Fatma ERYILMAZ
Ve perde!
Perdenin arkasında dev bir külliyatla Haldun Taner bekliyor. Taner, eser sayısının diğer türlere baskınlığından dolayı daha çok tiyatro yazarı olarak tanınsa da hikâyeciliği de ağdırmaz. İlk hikâyesi “Töhmet” Yedigün dergisinde yayımlandığında Sedat Simavi’nin dikkatini çeker ve Simavi, ona hikâye yazmaya devam etmesi gerektiğini salık verir. Edebiyat dünyasında ilk yazdığınız hikâyeye telif ödenmesi de sık rastlanan bir durum değildir. Haldun Taner, böyle bir motivasyonla başlar öykücülüğe.
İbrahim Haldun Taner… Dedesi, Kurmay Albay İbrahim Muhiddin Bey. Babası, son Osmanlı meclisinde milletvekilliği yapmış, ilk devletler hukuku profesörümüz, hukuk fakültesi dekanı, Lozan’ın maddelerini hazırlayan ekipte yer almış, Fatih Mitingi’nde hararetle Misakımilli’yi savunmuş vatansever Ahmet Selahattin Bey. 42 yaşında kalp krizinden öldüğünde Haldun beş yaşındaydı. Annesi Seza Hanım, tek çocuğu Haldun’u alıp babasının Saraçhanede’ki evine yerleşir. Haldun artık dedesi, ninesi, dört dayısı ve bir teyzesinden oluşan kocaman bir ailede yaşamaya başlar. Okumayı daha okula başlamadan bu evde, teyzesinden öğrenir. Okula başladığında yaz tatillerinde dedesinin matbaasında ona yardım eder. Burada hem dönemin yazarlarını tanıma hem de bir kitabın basım aşamalarına tanık olma fırsatı bulur.
Ortaokul ve lise, devlet desteğiyle Galatasaray Lisesinde… Üniversite yine devlet bursuyla Almanya’da Heidelberg Üniversitesinde (Siyaset ve ekonomi)… Üç yıl sonra ağır tüberküloz, mezun olmadan İstanbul’a dönüş… Erenköy Sanatoryumunda dört yıllık tedavi süreci… Tam da burası işte bize uzanan satırların beşiği: Erenköy Sanatoryumu. Yazmaya burada başlar Taner. Ciğeri daraldıkça sözle değil yazıyla anlatma ihtiyacı hissetmiş olmalı kendini. İyileştikten sonra İstanbul’da Türkoloji, sanat tarihi, Alman filolojisi eğitimleri… 1955’te felsefe ve edebiyat eğitimi için Viyana’ya gidiş… Orada tiyatro asistanlığı, yurda dönünce tiyatro eğitmenliği… İktisat Fakültesine öğretim görevlisiyken 1960 darbesinde görevden alınan 147 akademisyenden biri olma… 1962’de Fransız Filolojisi Bölümünde hocalık…(Galatasaray’da en çok etkisinde kaldığı hocası Fransız edebiyatı hocası Mösyö Dard’dan öğrenilenler boşa gitmemeliydi.)
Küçük Dergi, Oyun dergisi… Galatasaray’da edebiyat matineleri… (Fecriati grubunun edebiyat etkinliklerini çoğaltma isteklerini gerçekleştirmiş sanki yıllar sonra.) Türkiye Tiyatro Yazarları Derneğini kurmak… Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Ahmet Gülhan’la Devekuşu Kabare, sonra Münir Özkul ile Bizim Tiyatro, Devekuşu Kabare’den ayrıldıktan sonra Ahmet Gülhan ile Tef Kabare… 1980’de davet edildiği Berlin’de tiyatro dersleri ve gazetelerde yazılar… Pen Yazarlar Derneği, Türk Dil Kurumu, Viyana Dramaturji Kurumu ve UNESCO Kültür Komisyonları üyelikleri…
Özetle Haldun Taner, çok farklı alanlarda (siyaset, ekonomi, Türkoloji, Fransızca, Almanca, tiyatro, edebiyat, felsefe) eğitim almış, değişik alanlarda (kütüphane memurluğu, iktisat okutmanlığı, sanat tarihi, tiyatro ve dil hocalığı, köşe yazarlığı…) çalışmış, farklı türlerde (hikâye, tiyatro, köşe yazısı, deneme, anı) eser vermiş, yurt içinde ve yurt dışında önemli ödüller almış, kitapları pek çok dile çevrilmiş, uluslararası edebiyat ve sanat kurumlarına üye olmuş, dünya edebiyat literatürüne adını yazdırmış, çok donanımlı ve üretken bir yazar. Öldüğünde yarım kalan üç eserinin (Anıları, Münir Özkul için bir oyun ve Oyunbozan Süiti adlı roman) oluşu da bu birikimin mührü gibi olmuş sanki. Gerek dil konusundaki işlekliği gerekse hikâyelerde kurduğu “kahraman çeşnisi” açısından –fikrimce-ortalama bir okurun zihnini epey zorlayacak bir yazardır Taner.
