Burçin LAÇİN ALTAY
FÜRUZAN
PARASIZ YATILI
Füruzan; yaşadığı dönemde, öyküde kadının sesi oluyor ve o ses git gide çoğalıyor. Öykülerinde dramatik hatta trajik olayların sakince ve duruca anlatımıyla karakterleri oldukça sahici yaratıyor. Evet, Füruzan tanrının unuttuğu, görmediği haksızlıkları göstermek adına Parasız Yatılı öykülerini, edebiyata yeni bir soluk getiren özgünlüğüyle yaratıyor. Füruzan’ın 1971 yılında Bilgi Yayınevinden çıkan ve ilk kitabı olan Parasız Yatılı 1972 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanıyor. 2011 yılında da Editions Bleu Autour yayınevi tarafından Fransızca basılarak uluslararası tanınma olanağını kazanıyor.
Parasız Yatılı öykülerine; kadınlığın kendine özgü ayrıntıcı hali, ince düşünen tarafı öyle ince ince sirayet etmiştir ki çokça yarattığı kadın ve çocuk karakterleri okuyucu kolaylıkla benimsiyor. Haksızlıkların, adaletsizliklerin uçurumlarını burjuva düzeyinden, düşkünlük derecesine gelen kadınların, çocukların her yönden yoksulluklarını, çaresizliklerini ve yalnızlıklarını farklı hikâyelerle öyküleştiriyor. Çocukluk ve çocukluğunu yaşayamamış, eksik yaşamış içe dokunan hikâyelerin yoğun hislerle sakince, duruca anlatılmasıyla öyküleştirilmiş korkusuz ve özel bir kitap Parasız Yatılı…
Üşüten öykülerin birçok ortak özelliği, bazı metaforlar, imgeler, betimlemelerde ortaya çıkıyor. Öyküler; kış, soğuk, soba, mangal, kül, helva, yaz-kış helvası, yoksulluk, yetim, öksüz ve kimsesizlik ile muhtaçlık, çaresizlik ana temalarıyla kurgulanıyor. Birçok öyküde parasız yatılı okulu yer alırken Löbon ve Nafia gibi yer isimleri de göze çarpıyor ve bu şekilde; öykülerin birbirine bağlantısını görünmez iplerle bağlıyor. Büyük bir umutsuzluktan besleniyor öyküler ve ölüme öykünen bir yanı var. Bir yanıyla da varoluşsal sorgulamayı sezdiriyor. Tanrıyı da sorguluyorken sıkça yoksulluk damarlarında dolaşıyor. Anne – kız ilişkilerinin zenginlik ve yoksullukta büründüğü değişimi, sınırları, sınırsızlığı aktarıyor. Kadın – erkek ilişkilerinin dengesiz ve tutarsızlığını, kadınların ezilmişliği ve suskunluğunun iç yakan çığlığını duyurarak anlatıyor. Bir düşünce bilincinde hızlı adımlarla dolaşan bir satıcı gibi bütün öykülerde geziyor. Ayrıca ailenin sosyolojik, psikolojik bağlamda bütün yaşama etkisinin yadsınamaz olduğunun bir ispatıdır bu öyküler. Öykülerde yaşıyor, yaşatıyor kendini de Füruzan. İlk üç öykünün yoğun şiirsel dille yazıldığı kitapta bulunan 12 öykü şöyledir:
- Sabah Eskimişliğin
- Özgürlük Atları
- Münip Bey’in Günlüğü
- Taşralı
- Piyano Çalabilmek
- Nehir
- Su Ustası Miraç
- İskele Parklarında
- Edirne’nin Köprüleri
- Parasız Yatılı,
- Yaz Geldi
- Haraç
Bu öykülerden bazılarının derinlerinde Füruzan’a yakışan incelikle gezinmeye çalışalım.
