Fatma ERYILMAZ
Sene 1987. İlkokula başladığım yıl. Evimize yeni teşrif eden siyah beyaz ekranda sesiyle büyülendiğim bilge bir erkek ve güzelliğince hüzünlü bir kadın. Dizinin adı “Gecenin Öteki Yüzü”. Arka planda diziyle aynı adı taşıyan şarkı çalıyor, şarkıyı söyleyen ise denize bakan hüzünlü kadın oyuncu: “Gecenin öteki yüzü bizim yüzümüz/ Umutlarımız suçsuz, biçare/ Gecenin öteki yüzü bizim yüzümüz/ Köşelerimiz uçsuz, yapılarımız virane”. Piyano, yerini kemana bırakırken dalgaların yükselişi gibi bir hırçınlık kaplıyor notaları. Dizi başlarken okuyorum merakla, kimmiş oyuncular: Zuhal Olcay, Haluk Bilginer ve Müşfik Kenter. Gece… Deniz kenarı… Çaresizliğini bakışlarıyla denize dökmeye çalışan kadına yaklaştı yaşlı adam ve ateş istedi. Kadın sigarasını yakarken de “Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta? Hadi koş hayata!” dedi.Birinci sınıftaki bir çocuk için bir yetişkin kadar içi doldurulamayacak bu cümleleri dün gibi hatırlıyorum. Etkilemiş beni, ama o zaman neden etkilediğini bilmemişim. Bu dizinin Füruzan’ın aynı adlı öykü kitabından televizyona aktarıldığını öğrendiğimde anladım bendeki o derin etkinin kaynağını.
1982’de edebiyat dünyasına katılan bu kitabın son baskısı (9. Baskı) Yapı Kredi Yayınları tarafından yapıldı. Kitap dört öyküden oluşuyor: Kanı Unutma, Çocuk, Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Bir Kent, Gecenin Öteki Yüzü.
GECENİN ÖTEKİ YÜZÜ
Kitabın son ve en uzun öyküsü. Zengin bir ailede yetişen genç kadın, ailesinin onaylamadığı işsiz bir adamla evlenir. Kocası, geçimlerini sağlamak için güvenlik önlemlerinin yeterli olmadığı bir işte çalışmaya mecbur kalır ve bir iş kazasında ölür. Kocasının öldüğünü öykünün ortalarında kadının kocasıyla geçirdiği neşeli günleri ve onun ölümünü hatırlamasıyla öğreniriz. Birbirlerine tutkun olan bu çiftin her günü aşkla geçmiştir. Adam karısına her cümlesinde övgü ve sevgi dolu sözler eder: “Masal güzeli karım benim!” Genç adamın karısını göğsüne basmasını anlatan sahneyi okurken bir kadın anlatıcının zarafetini duydum: “Genç erkek sırtüstü yatıyor, sonra kadını bağrına çekiyor yavaşçacık. Kırılacak, benzersiz bir camı ya da dokunulması olanaksız hafiflikte bir ipeği çeker gibi.”.
Ailesi ve akrabaları, kadını güzelliğine ve asaletine yakışmayan o adamla evlendiği için sürekli eleştirir. Genç kadın, küçük kızıyla arka mahallelerden birinde, karşısında fırın olan eski bir evde yaşamaya başlar. “Annesi belli bir işte çalışmazdı ki ona hep aynı saatte uyu diyordu. Evet, bir yerlere gider dönerdi. Adı konmamış gidiş dönüşlerdi bunlar.” Çocuk, bu gidiş dönüşlere anlam veremez, annesine bir şey de soramaz. Aklındaki soruları bastırmak için olsa gerek annesi evde yokken ya kayıkhaneye gider ya da karşıdaki fırının ışıklarını ve çalışanlarını izler. Annesi evdeyken de tüm dikkatiyle sessizce onun hareketlerini takip eder. “Yeşil gözlü olanların ağlamaya geçerken gözlerinin aklarının pembeleştiğini o gün öğrendi küçük kız.” Genç kadın, ailesi ve ölen kocası tarafından hayatın ortasında yapayalnız bırakılmış ve çaresiz hisseder kendini. “Yenecek hiçbir şeyin sonraya artmadığı günlerin içinde, yanmayan sobanın soğuğu daha çok duyurduğu ve yanlarına kimsenin gelmediği”bu evde kızına karşı soğuk, donuk ve ilgisiz davranarak bir bakıma onu da yalnız bırakır. Hatta iki kez döver çocuğu. İkincisinde bacaklarına, kollarına ve yüzüne inen tokatların acısını bir kenara bırakıp annesi ona dokunduğu için sevinecek kadar muhtaçtır ilgiye. Çocuğun emanet eşya bırakılan yerde gördüğü papağana ilgi duyması kendiyle konuşan birine hasret olduğunun göstergesi olsa gerek.