Bu derya deniz yazarın külliyatından iki hikâye kitabı: “On İkiye Bir Var” ve “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü”. İlki 1954, ikincisi 1969’da yayımlanmış. Daha sonra 1971’de aynı yayınevi (Bilgi Yayınları) tarafından bu iki kitap birleştirilerek ve “Gülerek Ölmek” hikâyesi de eklenerek yeniden basılmıştır.
Kitaptaki hikâyeler:
On İkiye Bir Var, Ayak, İznikli Leylek, Bayanlar 00, 45 Marka Seksapil, Artırma;
Sancho’nun Sabah Yürüyüşü, Piliç Makinesi, Rahatlıkla, Ases;
Gülerek Ölmek.
ON İKİYE BİR VAR: Zamanın ritmini içinde hisseden, saate bakmadan saniyesine kadar doğru tahmin eden kahraman anlatıcının içindeki tik taklara dair bir hikâye bu. Dokuz yaşında keşfettiği bu “doğru zaman tahmini” yeteneği önce korkutuyor onu sonra alışıyor bu duruma. Hatta okulun popüler çocuklarından oluveriyor. Bir atletizm yarışında kronometrörden önce saniye farkını söyleyince gazetelere geçer. Dönemin ünlü bir ruh doktoru merak edip ona ulaşır. Kendine kalırsa bu melekesinin kaynağı doğduğunda ilk duyduğu sesin evde aile yadigârı saatin sesi olması. Doktora göre de “duyma ve duyduklarını, duymadığı zamanlarda da aynı ritimle devam ettirme durumu”. “Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatleşen bir insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir armut sanan kadar olağandır. Hangi doktor hastasına resmen ‘Sen tozutuyorsun dostum.’ demiştir?” Ee, okumuş adam tabii, incinmişsin diyecek!
Bu durumdan kurtulmak için saat tahminlerine ara verse de bir süre sonra daha da fazla üstüne düşerek devam ediyor tahminlere. Hatta daireden izin alıp günlük iki saatlik saat tahmin kürünü on iki saate çıkarıyor. Saatlerle dolu bir odada zamanın kaybolacağını, sonsuzlaşacağını düşünüyor. Hikâyenin sonunda içindeki saatin durduğunu hissediyor. Öldüğünü düşünüyor. Doktor, “Ölsen bunları yazamazdın.” diyor. Bu bitişle işin ağır yeri okura kalıyor. Hadi bakalım ne oldu bu adama? Ayrıca yazma sürecine atıfta bulunduğu, bunun bir kurmaca metin olduğunu hatırlatması “üstkurmaca” tekniğini başarıyla uyguladığını gösteriyor.
On İkiye Bir Var’da herkesi küçük anlar üzerine düşündürmek isteyen bir çabası var Taner’in. Ömür dediğimiz bütünün küçük anlardan oluştuğunu ve en önemli şeyin o ân’ı bilinçli, uyanık, ritmini içimizde hissederek yaşamamız gerektiğini vurguluyor. Hikâyenin tamamını okuyanlar bu hikâye ile Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı arasında ruhsal bir akrabalık olduğunu derinden hissetmiştir benim gibi. (Haldun Taner Tanpınar’dan önce yazmıştır.)