SABAH ESKİMİŞLİĞİN
“Sabah eskimişliğin buzulları burnuma kadar geliyor.” cümlesiyle başlayan öykü bir kızın çocukluğundaki geçmişin soğukluğunu sakince anlatımıyla sürüyor. Çocukluğun eskimişliğini şiirsel dil ve bolca imgelem ile bilinç akışıyla aktarıyor. Çocukluğa sığınan bilinç akışı hali farklı konuların art arda gündeme gelmesiyle, anıların bazılarının yani en çok etkilenilenlerin hatırlanarak anlatılmasıyla oluşturuluyor. “Sobada eskimiş kışların külleri var.” cümlesi geçmişte kalmış, üşüten zamanların izlerinin hala olduğunu anlatırcasına öykünün başlangıcında ipucu veriyor. Annesinden kış helvası isteyen çocukluğundan bahsederken yaz helvasına atıflarıyla yaza ulaşılamayan hayatlardan hayıflanması öyküye felsefi bir derinlik katıyor. “Ah, çocukluğumu da eskisi gibi sevemiyorum, buna tam sevmemek de denemez, işte öyle bir şey. Artık günün orta yerinde de sevinivermeler kalmadı.” diyerek çocukluğun masum mutluluğunu ve “Bu ayağımızın suya ermesiydi.” sözüyle ise büyümeyi tarif ediyor. Annesinden ve evdeki düzeninden sıklıkla söz ettiği öyküde annenin çocuk karakter üzerine baskılı etkisi gözlemleniyor.
Tanrısal öğretmen diyor, korkulan, sevgisiz, soğuk, yorgun… Ve yenmiş tırnaklarını saklayacak yer bulamayışından yakınıyor. Tırnakları annesinin de konusu ve kambur duruşu. Çocukluğa özgü dertlerle çocukluğun ne kadar zor yaşandığına tanık oluyor okuyucu. Adeta çocuklara karşı anlayışsız davranışların karanlığına ışık tutuyor. Takunyalar var öyküde, kırkayak ve kırk takunya, çocukluğun sınırsız hayal gücünü korkusuzca akıtıyor kaleminden. Deniz de var öyküde, “O gün deniz dalgalıydı.” diyor ve denizde karşılaşılan tanıdıklar üzerinden yetişkin dertlerinden, yaşamlarından ve yanlışlarından bahsediyor. “Kumun altın inceliği avucumda şimdi,” diyor, sonra iç sesi konuşuyor gündelik zamana dönerek. Ruhsal boyutu ise çocuk yaşamının inceliğinin, duygusallığın nasıl da parladığını, görülemeyen ince ayrıntıların çocuk gözüyle bakabilmenin önemini vurguluyor. Şarkılar da var öyküde, çocukluğuna ait hafızasında yer eden şarkılar; pencerenin perdesini, kadifeden kesesi gibi… “Siz alaturka şarkılardan nefret ediyorsunuz, oysa evlerin, insanların yaşantısına girmiş olanları yadsımanıza şaşıyorum. Hani bir ‘Kadifeden Kesesi…’ vardı, sizin insan sevginize de inanasım yok…” cümleleriyle hatırı sayılır bir yer ediniyor öyküde. Hayatında yeri olan herkes sahneye çıkıyor öyküde, komşular, mahalle sakinleri ve onların hikâyeleri…
“Karanlığın içine açan gece çiçekleri,” diyor, sevgiden ve sevgisizlikten yakınarak, kadın erkek ilişkilerinin de eskimişliğine dikkat çekiyor.
Kış bulutları geliyor sonra; “Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısıdır.” diyor, geçmişte en çok yoksulluktan ne kadar üşüdüğünün farkına varıyor. “Susku dolu bir evrene susku dolu bir savaş.” açıyor ve “Susuuuuuuuuun.” diyor uzunca. “Aklı savunuyoruz, ama güzellikten yanayız.” sözüyle de yaşamı sonunda çözmüş ancak çocukluktan kurtulamayan ancak eskiten bir karakterin ince bir kesitini anlatıyor. Altı çizilecek cümlelerin yoğunluğuyla, öykü felsefi bir derinlikte seyrediyor. Kışları mangalla ısınmaya çalışan ve yavaş yavaş kanı çözülen, yazlarda kalmak isteyen yoksul bir kız çocuğunun üşümüş ruhunu yansıtan bu öyküde içten içe inanca bir sorgu bulunuyor. Sevgisizliğin üşüttüğü çocukluğuna ait bir soba, içinde durmadan anıları yakıyor ve ruhunu biraz olsun ısıtsa da bütün sabahları eskitiyor.
