ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR
Çevirmen, yazar ve şair Dilek Değerli’nin dünya şiirini derinden etkileyen şairleri kaleme aldığı “Şiirin Atardamarları ve İz Defteri” kitabı, Aleni Kitap’tan okurla buluştu. Dünya edebiyatı çerçevesinde geniş bilgi birikiminin ürünü olan eser, iki bölümden oluşuyor. Şair, “Şiirin Atardamarları” başlıklı ilk bölümde dünya şiirinde öncü konumundaki şairlerin hayatını ve poetikasını ele alıyor. Değerli, bölümün devamında şairlere yazdığı mektuplara, şiir, sanat ve şairliğe yönelik inceleme yazılarına yer veriyor. İkinci bölüm ise şairin edebiyat günlüğünden oluşuyor.
Dilek Değerli’nin eserinde ilk yer verdiği isim, ünlü Amerikalı şair Sylvia Plath. “Karanlığın ve Ölümün Şairi” olarak betimliyor Plath’ı Değerli. Ona göre Plath, yazdıklarıyla bizi ürperterek, kendi karanlığına sürükleyerek, duygularımıza, düşüncelerimize dokunmayı başarır. “Kan fıskiyesidir şiir ve durdurulamaz,” diyerek hayata karşı direnmek için tek silahı olan şiiri kullanır.
Onun için itirafçı şair, gizdökümcü şair, lanetli kadın şair, ruhuna işkence eden kadın gibi tanımlamalar yapılır. R. Lowell, A. Ginsberg, T. Roethke, J. Beryman ve A. Sexton ile birlikte anılır adı.
Plath, en başta Auden olmak üzere, Yeats, Eliot, Dylan Thomas gibi İngiliz şairlere hayranlık duyar. Sylvia Plath, yaratıcılık ve doğaçlama için hayal gücüne sahip olunursa hayatta her şey hakkında yazılabilir diye düşünür.
Şair Değerli’nin aktardığı anektoda göre çok sevdiği babasını 8 yaşındayken kaybeden Plath, ondan nefret eder. Plath’ın 1962’de yazdığı ve geniş yankılar uyandıran ‘Babacığım’ (Daddy) şiirinde babasını acımasız, insanlıktan uzaklaşmış Nazi subaylarına benzeten Plath, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir:
“Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanırdım
Hele o yüz kızartıcı dilin”
Plath, İngiliz şair Ted Hughes ile evlenir. Plath’ın evliliğinden iki çocuğu oldu. Hughes’in kadınlara düşkünlüğü ve aldatmaları sonucunda Sylvia Plath, Londra’ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlatır. Ama boşanma işlemleri tamamlanmadan 11 Şubat 1963’te çocukları uyurken kahvaltılarını hazırlayıp pencerelerini açar, çocukların oda kapısının altını bantlar ve fırına başını sokup gaz soluyarak intihar eder.
Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere ‘Sırça Fanus’ adlı otobiyografik romanında rastlanır: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”
GİZLİ CENNET
Dilek Değerli’nin kitabında yer verdiği ikinci ünlü şair Emily Elizabeth Dickinson’dır. Şairin aktardığı bilgiler ışığında Dickinson’ı daha yakından tanırız. 10 Aralık 1830 tarihinde Amerika’nın Massachusetts eyaletinin Amherst kasabasında doğan Dickinson, yirmili yaşlarının ortasında dünyadan elini eteğini çekmeye başlar. Ev işleriyle uğraşmaya ve şiir yazmaya verir kendini. Yaşamının değişik dönemlerinde ona esin kaynağı olan ya da öğretmenlik yapan insanlardan ilki babasının avukatlık bürosunda çalışan genç bir avukat olan Benjamin Newton’dır. Dickinson’un sonraki öğretmeni, kırk yaşlarında evli bir din adamı ve şair olan Charles Wadsworth’tür. Yirmi üç yaşındayken Washington’a babasını görmeye gider Emily Dickinson. Dönüşte Philadelphia’da Wadsworth’le tanışır. Birbirlerini yalnızca üç kez görmelerine rağmen ona bağlanır. Wadsworth birçok şiirinin esin kaynağı olur. 1861’de C. Wadsworth’ün California’ya gitmeye karar vermesinin ardından duyduğu yıkımla çok sayıda şiir yazar. İnzivadayken yazdığı şiirlerin bir bölümünü dönemin önde gelen eleştirmen ve yazarlarından olan Thomas Higginson’a gönderir. Böylece Higginson’la aralarında yirmi iki yıl sürecek bir yazışma başlar.