Ara sıra kadının akrabalarına giderler vapurla. Gittikleri evde kadife koltuklar, ipek örtüler, çini sobalar vardır. Annesine kızan yaşlı kadının başörtüsü ipek, küpeleri de zümrüttür. Kendi evlerindeki havı gitmiş koltuk ile eski masa ve sandalyeler genç kadının nereden nereye savrulduğunu gösteren ayrıntılardır. Bütün bu savruluşlara rağmen hiç yardım istemez onlardan. Elinde avucunda kalan birkaç değerli takıyı emanetçilere satar. Bir umudu her ay aldığı piyango biletleri, öteki de sebepsiz gidişlerin sebebi olan biri…
Bir yılbaşı akşamı üst komşuları kapılarını çalar. Bir genç adamla ablası. İstanbul’a uzak bir şehirden okumaya gelen bu genç adamla ablası taşralı fakat kültürlü insanlardır. Zor da olsa genç kadın yemek teklifini kabul eder. Gecenin sonuna doğru çocuk uyuyakalır, genç adamın ablası da onun yanına uzanarak kardeşi ile genç kadını yalnız bırakır. Genç adam kadının oturdukları evden daha iyi yerlerde yetiştiğini fark ettiğini, onların da bu koca şehirde yalnız olduğunu ve bu yalnızlığın üstesinden gelebileceklerini söyler. Kadın gururu bir kenara bırakıp sabaha doğru yaşadığı zorlukları, içinde bulunduğu bunalımı anlatır adama. Bu duruma bir çözüm bulacağını söyler ve sanki zengin biriyle evleneceğini sezdirir. Genç adamla duygularını paylaşması aslında onun yanında kendini iyi hissettiğini gösterir. Sabaha doğru pencere kenarında huzurla uyuyakalır genç kadın.
Bu öyküde her şey iki yönlüdür: Bir kadının hayatında varlık ile darlık, ölüm ile hayat, neşe ile hüzün, bugün ile geçmiş, aşk ile aşksızlık, gurur ile teslimiyet, çocuk ile umutsuzluk bir aradadır. Kasım ayının bir gecesinde başlayan öykü, yılbaşı sabahı güneş doğarken son bulur. İlahi bakış açısına sahip anlatıcıyla aktarılan üç aylık süre kadının geçmişi hatırlamasıyla genişler. Öykünün sabaha doğru bitmesi kadının hayatında güzel şeyler olabileceğine dair bir umut vadediyor okura.
ÇOCUK
Kitabın ikinci öyküsü. Vücuduyla para kazanan bir kadın ile oğlunun yaşadıklarını anlatan bu öyküdeki anne “Gecenin Öteki Yüzü”ndeki anne kadar asil bir aileden gelme değil. Oğluyla birlikte eski bir konağın kileri olarak kullanılmış, tavana yakın tek penceresi olan bir odayı ev edinmiş. Odanın duvarında Kuran-ı Kerim, onun altında da çocuğun babasının da olduğu bir fotoğraf asılı.
Çocuk küçükken annesi onu örtülere sarıp elini kolunu bağlayıp evde bırakır. (Eskiden köylerde tarlaya giden kadınlar küçük çocukları divanın ayağına bağlayıp gidermiş. Pek çok kadından duymuştum bunu.) Annesi gelene kadar çiş ve dışkı içinde kalır. Bunu hep kışın yapar, çocuk kışı sevmez bu yüzden: “Kış, tek ve uzun bir gündü. Tüm mevsimlerden uzundu. Çocukların yığıntı gibi büründükleri, derilerini dalayan kumaşlar arasında zor soluduğu, soğuk odalarda büyüklerin iyiden iyiye gülmezlendiği, dışarlardan gelen anlaşılmaz seslerin bir yanlara çarparak kırılıp donduğu bir mevsimdi.”.
