa açılıyor. Film ilk başta sadece o ağacı diktiği için ve o ağacın altına gömülmek istediği için ta İstanbul’dan boşanma aşamasında olan oğlunu  peşinden Anadolu’nun bir köyüne sürükleyen babanın hikâyesine kapı aralarken ardından sırf inandığı değer uğruna oğluna zarar gelmesin diye ilkelerinden vazgeçen bir ebeveyn öyküsüne dönüşüyor. Bu arada köyün evlerine de sıklıkla camcı uğruyor.

Tabii kusursuza yakın ilerleyen filmde her şey de mükemmel değil. Bence filmin en başından beri dikkat çeken en büyük eksiklik baba ve oğlun yaşadığı köy evinin aydınlatması ile alakalı. Her ne kadar, nasıl olduysa bir şekilde Ömer’in izini süren Elif’in köy evine konuk olmasının  akabinde Ömer’in masa lambası ışığı altında Dostoyevski’nin ”Budala” isimli kitabını bitirdiğini görüyor olsak da evin ışığının yeterli olmaması en büyük handikap. Neredeyse bütün bir film bu yetersizlik kisvesi altında geçiyor.

Yönetmen modern sinema kültürünün dayatması olan şehir aydınlatmalarına ve kargaşasına küfür etmek, ters köşe yapmak istese de bence bütün bir film akışı boyunca konunun odaklandığı, küçücük ama geçmişimize özen duyduğumuz ve güzel motiflerle süslenmiş o odanın  ışığı son derece yetersiz kalmış. Filmin en önemli eksikliği de bu zaten.

Belki de yıllarca metropolde zıt düşünceleri savunsalar da mecburiyetten oturmak zorunda kaldıkları dairelerinde sahte tebessümleri ile birbirlerini selamlayan ve oldukça gösterişli avizeler altında birbirlerine göstermelik kafa sallayan büyükşehir yaşantısına dikkat çekmek isteyen Ertürk böyle bir çıkmaza girmiş olabilir. Bilemiyorum. Ama bana göre 2020 yılının Türkiye’sinde her ne kadar ücra bir köy sahnesi çekimi de olsa biraz abartıya kaçmış. Gerçi hâlâ elektriği olmayan köylerimizin sayısı azımsanmayacak nitelikle ama…

Övgünün ve eleştirinin kardeşliği altında geçmişle yüzleşme, ölüm ve doğum olguları bir çırpıda esaretine alıyor sinemaseveri. Filmin sonlarına yakın babasının ölüm haberini vermek için aradığı Elif’in yeni doğan bebeğinin telefonun öbür ucundaki ağlayışı dağıtıyor Ömer’i. Sonrasında da Ömer’in ağlamaları bizi… Filmin sonu ise sürpriz. Bi’ zahmet gidiniz!

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.