Mazlum ÇETİNKAYA
Füruzan’a, Feruze Çerçi’ye
Kadınlara, çocuklara ve yoksulluğa eğildi ama baş eğmeden…
Bizim bugün bile eğilemediğimiz bu kötülük çukurunun vurduğu yere yani, bir Füruzan dokundu, elleri kalbine sarılı bir sabah güneşi…
Kalemini dokundurduğu her yerde bir yoksulluk vardı, göç yolları vardı, kadın ve çocukların yollara serpildiği göç yolları. Bugün de var bütün bu zor yollar ve sonra bu yolları kaderin sahibi ile yeryüzünün sahipleri ortak çizmişler gibi.
Buradan durup yazmak, yatılı bir okulun güncesinden yatısız bir okulun bize işlediği kötülüklere kalem olmak…
İlkokuldan sonra okuyamamak, kendi yatılı okulunda kendini yazmak, yoksulluğu, kadınları ve çocukları yazmak; 47 doğumlulardan başlayıp, sonra büyüyen bu çocuklara babaları nasıl da idamlar aldı…
Ah Füruzan…
Hiç gecikmez hem parasız hem de yatılı uyanan çocuklar. Bugün de, dün de korkarım yarın da biz hep parasız ve yatılı uyanacağız hayata.
Umudu dürtenler hâlâ var ama umuttan sınıfı geçemeyenler de var!
Erzurum’da kış, kar yağıyordu, şubattı ve 47 doğumlular mayısı beklerken sen veda ediyordun doğan bütün çocuklara.
Ahh Füruzan…
Soyadını silen, soyadından geleceklere kucak açmayan, ve sadece düş zannettiğimiz bugünler, senden hemen biraz sonra iktidar ağacında sallananların salıncakları da koptu, ha düştü ha düşecekler.
Günahkâr şu günlerin yoksulluğu bazılarımızın boğazına asılmış, direniyoruz sanırım “direnmek yaşamaktır” derdi 47’lerden biri, yıllar önce Amed zindanlarında.
Ekmeği bölüşmeye inanmanın yakın zamanlarındayız yine, sesimizin sessizliğimizin üstünü örteceği yarına olan inancımızla.
Sen parasız yatılının pencerelerinden kapılara sırtını dönüp;
“Gidiyor musunuz?
Güle güle.
Kapıyı iyice kapayın.
Sizden üşüdüm…” diyorsun.
Sırtını dönmeyi öğrettin, ne güzel, bu aralar sırtımı dönüyorum ben de üşüdüklerime.
Sessizliğimize bir kapının ağır sesi vuruyor ve sessizliğimize bir alkış oluyor dün gece çocukların gördüğü o rüya.
Berlin’de bir narçiçeği oluyor Füruzan, yalnızlığın o en büyük cümlesini yazdığında, Berlin soğuktu yine, Berlin’de bir göçmenin gözleri, bir madencinin duvarda duran eski fotoğrafı ve bir şairin dağlara baktığı yüzü. Ölümlerin anlatılmaz acıları, unutmaları, gitmeleri ve bir daha geri dönemeyenler, sınır boyu tüfek çatan yoksulluğumuz ve bir mektubu üç kişini okuyabildiği yıllar…
“Yalnızlığa baş eğmeyin. O acılı bir ön ölümdür.”
Acılı bir ölüme mektup kadar uzun bir cümle yazmışsın; nereye yazdın sen bu mektubu, kime, bize mi, bizden öncekilere mi, bizden önce de baş eğenler vardı, biliyorum.
İşte burada bu cümle iki mektup gibi oluyor: baş eğenler ve baş eğmeyenler diye.
Ben bugünlerde tam da onların dediği gibi biri oldum, içimde saklamayı öğrendim, içimle öğrendim, kendimin olmayan içimle susmayı ve tartılmayı öğrendim “Gül Mevsimi”nde.
Tam istedikleri gibi biri oldum. Ne kötü değil mi Füruzan, karanlığın üstünü içindeki ışıkla örten Füruzan.
Uzak yolun töresidir ağlamak, demişsin ya, işte o törenin yurdundan yazıyorum. Bütün günler burada bize kapalı, eskiden de kapalıydı.
Yarın için, çocuklar için…
Aşk, inanç ve sevgiden oluşan bir anahtar yapıyoruz şu uzak yolların töresi artık ağlamak olmasın diye.
Ahhh Füruzan…
İşte sonra bana bir gün biri demişti, kimdi hatırlamıyorum, mezarına yatırılan bir ölüydü sanırım, o zamanlar ölülerle konuşuyordum, eski bir şehir mezarlığında; tanımadığım bir ölü, başını kaldırıp, herkesin içinde, bana bakıp “herkes burada yatılı bir ölümdür” demişti.
O gün bugündür yatılı ölümlerin hikâyelerine ağlıyorum ben Füruzan.