Dickinson, yaşadığı sürece yalnızca yedi şiirinin isimsiz olarak yayınlandığına tanıklık edebilir. Şairin ilk dönem şiirlerinde ölümsüzlüğü araştırırken, son dönem şiirlerinde özellikle mektuplarında Tanrı’ya ilişkin duyguları ve Tanrı’yla konuşmaları artmaktadır. Yaşamının son yıllarında artık eve pek ziyaretçi de kabul etmemiş, ancak arkadaşlarıyla olan ilişkilerini onlara mektuplar ve küçük hediyeler gönderme yoluyla sürdürmüştür. Botaniğe meraklı olduğu için kış ortasında egzotik çiçekler gönderir komşularına ve arkadaşlarına. Mektuplarında da şiirlerinde olduğu gibi kesme işaretleri ve büyük harfler kullanır. Kız kardeşi Lavinia onun odasında paketlenmiş yaklaşık 1776 şiir bulur. Ölmeden birkaç yıl önce hem hipertansiyon hem de böbreğinde bir rahatsızlık ortaya çıkar. 15 Mayıs 1886’da ölen Emily Dickinson’a isteği üzerine kilisede cenaze töreni yapılmaz.
Dickinson, yaşarken şiir yazdığını ailesinden saklamayı başarmış, cennetine kimseyi almamıştır. Yalnızca 1862’de eleştirmen Thomas Wentworth Digginson’a yazdığı mektupta bazı şiirlerini göndermiştir. Kız kardeşi Lavinia, Dickinson’ın ölümünden dört yıl sonra Mabel Loomis Tod ve Higginson’la birlikte editörlüğünü yapıp şiirlerin ilk üç cildini yayımlar. Emily Dickinson’ın mektupları şiirlerinin basılmasından dört yıl sonra 1894’te iki kitap olarak basılır.
Değerli’ye göre Dickinson’ın şiirlerindeki doğa olgusu bazı ruhsal olguların sembolüdür. Doğadaki her görüntü aklın bir durumuna gönderme yapar. Öfkeli bir insan arslandır, kurnaz bir insan tilki, katı bir insan kayadır, bilgili kişi meşaledir. Aydınlık ve karanlık, bilgi ve cahilliğin, sıcaklık aşkın olağan bir anlatımıdır. Dickinson’ın düş gücü, ev halinden bahçe metaforlarına, coğrafya ve bilimsel gelişmelerden, edebi hatırlamalara (özellikle İncil, Shakespeare, Dickens ve Bronte) uzanır.
SÖZCÜKLERİN VE AŞKIN KARANLIĞI
Çevirmen Değerli, Romanyalı şair Paul Celan’ı “Sözcüklerin ve Aşkın Karanlığında Paul Celan” başlığı altında inceliyor. Celan’ın poetikasını, “Celan, dışavurumculuk, Fransız simgeciliği ve gerçeküstücülüğünden etkilenerek karanlık imgeler kullanır şiirlerinde. Bazen mistik bazen de avangard ama çoğunlukla incisini saklayan bir istiridye gibi kapalı bir söyleyişle karşılaşırız. Şiirlerindeki imgelerde bulut, deniz, rüzgâr, çöl, ağaç, diken, yamaç, kar, çiçek vb. doğa unsurlarından faydalanır. Paul Celan’ın şiirleri otobiyografik özellikler taşır.” şeklinde anlatıyor.
Celan, 23 Kasım 1920 yılında Romanya’nın Czernowitz kasabasında Almanca konuşan bir Yahudi ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Asıl adı Paul Antschel’dir.
Dilek Değerli’ye göre şiir, Celan’ın yaşama tutunma amaçlarından en önemlisidir. Yaşamındaki sarsıntılar, ruhunu örseleyen deneyimler şiirini de etkiler. Celan, Ingeborgh Bachman’a yazdığı bir mektupta “Bazen şiir insana, insanların kutsallaştırdıkları gündelik suratlarını ara sıra arkasına gizleyebilecekleri bir şeye ihtiyaç duydukları için var olan bir maskeymiş gibi geliyor,” diye yazar.
