Bayram SARI
Hem Doğu hem de Batı kültürünü yakından tanıyıp içselleştiren ve döneminin özgün aydınlarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, 1944 yılında “Ülkü Mecmuası”nda tefrika edilip, 1975’te kitap olarak basılan “Mahur Beste” romanı, uygarlık kırılmasının sonuçlarını bireyler üzerinden cesurca yansıtan bir metindir. Tanpınar’ı okurken, onun geçmişe Cumhuriyet epistemolojisinin içinden baktığı, dolayısıyla geleneği modernist yani düz zamansal bir çizgide düşündüğü, “hazır sunulacak bir sentezcilikten özellikle kaçınarak, oluşacak ‘yeni hayat’ içinde uzağı görmek” istediği gözden kaçırılmamalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı özgün kılan düşünce, Batılı modernleşmenin bir sonucunda “gelenek – modernlik” arasındaki gerilimi, bireyin ve toplumun dünyasında doğurduğu huzursuzluğu metinlerinde felsefi olarak yansıtabilmesidir. Tanpınar, “Medeniyet Değiştirme” olarak kavramsallaştırdığı bu dönüşümü gerek romanlarında gerekse düzyazılarında kendisinin inandığı “devam ederek değişmek – değişerek devam etmek” düşüncesinin ışığında, “yeni insan, yeni hayat”; “siyasal iktidar, aydın”; “Doğu ve Batı”; “kültürel süreklilik” kavramları ekseninde ele alır.
“Mahur Beste” romanı başta Behçet Bey olmak üzere belli karakterlerin yaşam maceralarının anlatımından oluşan bir metindir. Romanın diğer karakterleri İsmail Molla, Ata Molla ve Sabri Hoca her biri Tanzimat sonrası Osmanlı “ilmiye sınıfının” farklı zihniyet tarzlarının temsilcileridir. Tanpınar, bu üç karakterle, Osmanlı ilmiye sınıfının çöküşünü betimler. Modernleşme karşısında “ilmiye sınıfı” toplumdaki eski gücünü yitirir; bunun sonucunda ortaya çıkan kamu hayatındaki geleneksel değerler boşluğu bütün Osmanlı dünyasında derin bir bunalıma yol açar.
Aralarında Behçet Bey’in de bulunduğu bir sohbet ortamında İsmail Molla ile Sabri Hoca arasında ilginç diyaloglar gelişir. Sorun, Tanzimat’tan beri yaşanan gerileme ve bunun nedenleri ile çözüm önerileri etrafında döner. Bir yanda kültürel anlamda dayanılan temel Doğu, yani Şarktır; diğer yanda ise Batı etkisi her geçen gün topluma yeni bir dönüşüm-anlam kazandırmaktadır. Sabri Hoca, önce “Şarklı” olduğunu söyler fakat ardından da bir gerçeği dile getirir: “Şark öldü, bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok.” diyerek devamında, “Ah, ne olurdu, bu sözleri bıraksalar da Molla Bey bir beste okusaydı. Belki ölmediğini anlardık. Kim bilir, belki de ölmemiştir… Bu kadar büyük bir şey ölemez.” diye, söylenir. Sabri Hoca eskinin kaybolan değerlerine hayıflanarak özlem duymaktadır. Ancak İsmail Molla’nın “Bizim Şark Müslümanlık, şu bu diye tebcil ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itrînin Tekbiri, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır,” sözleri karşısında Sabri Hoca: “Dikkat et, hâlis Müslüman gibi düşünmüyorsun Molla Bey,” diye çıkışır. Bu noktada İsmail Molla’nın Şarkın öldüğünden yakınan Sabri Hoca’ya vereceği yanıt Tanpınar’ın Şarktan ne anladığını gösteren en önemli delildir: “Bilakis, tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hulâsa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi… İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimizden bana miras kalmış bir Müslümanlık. Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itrî bestesinin, Kandilli yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır.”
Tanpınar’ın anladığı Müslümanlık kendi toplumunun hayatında içselleşmiş yeniden şekillenmiş bir anlayıştadır. Bunun için her ne kadar Batı etkisiyle karşılaşılsa bile bu etki kendi öz kültürü tarafından yeniden şekillendirilecektir. Tanpınar, halkın içinde şekillendiği İslami kültürü kabul eder ve aynı zamanda bu kültüre olabilecek Batılı bir etkiyi de araçsal anlamda onaylar: Yani teknik alınmalıdır ancak kimlik ve kültür inkâr edilmemeli aksine muhafaza edilmelidir. Görüldüğü kadarıyla Tanpınar için “Modernleşme – Batılılaşma” Müslüman kimliği için yıkıcı anlamda algılanmamaktadır. O yeni olan her şeyi eskinin üzerine inşa etme taraftarıdır. Hem böylelikle daha zengin kültürel bir birikim oluşacaktır. Doğu ve Batı medeniyetlerinin ortasında bulunup her iki kaynaktan da beslenmek; Tanpınar’ın talih saydığı şey işte budur.
Tanpınar metinlerini bir tür geriye dönüşlerle kurgular. Bir anlamda ufkunu geçmişe açarak Cumhuriyet dönemi için “yasak” sayılan bölgeyle ilişkiye giren tüm düşüncesini, bu inkâr edilen geçmişle ve onun zengin kültürüyle birlikte kurar. Modernleşmeyi “kabuk değiştirmek” olarak algılamanın yanlışlığına karşın “kabuğunu genişlet” önerisini getirir. Batılılaşma anlamında her yeni şeyin sorgulanmaksızın ithal edildiği ve geçmişten gelen kültürün unutturulmaya çalışıldığı bir dönemde Tanpınar, bu anlayışla hesaplaşmak cesaretini gösterir, yaşanan trajedinin kökenini geçmişle bugünün örtüşemeyecek farklılığında arar. Tanpınar’ın metinlerinde tartıştığı bu algılama yanlışlığı bir anlamda dönemin devlet politikalarına getirilen eleştiridir de.