Çocuk, yörenin çocukları içinde en sessizi, ufak ve ince yapılısıydı. Oyun üretme konusunda ise yaşıtlarından çok ilerideydi çünkü arkadaşlarını anneleri eve çağırdığında onun annesi evde olmazdı. Akşamüstü eve korkarak döner, duvardaki fotoğraftan annesini ve babası olduğu söylenen sarışın adamı -annesi ve kendi esmerdi- bulurdu. Çocukluk döneminde ebeveynleri yeterince yanında olmayan çocukların “güven” ihtiyacını çok güzel anlatmış Füruzan bu “fotoğraf” sembolüyle.
Annesi yokken yalnızlığını aşmak için tavana yakın, yatık, dikdörtgen pencereden dışarı bakmaya çalışırdı. “Işıklar değişirken annesinin gelme zamanının yaklaştığını biliyordu. Hep kuşkuluydu. Çünkü annesi onu her gördüğünde onunla ilk karşılaşıyor gibiydi. Çocuksa içine kayıp duran sıkışmanın salt annesine yönelik olduğunu giderek öğreniyor fakat bunu dışlaştıramıyordu.” Evet, kendine itiraf edemese de eve gelip giden ve babası olmayan adamlara duyduğu öfke kadar annesine de bileniyordu onu maruz bıraktığı sahnelerden dolayı. Annesi ile o adamların yakınlaşmaları sırasında uyuyor sansınlar diye büzülmesi ve nefesini bile daha seyrek alması büyümesini durduran etkenlerden biriydi aslında. Madem var olup karşı çıkamıyordu, o zaman silinip gitmeliydi. “Bu gece kimse gelecek mi?” dediğinde “Ne demek kimse gelecek mi?” sorusuyla hırpalanan yüreği de nefesi gibi silikleşmişti. Bir akşam kapının önünde otururken bir kedinin yavrusunu yediğini görür ve yıldızlara bakar. Okula başlarsa annesine dair görüntülere daha az maruz kalacağını hayal eder. Anne!.. Kedi?..
Öykünün sonunda kadının eski erkek arkadaşı çocuğu ve annesini öldüreceğini, annesinin o… olduğunu söyler. Çocuğa “Sen isteyince konuşamıyormuşsun, annen öyle derdi.” der. Çocuk yardım istemek için sokağa koşar fakat derdini anlatamaz, eve geldiğinde annesi onu içeri alır, ona sarılır. Beraber yatağa uzandıklarında -ki ilk kez annesiyle yatar- annesinin omzundaki derin bıçak yarasını görür. Kadın bunların geçeceğini ve başka bir yere taşınacaklarını söyler. Hava aydınlandığında yağmur başlar ve epey hızlanır. Füruzan’ın, anılarında annesinin ölümünün ardından “Böyle güzel bir havadan sonra anında bir sağanak iner ya insanlar şaşırır kalır. Tıpkı öyleydi.” demesi ile bu ölüm sahnesi nasıl da örtüşmüş!
Annesinin çocuğu rahatlatmak için “Yaz yağmuru.” demesi okur olarak bana iyileşeceği ihtimalini düşündürdü. Öykünün farklı bölümlerinde annesinin “Yaşamak lazım!” demesi “laytmotif” şeklinde tekrarlanmıştır. Bu cümle belki de annesinin geçimini sağlamak için çok küçük, para kazanma şeklini fark edecek kadar büyük bir çocuğun büyütmek istemediği bedeninin içinde bir o duvara bir bu duvara çarparcasına yaşadığı hayatın en umut verici cümlesi.
Gecenin Öteki Yüzü ve Çocuk öykülerinde annesi dışarıdayken dışarıyı seyreden, kendini oyalama sorumluluğunu edinmiş çocuklar; çocuğuyla iletişimi; onu kolundan çekiştirmek ve önüne tabağı ittirmek olan suskun, öfkeli anneler var. Her iki öyküde de kahramanların adları yok. Şehrin arka sokaklarında sık sık ev değiştiren, komşularıyla bağ kurmayan, ailesiyle zaten bağlarını koparmış, köksüz bağsız insanlar… Adın ne önemi var bu kadar trajedinin içinde!
SOKAKLARINDAN GEMİLERİN GEÇTİĞİ KENT
Sirkeci’de bir polis arabasının içinde başlar öykü. Arabanın içine tıkıştırılan çocuklar karakola götürülmektedir. Bünyamin, Cansu, Zafer ve diğerleri… Her çocuğun hikâyesi farklı gibi görünse de ortak noktası sokaklardır.