Şiirlerinde zaman, ölüm, aşk, dil ve hiçlik konularını sıklıkla işler. Ölümün beyaz güneşleri vardır. ‘Ölüm Fügü’ adlı şiirinde ölümü Almanya’dan gelen bir usta olarak dışa vurur. Nazilerin Yahudi’lere yaptıkları soykırıma gönderme yaparak Alman Margarete’i altın saçlı, Yahudi Sulamith’i kül saçlı olarak sembolize eder.
Paul Celan, 1958 yılında Bremen edebiyat ödülünü alır. Ödül konuşmasında onca yitirilenler arasında yitirmediği tek şeyin dil olduğundan ve şiirin, ulaşacağı kalbin kıyısını arayan şişedeki bir mesaj olduğundan söz eder. Fransızca, İtalyanca ve Rusçadan şiir çevirileri yapar ve Shakespeare’i Almancaya çevirir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatının en güçlü ve yeni seslerinden kabul edilir. Paul Celan ölümünden sonra da “filozofların şairi” olarak anılır ve şiirleri birçok filozof tarafından incelenir.
BULUTTAKİ DEHLİZ
Değerli, büyük Fransız şair Charles-Pierre Baudelaire’i “Buluttaki Dehliz” olarak tanımlar. Şair sayesinde Baudelaire’in inişli çıkışlı yaşam serüveninde seyahat ederiz. Baudelaire, 9 Nisan 1821’de Paris’te orta sınıf bir ailede doğar. O doğduğunda babası Joseph-François Baudelaire 62, annesi Caroline Defayes ise 28 yaşındadır. Annesiyle babası arasındaki çok yaş farkından dolayı Baudelaire, kendisini doğuştan çürük görür. Babası kariyerine rahip olarak başlar. Daha sonra rahipliği bırakıp 1793’te mülkiye memuru olur. Aynı zamanda amatör bir şair ve ressamdır. François Baudelaire’in en iyi arkadaşları ressamlardır ve sık sık oğlunu müzelere ve galerilere götürür. Babası Baudelaire’e sanat sevgisini aşılar. Charles 6 yaşındayken 10 Şubat 1827’de babası ölür. Babasının ölümünden 20 ay sonra annesi yaşına uygun biriyle, Binbaşı Jacques Aupick ile evlenir. Annesinin evlenmesi Baudelaire’i yıkıma uğratır. Aupick karısının aşkını bir başka adamın oğluyla paylaşmak istemez. Baudelaire, bir askeri yatılı okula College Royal’de Lyon’a gönderilir.
Okulun askeri bir disiplinle yönetilmesi Baudelaire’in yalnızlığını ve melankolisini artırır. Okulda diğer öğrencilerle hatta öğretmenlerle bile kavga eder. Lyons, yoksul mahalleleri ve mistisizmi ile Baudelaire’e varoluş üzerine ilk meditasyonları için zemin oluşturur. Aupick, Paris’te 1.Tümen Kurmay Başkanlığı’na atanır.1836’da aile Paris’e döner. Baudelaire, yine yatılı olarak Louis-le-Grand Koleji’ne gönderilir. Şiir yazmaya başlar.
Baudelaire, 1840’ta La Faculté’de Droite’e hukuk öğrenimi için kaydını yaptırır ve burada ilk kez edebiyat sohbetlerine katılır. Gustave Le Vavasseur ve Ernest Prarond ile arkadaşlık kurar. Gerard de Nerval, Sainte-Beuve, Théodor de Banville ve Balzac’la tanışır ve gazetelerde kimliğini açıklamadan yazılar yayımlar. Hukuk öğrenimi görmeye zorlanan Baudelaire, buna başkaldırarak Latin Quarter’da uyuşturucu kullanmayı ve bohem bir hayat yaşamayı seçer. Sık sık genelevlere gider. Sokak kadını Yahudi Sarah ile de bu tarihlerde ilişki kurar. Ve frengiye yakalanır.