ÖZGÜRLÜK ATLARI
Bu öyküde yazar var ve “Ihlamurlar Altında romanını yeni bitirmiştim.” diyor. Oysa Ihlamurlar Altında; 19. yüzyılda yaşamış Fransız yazar Alphonse Karr’a ait roman. Füruzan o yazara giyinip yazıyor sanki bu öyküyü. Anne-kız ve aile ilişkilerini anlatırken yoksulluğun sorgusunun da yapıldığı bir öykü. Yine çocuk ancak büyümüş bir kız çocuğu ve yine çocukluğunun soğukluğuna karşı açtığı savaşı anlatıyor sanki. “Çok Yorgunum. Buna yorgunluk demeyelim. Hüzündür olsa olsa, palyaço giysileriyle gelen aldatıcı hüzün.” Hayvanlardan bahsediliyor öyküde, inek, koyun, köpek ve kediler. Kedileri sevmeyi gerektirecek işe yarar bir özelliği olmamasını anlatırken insanlığın bencilliğinin kötülüğünü gösteriyor. Kedilerle ilgili uzunca yakınıyor, kediler küsüyor öyküde bu dışlanmışlıklarına. Atlar geliyor sonra “Atları unutabilir miyiz ki sevmeyelim. Özgürlük, rüzgâr dolu atları, onların ilk yaz çimenlerini.” Atlarla anlatılan tutsaklık ve kurtulma isteğinin ilk yaza ulaşmakla da aktarıyor. Üvey baba var öyküde, babalığım dediği. Uzak ve soğuk. Parasız yatılı sınavı var kazanılması gereken ve tanrıya edilen dua. “Ne sandınız o zamanlar tanrı vardı. Onula aramıza dünya girmemişti.” Okula gitmeyişini, tutsaklığını, muhtaçlığını, ezilmişliğini “O yıl çok yağış oldu, güneş solmuş, uzaklaşmıştı.” metaforuyla anlatıyor. “Tanrı da pek ortalarda yoktu gündüzleri, geceleri geliyordu. Ölümü istiyordum tanrıdan.” derken ölünce her şeyi görüp duru ve mutlu ölümüyle gerçek özgürlüğe ulaşacağını düşlüyor karakter. Çünkü “Yapılan haksızlıklara karşı daha iyi bir karşılık bulamıyorum.” diyor. “Gidiyor musunuz? Güle güle. Kapıyı iyice kapayın. Sizden üşüdüm.” sözleriyle bitiyor öykü. Bu sözler en çok kime bunun düşüncesiyle baş başa bırakıyor okuyucuyu. Üvey babaya mı, eksik anneye mi, yoksul yaşama mı, veda edilmek istenen hayata mı? Özgürlüğün yalnızlıkla ve sevgisizlikten uzakta bulunacağını sezdiriyor. Tanrısız ve güvensiz bir ruhun, çocuk bakış açısıyla yaşamı sınırsızca sorgulaması sonucunda okuyucuya yoğun bir üşümeyi bırakıyor öykü…
MÜNİP BEY’İN GÜNLÜĞÜ
“20 Kânunusani. Muş. Kış şiddetlendi.” cümlesiyle başlıyor öykü ve isminden de destekle bir günlük okuyacağımızı gösteriyor. Günlük yazarak öykü kurmacası yaratmak zamansal anlamda rahatlatan bir taktik olmasının yanı sıra mekânları, mevsimleri, olayları, kişileri, içsel monologlarla düşünceleri aktarmada oldukça fayda sağlıyor. Gerçekliğinin daha da hissedilmesiyle öykü merak uyandıran tonu bir anda yakalıyor. Kânunusani; Ocak ayı anlamına geliyor, Ocak ile başlayan günlük sonrasında Şubat, Mart ile devam ederek Nisan ayının sonunda, 25’inde bitiyor. Bu öyküde de kış mevsimi yaşanırken, soğuk havanın etkisiyle sürekli üşümekten sakınan, günlük vasıtasıyla da havanın sürekli nabzını tutuyor. Şöyle ki; öykünün başından sonuna kadar; “Hava dehşetli soğuk.”, “Hava biraz iyileşti.” “Hava sakin.”, “Kar kar kar kaç metre oldu kar?”, “Yağış durdu.”, “Hava açmaya başladı.”, “Hava gene kapandı.”, “Kar kuşbaşı kuşbaşı düşmeye