Bünyamin ilk kez yakalandığı için karakol kayıtlarına adı yeni geçecektir. Sekiz yaşında olsa da kimliğinde on üç yaşında görülür. İlk Cansu’yu tanırız öykünün başında: Ailesi onu bir kış gecesi karakolun yakınına bırakmış ve Cansu polisler tarafından bulunmuştur. Bu yüzden lakabı “Karakol Cansu”dur. Polisler “Henüz canının suyu gitmemiş” deyip adını Cansu koymuşlardır. Cansu, Bünyamin’i koruyup kollar.
Bünyamin İstanbul’a uzaklardan getirilmiştir trenle. Köyde kimsesi kalmadığı için babasının asker arkadaşı olan bekçiye teslim ederler onu. Annesi ile babası, zamanında aşkla ve kaçarak evlenmişler, babası Bünyamin küçükken askerde ciğer hastalığından ölmüştür. Kurtuluş’ta sigara satarak biriktirdiği paralarla minareye benzeyen kuleye çıkmak en büyük arzusudur. Oraya çıkarsa köyünde bıraktığı saçları belikli gümüş çıngıltılı kadın ile boz çoban köpeğini görebileceğine inanır. Bu kadının Bünyamin’in annesi olması ihtimali yüksektir. Çünkü köyden gelirken gözlerinde en son bu görüntü kalmıştır.
Zafer, annesi hayat kadını olduğu için ona rest çekmiş ve kendini sokakların, annesi kadar tekinsiz kucağına atmıştır. O da Nişantaşı’nda sigara satar. Kadınlar Zafer’e kör olduğu için bolca bahşiş verir.
Çocuklardan biri karakola giderken ağlamaya başlar. Bu çocuk büyüklerden çok ağır darbeler yemiştir. “Büyükler hayvandan beter çocuklar. Siz bilmiyorsunuz… Her yanları cılk cerahat kokuyor büyüklerin, çürük kokuyor.”Kendini az bir para karşılığında satanlardan tiksinen bu erkek çocuğu için kurtuluş bu durumu polislere anlatmaktır. Ama yanındaki çocuklar anlatırsa her şeyin daha da kötü olacağını kendini bu şekilde etiketletmemesi gerektiğini söyleyerek sustururlar onu. Sokakların hırçın rüzgârlarında yolunu bulmaya çalışan bu çocuklar adalet sistemine güvenmemektedir.
Çocukların ailelerinin geriye dönüşlerle anlatıldığı öyküde Bünyamin’in hayattaki tek dayanağı olan bekçi de ölür. Öldüğünde bileğinden sarkan kehribar tespih Bünyamin’in tek avuntusu olur. Karakolda ifadeleri alındığında sabıka kaydına “İmam lakabıyla tanınan Erzincanlı Bünyamin Doksan” yazılır. Çocukların üzerlerinden çıkan “kişisel eşyalar” ise fazlasıyla iç acıtıcıdır: “Kırık bir cam bilye, çakılar, çikletten çıkan futbolcu resimleri, bir avuç dolusu renkli şişe kapağı, üç cep tarağı, bir çizgi roman dergisi, yumurta iriliğinde bir çakıl taşı…”
Aileleri tarafından kimliksiz bırakılmış, toplum tarafından dışlanmış, kötü niyetli kişiler tarafından masum bedenleri talan edilmiş bu çocuklar Sirkeci’de -gemilerin sokağa burnunu uzattığı yerde- el yordamıyla yaşamaya çalışırlar. Birbirleriyle konuşurken dillerindeki sunturlu küfürler eğreti dursa da onların gerçeği budur maalesef! Bu öyküdeki çocuklar “Gecenin Öteki Yüzü” ve “Çocuk” öykülerindekilerden biraz daha şanssız ve daha yalnızdır. Bu üç öyküde de ağırlıklı olarak ilahi bakış açısıyla anlatımı kullansa da Füruzan’ın çocukları ön plana çıkarıp hayatı onların gözünden anlatmaya çalıştığı aşikâr.