Onun bu başıboş yaşamı ve çılgınlıkları özellikle Aupick’i korkutur. Bu yaşamdan uzaklaştırmak için onu ailesi 1841’de Bordeaux’dan Calcutta’ya giden bir gemiye bindirir. Gemicilerin deniz kuşu Albatros’u yakalayıp onunla eğlenmelerine bu gemide tanık olur. Bu olaydan olumsuz şekilde etkilenerek “Albatros” sonesini bu yolculukta yazar. Kendini bu kuşa benzetmiştir. 15 Şubat 1842’de Bordeaux’da gemiden iner. Yolculuk, hayal gücünü zenginleştirir ve egzotik imgeler şiirlerinde yer alır. Üç aya yaklaşan deniz yolculuğundan sonra gemi, Madagaskar’ın doğusundaki küçük Maurice Adası’na demir atar. Orada 19 gün kalan Baudelaire, Paris’e dönmek istediğinden bir başka gemiyle Fransa’ya döner. 9 Nisan’da ergenlik yaşına ulaştığı için babasından kalan mirası almaya hak kazanır. Bu miras yaklaşık 75 bin frank civarındadır. Ailesinden ayrılıp Haziran’da Saint-Louis Adası’nda, Bethune iskelesinde bir eve yerleşir. Özenli şık giyimi, pahalı yiyecekler, şarap, kitaplar, resimler ve uyuşturucu ile bir ‘Dandy’ gibi yaşamaya başlar.
Değerli’nin analizine göre Baudelaire’in Sembolist sanatçılar üzerinde etkisi büyüktür. Sembolist hareketin müjdecisidir. Sembolizmde düşler, yalnızlık, gerçek dışılık, gizem, melankoli önemlidir. Simgelerde bir giz vardır. Kötülük Çiçekleri’ndeki şiirlerde simgesellik göze çarpar. Baudelaire, gerçeği yalın bir şekilde anlatmaz, buğulu bir camın ardından bakar gibidir bakışı. Hep çağrışımlarla şiirini oluşturur. Kötülük Çiçekleri, kentle ilgili sözcüklerin şiirde ilk kez kullanıldığı bir kitaptır. Bilanço, sokak lambası, karayolları gibi sözcükleri şiirlerinde çekinmeden kullanır. Baudelaire, şiirlerinde çok sayıda alegori kullanmıştır. Düzyazı şiirlerden oluşan ‘Paris Sıkıntısı’nın (Le Spleen de Paris) 1857’de basımından yaşamının sonuna kadar Baudelaire’e düzyazı şiir fikri çekici gelir. Müziksel bir biçime sahiptir ama ritimsiz ve uyaksızdır. Paris Sıkıntısı, kentle ilgili yazının en başarılı örneklerindendir.
ŞİİRİN VE AŞKIN IŞIĞI
Ünlü İranlı şair Furûğ Ferruhzâd’ı anlatmaya, “Yok oluşa direnmenin, benliği ölümsüzleştirmenin tek yolu olarak gördüğü sanata kendini adayan Furûğ Ferruhzâd, gül, bülbül ve şiir ülkesinin çağdaş şiirinin en önemli şairlerindendir. İsminin anlamı gibi ışıktır, yıldızların ateşiyle dolu, yıldızlardan yüksekteki şiir evinde parıldayan. ‘Tüm varlığım benim karanlık bir ayettir’ dese de.” sözleriyle başlıyor Dilek Değerli.
Değerli’ye göre şair olmak aynı zamanda insan olmaktır Furûğ için. İlk şiirlerinde içgüdülerine uyarak yazar ama zamanla sanat yapıtının bilinçle yüklü olması gerektiğine inanarak yazmayı sürdürür. Özel sorunlara evrensellik kazandıranın, şairin sahip olduğu dünya görüşü olduğunu düşünür. İran’ın tutucu, ataerkil, erkek egemen toplumunda yaşayan bir kadın duygularını, aşklarını, acılarını, çevresindeki koşulları, yalnızlığını, şiirlerinde özgürce yazar. Furûğ’un hayata bağlanmasında şiir kadar önemli bir etken de aşktır.