başladı.”, “Her yer don.”, “Hava dehşetli soğuk kar yok ama don var.”, “Sağanak halinde yağmur yağıyor.” ifadeleri geçiyor. Havayla bu kadar ilgili gözüken Münip Bey’in memur olduğunu, mesaisini layıkıyla yerine getirdiğini gözüküyor. Bunu da içten içe müdürün yerine geçmek istediği için yaptığını anlıyoruz. Önce memuriyetini bildirdikten sonra hayatındaki, iş ve çevresindeki insanları anlatıyor. Aile hayatı olduğunu tam bir ay sonra karısından bahsettiğinde anlıyoruz. Daha sonra on gün kadar sonra lise çağlarında bir oğlu olduğunu kapıdaki karları kürediğinde öğreniyoruz. Yine yaklaşık yirmi gün sonra müdür olma söylentileriyle sevindikleri bir aile akşamında, kızının varlığını annesine yeni manto yapması bahsini açtığında öğreniyoruz. Bir düğün var ve orada Münip Bey’in albay ve yarbay çevresini çok fazla önemsediğini hakkında yaptıkları dedikoduları anlatmasıyla anlıyoruz hatta ailesinden çok bu eşraftan bahsediyor karakterimiz. Nisanın 19’unda yağmur yağıyor ve Münip Bey “Canım sıkılıyor.” yazıyor ardından 20-21-22-23-24-25 Nisan da hep aynı cümleyi günlüğüne yazarak bitiyor öyküyü; “Güneşli bir hava. Ama neye yarar?” Güneşli bir hava hiçbir işe yaramıyor ve amaçsız bir karakterin öykünün sonunda tutunduğu havanın boşluğunda savrulmasını kurguluyor.
TAŞRALI
Yine genç bir kadın karakter, teyzesinin yanına okumak için mecburi sebeplerden yaşamaya geliyor. Çaresizliğin hissedildiği bu öyküde karakterin şu cümlesiyle hüznü pekişiyor “Benim gibi yalnız biri için pazarları sevmenin güçlüğü anlatılmaz. Çözülmüş sarsak pazarlar öylesine altı çizilmiş oluyor ki…”. Teyzesi, annesinin ablası varlıklı, yanında hizmetçileri olan bir kadın ve ondan çekinerek karşılaşmalarını anlatıyor. Evi ve teyzesini betimlerken ve diyalogları sürerken öyküde, arada annesinin teyzesini anlatışını getiriyor. Paşa ile evli olduğunu çok marifetli ve titiz olduğunu, huysuzluğunu “Ama Paşa karısı olacak kadındır teyzen.” sözüyle de pekiştirerek anlatıyor. Bu esnada “Teyzeme hiç bakmıyordum. Onunla aramızdaki sevgisizlik hemen kurulmuştu.” diyor genç kadın karakter ve bu dönemin onun için oldukça zor geçeceğinin sinyallerini veriyor. Teyzesi, annesi, babası ve ablasını sorarak aile ilişkilerinin nasıl olduğunu gösteriyor. Genç kadın ailesinin sıcaklığını hemen özlüyor ve teyzesinin evinde geçireceği zamanları sessizce hüzünle dolup taşışını görüyor. “Saçlarını kesmeyeceksin değil mi?” diye soruyor teyzesi; “Hıı.” diyor sonra da içinden “Oysa keseceğim. Hem de en kısa.” Benimsenmediğinin ve hayatına tepeden bakan büyük bir gözün hapsinde geçireceğinin farkındalığıyla; “Taşralı bir kız olmamın buruk acısını bile tattırmaz teyzem bana, anlıyorum.” diyor. Evin düzenine aykırı davranıyor içten içe ve fark ettirmeden. Üzgün. Odasına çıkıyor, yalnızlığına… “Hemen bir kekik kokusu uydurdum uzaktan gelen.” diyor ve öykünün son cümlesi; “Sonra da ağlayacağım.” Sonra da ağlatıyor okuyucuyu bu vuruculukla. Çaresizliğin tutsaklığında geçen bir öyküde gözyaşlarını da serpmeden bitirmiyor Füruzan.