KANI UNUTMA
Kitabın ilk öyküsü. Muğla’nın bir kıyı köyünde yaşayan kadınların gözleri hep denizdedir. Delikanlılık çağına gelenler evin geçimini sağlamak ve evlenip yuva kurabilmek için süngercilik yaparlar. Sünger işi netameli iştir. Bu işin patronları deniz işçisi dalgıçları maddi manevi sömürmektedir. Öykünün anlatıcısı Durkadın Teyze’nin oğlu Musa da süngere gidecektir. Durkadın Teyze karşı çıkar kocasına ve bir temiz dayak yer, döveceğini bilerek karşı çıkmasının da bir sebebi vardır: Oğlunun gidişine dolu dolu ağlayabilmek. “Herif, dedim. Mehmet’in belinden aşağsı yeni bolarıp durdu vurgunda, çaput bebek benzeri canı yok… Ya sen? Gece uyuyakoyunca hökürtünü duyan odaya deli dana tıkılmış sanır. Ciğerlerin kevgir olmuş, öte de öte soludukça. Daha da oğlumuza verecek akla benzer aklınhiç mi yok? Koca yaşından ak başından ar et hiç olmaz./ Dövdü beni, iyi geldi kadın kızım.”O gece sabaha kadar ağlar. Musa’nın babası için gayet normal olan bu durum Durkadın Teyze’nin uykularını kaçırır. Günlerce uyuyamaz, uykuyu tüneği yitirir. Sabahlara kadar denize bakarak dua eder, gidenlerin sağ dönmesi için.
Musa’yla beraber süngere giden İbrahim’in ölüsü gelir köye, sol gözü görmeyen Durkadın Teyze, İbrahim’in tabutunda Musa da olabilirdi diye kendi oğlu ölmüş gibi ağlar. Genç yaşta ölenler için “Yüzleri eştir göründüklerinde/Bahara durmuş badem dalları gibi!” diye ağıt yakar. On yıl önce tarlada güneşe bakarken sol gözü “akan”Durkadın Teyze’nin “kadın kızım” diye seslendiği kişiye söyledikleri katı yürekli insanları bile ağlatan nitelikte: “Gözlerimden yaşlar sızdı kadın kızım. Kör gözü de ağlıyor insanın bilesin. Yere temiz bir yaygı serdim. Duvardan Kuran’ı aldım. Parmaklarımı yazıların üstünden geçirmeye başladım. Ne eski ne yeni yazı bildiğim yoktur. Tanrı’nın Müslümanlara yollamış olduğu kitabın her bir karalamasını, çizgisini hiç kaçırmadan saygıyla parmaklarımın ucuyla okudum. Musa’yı, öteki çocuklarımı içimden diri diri geçirdim. Harfleri okşayarak Tanrı’ya bildiğimce yakarıp Musa’nın, öteki yiğitlerin dönmesini ısmarladım. Bunu Tanrı’mla açık söyleştim.”Bu sahne beni çok derinden etkiledi. Bilge, güçlü ve masum bir Anadolu kadını karşımda oturmuş da benimle konuşuyormuş gibi canlı geldi. Dede Korkut Hikâyeleri’nin tadını hissettim üslup olarak da. İbrahim’in ölüsü defnedilirken kan sızmış diye duyar Durkadın Teyze. O kanın sadece İbrahim’in değil Musa’nın da kanıdır, der. Kanı unutmamanın gerekliliğini vurgular. Oğlundan ara ara mektup ve fotoğraf gelir. Nişanlısı Zelha da Musa’yı dört gözle bekler. Öyküdeki ana ve anne karakter Durkadın’ın adından anlaşıldığı gibi ana konusu “beklemek”tir öykünün. Beklemenin aslında pasif bir eylem olmadığını, dönecekler için dualarla yol açılabileceğini, ölenler için kendi canıymış gibi üzülünebileceğini, dışarıdan gelenlere karşı temkinli olunacağını anlatan aktif bir bekleyişin, dilbezek anlatıcısı Durkadın söyler bize.
Köye kazı yapmak için resmî kişiler ve yurt dışından ekipler gelip gider, köylü bu durumdan tedirgindir: “Bizim köylük yere ne zaman bir yazıp çizen gelse sonu bize hayır değildir. Köyümüze yabandan gelip de yazıya oturanlar var ya işte onlardan ziyade yılarım.”Bu satırlar, köydeki insanların resmî işlere karşı güvensiz ve ürkek olduklarını gösterir.
Bu öykünün kitaptaki diğer üç öyküden farklarını sıralamak incelemeyi kolaylaştıracaktır:
- Bu öyküde anlatıcı, kahraman bakış açısına sahip. Diğerlerinde ilahi anlatıcı ağırlıklı.