Dizelerinde olduğu gibi âşık olduğu zaman yaşadığı tutku, adsız bir çiçeğin utangaç bakışı, aya doğru koşan bir ağustos böceği sesi, altın renkli bir bulutun yatağı, fildişi bir köşktür sanki.
Şair, ilk şiir kitabını 16 yaşında ‘Tutsak’ ismiyle yayınlar. 17 yaşına geldiğinde ise kendinden on beş yaş büyük Perviz Şâpûr’a âşık olur ve evlenir. Kocası Şâpûr İran’ın tanınmış isimlerindendir. Yazar ve aynı zamanda karikatüristtir. 1 yıl sonra oğlu Kamyar’ı doğurur ve sonraki yıl da boşanır. Tutucu toplumdan tepki alır. Boşandıktan sonra oğlunun velayeti babaya verilir ve Perviz oğlunu Furûğ’a hayatı boyunca göstermez. Furûğ 32 yıl süren kısa hayatının sonuna dek oğlunun özlemiyle yaşar. Oğlunun bir şair ya da yazar olmasını ister. Kamyar hiç görmediği annesinin isteğini gerçekleştirip ressam ve şair olur.
Furûğ, baskıcı bir toplumda özgür bir kadın olarak yaşama zorluğunun, aşklarının ve oğluna duyduğu özlemin sonucu kederini, hüznünü, yalnızlığını birçok şair gibi geceyle, karanlıkla özdeşleştirir. Şiirlerinde kadın sorunlarını da işler. Kadınların ayrımcılığa uğramasına şiddetle karşı çıkar.
Neşeli, hırçın, çılgın görünmesine karşın sık sık hüzün ve yalnızlık içinde bunalıma girer, intihara yeltenir ama şiir her zaman onun kurtarıcısı olur.
DELİ BÜYÜCÜ KADIN
Dilek Değerli’nin kitabında yer verdiği bir diğer Amerikalı şair Anne Sexton’dur. Değerli, “Düşündüklerini, hissettiklerini ve o zamana kadar tabu sayılan konuları doğallıkla, yapmacıksız yazan, düş gücünün sınırları olmayan, o keskin parlak deniz gözleriyle tüm evrenin derisini soyup içini gören olağanüstü bir kadın, kendi deyimiyle ‘deli büyücü kadın’dır” sözleriyle tarif eder Sexton’u.
1928’de Massachusetts’in Newton kasabasında doğan Sexton’un anne ve babası alkoliktir. Annesi çocuklarına karşı ilgisizdir, babası ise sözle saldıran, küfür eden seksüel olarak da onu taciz eden biridir. Şiirlerindeki sancılı, kötü insanlar çoğunlukla aile bireyleridir. Değerli, “Anne Sexton’un depresif ruh halinin, alkolik olmasının özünde aile yaşamının büyük bir payı olsa gerek.” der.
Sexton, ilk şiirlerini gittiği yatılı okulda yazar. 1948’de Kayo Sexton’la evlenir. İki kız çocuğu dünyaya getirir. Her iki çocuğunun doğumundan sonra da depresyona girer ve terapiye başlar. Yaşadığı çöküş zamanlarında sık sık intihar girişiminde bulunur. Şair, Boston Üniversitesi’nde John Holmes’un öğretmenliğiyle şiirlerini yazmaya başlar. 1957’de Robert Lowell’ın öğretmen olduğu bir şiir seminerinde Sylvia Plath ile tanışır ve arkadaş olur. Sexton, 1963’te Plath’ın intihar etmesinden sonra “Slyvia’nın Ölümü” (Slyvia’s Death) adlı şiiri yazar. Plath’a çok arzuladıkları ölüme kendinden önce gittiği için kızgındır. Değerli, şairin çok istediği ölüme nasıl gittiğini ise şu sözlerle aktarır: “Anne Sexton, 4 Ekim 1974’de Maxine Kumin ile öğle yemeği yedikten sonra, havanın soğuk olmamasına rağmen annesinin eski kürk mantosunu giydi, garajına gitti, arabasını çalıştırdı, radyoyu açtı, karbon monoksit gazını soluyarak çok istediği ölümün yanına gitti.”