İSKELE PARKLARINDA
“Ağustos sonlarıydı. Hava en koyu sıcağıyla dalga dalga titreşiyordu.” cümlesiyle başlayarak yakıcı bir öykü okuyacağımızı sezdiriyor. Tanrısal dille anlatılan öyküde kadın ve çocuk karakterin düşüncelerine de yer verilerek ben dilinin eksikliği tamamlanmıştır. Altı yaşlarında küçük kız çocuğu ve annesinin iskele parkına gelip hava alma bahanesiyle amaçsızca gelip saatlerce oturmalarını anlatıyor. Evden çıkmanın, insanlara, sokağa karışmanın büyüsünün olduğunu da hatırlatıyor öykü. Bu yolculukta amaçsız değil belki de kadın, çocuk da çocukluğundan kaynaklı bunun amaçsızlığını anlamıyor. Akşama kadar oturuyorlar parkta etrafta olanları gözlemliyorlar. Yanlarına oturan yaşlı kadın ve torunuyla hayattaki yerlerini sorguluyorlar. Yalnızlıklarını yüzüne vuran gerçeklerin ağustos sıcağı kadar yakıcı olduğunu vurguluyor. Kadın kendi hayatını anlatıyor bir düşüncesiyle; aşık olmuş, kaçıp evlenmiş çocukları olmuş. Kocası işçi, trajik bir kazayla önce kolunu sonra bütün bedenin makinaya kaptırıyor. Kanlar içinde yok oluyor hayattan. Parasız ve yalnız kalan kadının artık tek düşüncesi geçim derdi. “İş bulup çalışmak için bunu okula yazdırmalı. Nasıl? Büyümesi durdu bu çocuğun. Artık üzülmüyorum bir şeylere. Kocamı sevdiğimi bile unuttum. Peki ben nasıl iş bulurum?” diyor düşüncesindeki monologda. İşsiz ve ne yapacağını bilmeden bu parka gelip derin düşüncelere dalıyor çocuğuyla birlikte ve kim bilir bu parkta daha ne hayatlar var anlatılacak. Sonra akşama doğru geri dönüyorlar evlerine. Hava, ne de olsa serinliyordu gün batarken.” diyor ve serinlikte üşümeye başlıyorlarken ve üşüterek bitiyor öykü. Bu iç parçalayan öyküdeki kadının ve lastik çizmeli çocuğunun zavallılığı en çok yaralayan insanı. Füruzan bütün bu kalbe bıçak sağlayan öyküleri öyle bir soğukkanlılıkla anlatıyor ki kendi başına hesaplaşmak zorunda bırakıyor okuyucu…
PARASIZ YATILI
Bir aile dramının yoksulluk ve yoksunluğunun yaralayan aynı zamanda kitaba ismini veren öyküsü, parasız yatılı. Anne-kız ilişkisi üzerinden giden kitap diyalogla başlıyor, yine diyaloglarla birçok durumu aktarıyor. Parasız yatılı sınavlarına girmek üzere giderken yoldaki konuşmaları üzerinden başlıyor, annesinin durmadan konuşması geçmişteki o hafızlarına kazınmış konuşmasına götürüyor onları. Öykü içinde başka bir öykü var gibi iki ayrı zaman iki ayrı vuruculukta kurgu iç içe, derin bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Sekiz yaşında kız çocuğunu yalnız bırakarak hastanede hasta bakıcı olarak işe başlıyor. Ev sahiplerine muhtaç da olsa yalnız başına kalıyor evde küçücük kız. Helva alıyorlar her sabah kahvaltıda yemesi için. Bu helva birçok öyküdeki ortak nokta ve yoksulluğu temsil eden bir metafor olarak kullanılmış sadece