- Bu öyküde de anne-çocuk ilişkisi var fakat diğerleri gibi durağan değil; Durkadın diğer annelerden güçlü, çocuğuna sevgisini gösterebilen bir anne.
- Diğer öykülerdeki kadınlar genç, suskun ve şehirli insanlar; adları yok. Durkadın’ın yaşı bilinmese de olgun, bilge bir kadın olarak anlatılmış. Diğer kadınlar gibi suskun olmadığından olsa gerek bir tek ona ad vermiş Füruzan.
- Durkadın, geleneksel ve toplumun içinden bir kadın. Diğer öykülerdeki anneler gerek aileleri gerekse toplum tarafından benimsenmemiş kişiler.
- Durkadın, oğlu denizde olan ve ölen annelerin yerine de üzülebilen “halkçı” bir kadın; diğer annelerse kendi dertlerinden başkalarını düşünecek hâlde olmayan kadınlar. Burada şehir insanının biraz daha yalnız ve bencil oluşu gerçeği de çıkar karşımıza.
- Olay Muğla’da bir köyde -açık alanlarda- geçer, diğer öykülerde mekân İstanbul’un arka mahallelerindeki kapalı ve iç sıkıcı evlerdir.
- Durkadın çok maharetli bir dil ustasıdır. Onun dilinden yöreye ait pek çok ağız özelliği bir şölen şeklinde çıkar karşımıza. Diğer öykülerde pek ağız özelliği yoktur. Aynı kitapta farklı kesimlerden kişileri yaşadıkları çevreye uygun dillendirme konusunda Füruzan’ın önünde saygıyla eğilmek gerek. Bence Durkadın Teyze, Dede Korkut’un soyundan gelmedir. Füruzan da öykü geleneğinin özsuyundan beslenen kıvrak bir kalem!
“Kanı Unutma”, konusunun dışında dil ve üslup açısından başlı başına bir inceleme konusu olacak kadar zengin bir metin. Anadolu’daki kadın anlatıcıların duygu derinliğini, kelime çeşitliğini çok net bir şekilde yansıtmıştır Füruzan. Bunlardan bazılarını paylaşarak bu, defalarca okunası kitaba veda edelim. Füruzan’la da yakın zamanda vedalaşmanın hüznü de yanımıza kalsın!
“Kör boğaz, acıyı beriletip yer.” (s.7)
“Musa’nın üçüncü bükün üstündeki deli zeytinliği netsek diye düşündüğü günlerdeydi.” (s.9)
“Ne yalana sapayım, görmemiştim.” (s.15)
“Herifim bir kem ağız. Öyle konuşuyordu oğlumla.” (s.16)
“Derdini şeytan alası Durkadın. Ne biçim olmadık huylar çıkarıp durursun? Ne oluyor sana? Hele okutmalara varalım seni. ” (s.17)
“Tazelerin eline kına ne uygun gelir. Benimkiler bak bir de. Yeşili kesik ağaç dallarına benzer. Köyümüzün kocamış her kişisinin eli dallı budaklıdır.” (s.18)
“İçini kırmadım oğlumun.” (s.18)
“Kadınlığımız siyim siyim sürerken dışımız göçüp durur.” (s.21)
“Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikelen bir ağulama aldı içimi.” (s.23)
“Ağlasa akıl kuşu döner gelir, demişlerdir.” (s.23)
“Mersin dalları tan yelleriyle çırpışınca yeni doğmuş bebelerin soluğu ciğerime doluyor sanırsın.” (s.25)
“Analıklı yerde yiğidin benzi sarı kalır.” (s.27)
“…birbirimizi iyi biliriz kadın kızım, ünlemeye bir ad yeter.” (s.33)
“On altısındadır, genç irisi İbrahim. Sesi, işitsen, gönül acısını kanırtıp berkitir türküye durduğunda.” (s.33)
“Ben mi?.. Dedim ya, bekleyedururum. Bıkmak elezelenmek yok. Ölürken insanlarıma söyleyeceğim sözlerimi bi tamam bulacağım…” (s.35)
Füruzan, Gecenin Öteki Yüzü, Yapı Kredi Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2024.
2 yorum
Tebrik ederim.Kalemine ve yüreğine sağlık.
Yorumlarınıza isim yazarsanız daha çok mutlu olacağım.