Şair Değerli’nin ifadesiyle Sexton, özellikle feministler tarafından “kadınların şairi” ve çağdaşlarınca “itirafçı şair” diye nitelendirilir. Fakat Değerli bu tariflerin uygun olmadığını, “Ben bu iki tanımlamanın da ona uymadığını düşünüyorum. Çünkü o yalnızca gerçekleri değil, gerçeklerin ardındaki duyguları, düş dünyasıyla bağlantılarını, tükenmiş yaşamları, Tanrı’yı, ölümü, metaforları o keskin, çarpıcı imgeleriyle, zekice oynadığı dil oyunlarıyla kotarıp dışa vurmayı başarmıştır.” sözleriyle belirtir.
YUKARI AKAN IRMAK
Dilek Değerli, büyük İspanyol şair Octavio Paz’ı “Yukarı Akan Irmak” başlığı altında ele alıyor. Paz’ın poetikasını şöyle dile getiriyor: “Octavio Paz’a göre şiir bilgidir, kurtuluştur, vazgeçmedir, yalıtan ve birleştirendir. Devrimcidir şiir. Yoklukla söyleşi olarak da tanımlar. Yaratmanın boşluğa resim yapmak olduğunu birisi söylemiş miydi anımsamıyorum ama yokluğa söylemek de yaratıcılığı çok iyi tanımlıyor.”
Şaire göre Paz’ın gençlik şiirlerinde sembolist bir şiir anlayışı vardır. İspanya’nın Barok dönem şiirlerinin etkileri görülür. Daha sonra gerçeküstü şiirler yazmaya başlar. Yukarı akan ırmaklar, çevik heykeller, taşlaşan fırtına ve gün ışığı, yukarı bükülen kökler, kanat çırpan yapraklar, tuzdan kelebekler (patlayan bir dalga için kullanır), kırık sözcükler, boğulmuş aynalar, arılar yelpazesi, mürekkebin kanatları vb. gibi birçok imge gezinir şiirlerinde. Bu imgelerin çoğunda doğanın unsurlarından faydalanır. Değerli, Paz’ın şiirlerini kendi şiirine yakın hisseder. Bunun sebebini ise şöyle açıklar: “Onun şiirini kendi şiirime yakın hissetmemin belki de en önemli nedeni, şiirlerimdeki imge ve metaforlarda doğanın unsurlarını çokça kullanmam olabilir. Şiirlerini okurken müthiş zengin imgesel, görsel görüntüler sarmalı oluşur zihnimizde. Octavio Paz, şairi dilin hizmetkârı olarak görür ve şairin dili aşıp imgeyi ürettiğini düşünür.”
Paz’ın birçok dile çevrilen ve en beğenilen şiir kitaplarından biri ‘Güneş Taşı’dır (Piedra de Sol-1957). Değerli’ye göre şair bu kitabında Venüs’ün gözleminden oluşan Aztek takvimine göre 584 dönem olmasından dolayı şiirin 584 satırdan oluşmasını sağlamıştır. Bu kitapta kaygıları, aşkı, cinselliği, yalnızlığı, ölümü Aztekler’in oyma taş takvimi olan dairesel “güneş taşı” simgesi altında birleştirir. Uzun bir şiirden oluşur kitap. Kitabın ilk altı dizesi ile son altı dizesi birbirinin aynıdır ve : işaretiyle biter. Paz burada güneş taşı takvimindeki daireselliğe gönderme yapar. Şiir bitmez tekrar başa dönüp başlamamızı sağlar. O altı dize şöyledir:
“Billur bir söğüt, bir su kavağı,
rüzgârın eğdiği yüksek bir fıskiye,
iyi dikilmiş bir ağaç, salınsa bile,
bükülen bir ırmağın akışı,
ilerleyen, gerileyen, yön değiştiren
ve yetişen boyuna”
ADONİS
Şair Dilek Değerli, adını değiştirerek ‘Adonis’ ismini alan Suriyeli Ali Ahmad Sa’id Eşber adlı şaire de yer veriyor kitabında. Değerli, şairin isim hikâyesini şöyle paylaşıyor okurla: “Yirmi dört yaşında Ali Ahmad Sa’id Eşber, adını değiştirerek Yunan Mitolojisinde geçen yaşamın, ölümün, ruhun yeniden canlanmasının simgesi olan Adonis adını aldı. Ülkesini değiştirmek, dini, dili, uygarlığı çok farklı bir ülkeye göçmek, daha da güç olmalı. Üstelik ana dilinde yazmak için direnen bir şairseniz. Ve ana diliniz de evrensel olmayan bir dil Arapça ise. Tüm bu zorluklara rağmen Fransa’da yaşayarak şairliğini sürdüren Suriyeli Adonis ismini, hem Batı hem de Doğu’da duyurmayı başardı.”
