Televizyonlarda on beşinci yılını geçiren bir polisiye dizisi Türkiye’de televizyonculuğun şablonunu değiştirmiş olabilir. 2006 yılında dizinin yaratmaya çalıştığı algıyı eleştiren bir yazı yazmıştım. Bu dizi genel olarak polis şiddetini meşru göstermeye çalışan ve şiddet uygulayan polisleri sevimli göstermeye özen gösteren bir formla ekranlardaki yerini almıştı. Şüpheliye uygulanan psikolojik baskıların bile tartışıldığı yıllarda polisin kızıp sorgudaki kişinin ağzını burnunu dağıtması herkese sevimli gelmişti. Çünkü beyaz cam içimizdeki ehlileşmemiş duyguları ortaya çıkarma hünerini sergilemeyi öğreneli uzun yıllar olmuştu. Şiddet eğilimlisi polis aynı zamanda izleyicinin kahramanıydı.

O yıllar için çok alışıldık bir durum değildi bu. Televizyon ekranlarından böyle mesajlar verilmesi düşünülemezdi bile. Z kuşağı bilmez, polis en son gelse de gelirdi mutlaka. Polise kötü adamı oynatmak, yakıştırmak çok zordu. Hatta polisi genelde Hulusi Kentmen oynardı. Bunun bir anlamı vardı. Darbe günlerinde bile… İşkence kötü muamele, şiddet vs… bunlar ısrarla reddedilirdi ve televizyon yoluyla bu mesajlar verilmezdi.

Bu dizinden sonra televizyon yoluyla verilen mesajların giderek değişmeye başladığını gözlemlemek zor olmadı. İş öyle bir noktaya geldi ki nesnel gerçeklik ilkesiyle bağlantı kurmakla açıklanan durum nesnel gerçekliğe ayar verme meselesine kadar gelmiş oldu. Ne demek nesnel gerçekliğe ayar vermek?

Şu sıralar benim de kaçırmadan izlediğim bir televizyon dizisi iyi ve kötüyü ayırt etmek isteyen izleyiciye iki seçenek sunmuş durumda. Silah ticareti mi daha iyidir, uyuşturucu mu? Bu dizisinin de böyle bir sorunsalı var… Dört yıldır uyuşturucuya karşı büyük bir savaş verirken silah ticaretini ve sinek avlar gibi insan avlanmasını saklambaç oynamak gibi bir gösteriye çevirmiş durumdalar. Şimdilerde iki ekip işin münazarasını yapıyor karşılıklı: Uyuşturucuseverler kötü kişiler… Silahseverler ise filmin kahramanları…

Geçtiğimiz günlerde Melih Aşık psikiyatrik terapi üzerine kurulmuş bir dizide önemli bir aktörün canlandırdığı mafya babası karakteri üzerinden verilmeye çalışılan mesajın altını çizmişti: İzleyicide, mafya ve kirli işlere bulaşmış insanların geçmişte kim bilir ne zorluklar çekmiş olduğu düşüncesi oluşuyor. Yani açıkçası mafya masum ve mazur gösteriliyor. Böyle diziler acaba nasıl bir ihtiyaçtan doğuyor? Suçun meşrulaştırılması kime ne fayda sağlıyor?”

Bir kurgu üzerinden gerçek hayata yönelik yapılan eleştirilerle alay edenler var bir de. Onlar da 2002 yılında hükumet değiştiğinde ve iktidara geleceği önceden pek hesap edilmemiş siyasetçiler seçimi kazandığında gelecek korkusu duymaya başlayanlarla da alay ediyorlardı. O insanların en önemli özelliği tüm yaşamlarını “bir şey olmaz” klişesiyle geçiriyor olmaları. Yapılan her yoruma, her öngörüye ve her uyarıya “bir şey olmaz” diyen çokbilmişler önemli yerlerde yazılar yazıyor, yorumlar yapıyor ve koltukları işgal ediyor. Belli konumlarda ‘bişey olmazcı’yken o konumları kaybedince ‘ben demiştimci’lere katılmaktan imtina etmiyorlar haliyle.

Z kuşağı çok iyi biliyor ki bugün artık nasıl bir toplum hedefleniyorsa televizyonlar da o mesajları veriyor. Aslında dün yapılan da farklı bir şey değildi. Sadece dün başka bir toplum isteniyordu, bugün istenen daha farklı… Sisteme direnmenin ya da bir şeyleri değiştirmenin de pek imkânı yok. Tarihte böyle bir şey hiç olmadı. Ama başka bir şey yapanları örnek almak mümkün… Çünkü dünyanın dönüşü her zaman yavaşlatılabilir.

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.