helva yetiyor sanki yaşamaya. Hasta bakıcılıktan bahsediyor annesi “Alıyorlar beni bir iki güne başlıyorum.” dedikten sonra yapacağı işi; başhemşireyle konuşmasıyla ayrıntısına kadar anlatıyor. Hastaların bakımından, tükürük hokkalarından ve ördeklerden bahsediyor. Bunun anlamını bilmeyen küçük kızın ördekleri sorması annesini ağır bir suskunluğa itiyor. Sonra annesi gelecek güzel planlarından; yemekler, sinemalar ve gezilerden bahsederek hüzünlerini azaltmaya çalışıyor. Sonra babasının ani ölümünden “hiç sekiz yaşında çocuk babasız kalır mı?” diyerek bahsediyor. Küçük kız annesi işe başlayıp ilk yalnız kaldığında, annesinin yokluğuyla ve yalnızlığıyla baş başa, ne helvadan yiyebiliyor ne de gidebiliyor okuluna. Öylece oturup ağıyor. Sonra alışıyor ama çocukluğunun elini annesinin işe gitmesiyle bırakıyor. Sonra annesinin konuşmasıyla geleceğe gelerek devam ediyor öykü. Yine hızlı hızlı anlatıyor; sınava gireceği okula giderken. Kızının bahtından bahsediyor, sınavı kazanmasından, akıllı uslu kızı olmasından, sanki hiç çocuk olmamasından. Sonra yumuşak bir haziran yağmuru başlıyor. Annesi anlatmaya devam ediyor; sınavı kazandığını, okulu bitirip öğretmen olunca atandığı yeri, yeni evlerini, yeni eşyalarını, kabul günlerini… Okula geldiklerindeki sessizliğe şaşıran kadın geç kalıp kalmadıklarını sorduğunda hademe kadın “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hiç geç kalmaz hep erken gelir.” yanıtını verir. Bu yanıtla; hayatın imkânsızlıklarıyla mücadele ederek hayatta kalabilmek ve yoksulluğu yenmek için mecbur olduklarını acı bir şekilde ve soğukkanlılıkla anlatır. Bu cümledeki sefaletin ağırlığı okuyucuyu da ezerek kalpte ince bir sızı bırakır. Küçük kız sınava giderken dönüp annesine bakar. Annesi ise yağmur altında gülümseyerek duruyorken öykü biter. Bütün yoksunluğa rağmen umudu diri tutan bu gülümsemeyle çektikleri dertlerin sonlanmasını sezdiriyor. Yine de buruk bir acı bırakıyor yürekte, her şey geçse de hiçbir şey geçmeyeceğini anlatıyor Füruzan.
Füruzan öykücülüğü sahicilik, aile yaşamı ve yoksulluk üzerinden insanın dayanma gücünün sınırlarında dolaşıyor. Tanrıyı sorgularken inanılacak gücün varlığını, yaşamdaki yerini düşündürüyor. Çocukluğun ruhun temelini oluşturduğu, çocuk bakış açısıyla da sunduğu öykülerin derinliğine, çukurlarına sürüklüyor. Yaşamı anlamlandırmak, empati kurabilmek için yazarın aydınca, toplumun yaralarına biraz olsun direnç göstermeyi amaçlayan öyküler edebi açıdan da kalıcılığını sağlıyor. Her birinin hafızada yer edinerek, kalbi oyarak yerleştirdiği duyguların yankısı hep sürecektir. Füruzan, iyi ki öykülerle geçtin bu dünyadan…
Füruzan, Parasız Yatılı, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık (YKY), 19. Baskı, İstanbul, Ocak 2015.