Adonis, şairliğinin yanı sıra, edebiyat eleştirmeni, çevirmen, editördür. Birçok Ortadoğulu şair gibi sürgünün sızısını araştırır. “Beni sürgün eden dilde yazarım,” diyen Adonis on iki yaşına kadar okula gitmez, köy öğretmeni ona okuma yazmayı öğretir. Şiire düşkün olan imam ve çiftçi olan babası, Adonis’in şiirle tanışmasını sağlar. On dört yaşındayken bağımsızlık üzerine yazdığı şiiri Suriye Cumhurbaşkanı’na okur ve şiiri çok beğenen Cumhurbaşkanı Adonis’e dileğini sorar. Dileğinin okumak olduğunu söyleyince Tartus’a okuması için davet edilir. Adonis, Fransız Lisesindeki on iki yıllık eğitimi dört yılda tamamlar. Sonra Şam Üniversitesi’nde Edebiyat ve Felsefe eğitimi alır. Otuz yaşında Suriye’den daha ileride olduğu için Lübnan vatandaşlığına geçer. Otuz altı yaşında ise Paris’te yaşamaya başlar.
Adonis, büyük Fransız şairlerini Arapça’ya çevirir. Ortadoğu’nun sorunlarıyla ilgili eleştiriler yazsa da bir şair olarak deneysellik, dil ve geleneksel şekilcilik yerine şiiri özgürleştirmeyle ilgilenir. Adonis’e göre Arap şiirinin iki yanı vardır; kendisi ve diğerleri.
Değerli, kitabın ilk bölümünde Amerikalı şair Amy Lowell, Avusturyalı şair Georg Trakl ve yine Amerikalı şair H. D.’nin (Hilda Doolittle) de biyografisi ve şiir anlayışını irdeliyor. Ardından şair Dickinson ve ünlü Meksikalı ressam Frida Kahlo’ya yazdığı mektupları okurla paylaşıyor. Bölümün devamında Değerli’nin edebiyat, şiir, şairlik, poetika ve sanat üzerine kaleme aldığı inceleme yazıları yer alıyor.
Şair Değerli, Şiirin Atardamarları’nda ‘Yeşil Peri’ olarak bilinen içkiden de bahsediyor. Şairin anlatımıyla Yeşil Peri, diğer adıyla absent, son 150 yılda özellikle yazarların, ressamların içtikleri ve esin kaynağı olarak gördükleri içki olmuştur. Absent, 1871-1914 yılları arasında Güzel Çağ (Belle Epoque) diye adlandırılan Fransız bohem hayatının en önemli içkisidir. Yalnızca yazarlar, ressamlar, müzisyenler değil, sosyeteye mensup olanlar, iş adamları ve politikacılar, işçiler de içer. Paris’teki kafeler o dönemde saat 5’te absent içicileri ile dolup taşar. Yeşil renginden ve sanatçılara esin kaynağı olmasından dolayı ‘Yeşil Peri’ diye adlandırılmıştır. Saat 5, Paris’te ‘Yeşil Saat’ olarak bilinen mutluluk saatidir. Bu dönemde Paris’te esin ve serüvenin simgesi olan absent’in ana bileşenleri pelin otu kökü (artemisia absinthium) ve yeşil anasondur. Absent, 2000 yıl önce şifa kaynağı olarak kullanılır. Hipokrat’ın afrodizyak özelliğine değindiği Artemis’in bitkisi diye bilinen absent bitkisi, antik Yunan’da kürtaj amaçlı ve panzehir olarak kullanılmıştır.
Kitabın “İz Defteri” adlı ikinci bölümünde ise okuru şairin edebiyat günlüğü bekliyor.