On İkiye Bir Var, “zaman felsefesi, yaşamın amacı ve anlamı, ölüm korkusu, obsesiflik” gibi konuları yüzünüzde tatlı bir tebessüm ve zihninizde ona eşlik eden sorularla okuyacağınız çok yetkin, usta bir kalemden döküldüğü her hâlinden belli, dopdolu bir hikâye.
ARTIRMA: Bu hikâyeyi okuduğumda aklıma ilk gelen Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında geçen şu cümlelerdi: “Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.”
Açık artırmalara katılan ama bir şey almayan, ayırttıkları eşyaların üstüne isimlerini yazdıranları görgüsüz sayan, bir şey seçip alanları seçtiği şeye mahkûm kabul eden, seçip alırsa artık seçme özgürlüğünü kaybedeceğini düşünen “hayat pasifi” bir kahraman anlatıcı. Konusu gereği zengin muhitlerin hikâyesi. Kahramanımızın zenginlik düzeyinde parası olmadığı için zenginliğe de hor bakan bir yanı var. Bu hikâyeyi okurken dönemin markalarını, ekonomik verilerini, açık artırma piyasasını tüm detaylarıyla görebilirsiniz.
Asıl mesele eşyalar değil aslında. Müzayedede kahraman anlatıcımız, eski sevgilisiyle karşılaşıyor. Fahrünisa ile, yanında da kızı. Zamanında Fahrünisa’yı bırakıp başkasıyla evlenir. (Belli ki evlilik konusundaki seçiminden hoşnut değil!) Onlara zengin ve mutlu görünmek için yok yere bir bambu masa takımı alıyor tüm parasını verip.
İyi giyimli, pahalı tütünlerle pipo içen, filanca marka parfümlerin kokusuyla ortamdakilerin başını döndüren ve birbirlerini bu etiketlerden tanıyan insanların ortamı olarak görüyor anlatıcı kahramanımız müzayede yerlerini. Sanki sadece o insanları -iç sesiyle-eleştirmek için oradaymış hissini veriyor okuyucuya. İç konuşma tekniği çok yoğun çünkü diğer insanlar birbirine benzerken anlatıcımız hem o ekonomik sınıfın insanı değil hem de düşüncelerini söyleyecek kadar cesur değil. Seçme cesareti olmayan çekinik bir yapısı var, konuşmak da cesaret ister tabii.
İnsanın hayattaki seçimleri, seçmenin bir cesaret gerektirdiği ve hatırı sayılır bir bedeli olduğu, kararsızlığın insanı pasifleştirdiği, toplumsal sınıfların ezici alışkanlıkları üzerine eğilen bu hikâye de hem teknik hem de içerik açısından çok başarılı ve akılda kalıcı. “Ben dikkat ettim. Sonda en yüksek parayı verenler öyle sessiz, şamatasız, kendinden emin, alacağını bilen, vereceğini bilen insanlar oluyor.”
SANCHO’NUN SABAH YÜRÜYÜŞÜ: Hikâye Cervantes’e selam vererek başlıyor. Sancho’yu edebiyat âleminde bilmeyen yoktur. Aksini düşünerek Sancho’nun Don Kişot’un en yakın, ona en sadık arkadaşı olduğunu hatırlatalım. Hikâyede anlatıcı kahramanımız bir köpek. Hülya’nın babası ile Ankara’nın bürokrat sokaklarında sabah yürüyüşüne çıkıyorlar. Bu yürüyüş sırasında sahiplerine göre davranan farklı köpek türleriyle karşılaşır Sancho: Sinir hastası bir kadının köpeği olan ve sonunda sahibinin bağırmalarından kendi de sinir hastası olan Heidi… Prizi yalayıp akıma kapıldığı için sokak köpekleriyle aynı poliklinikte sıra beklemek zorunda kalan Londra doğumlu Altes… Köpek dergilerinde modellik yapan dergilere kapak olan “kok-beni”li güzeller İsabelle ve Minella… Protokole sonradan girdiği için tam olarak köylü aksanından sıyrılamamış çoban köpeği Kastor… Hiç sevmediği ve bu yüzden adlarını söylemeye tenezzül etmediği av ve polis köpekleri… Tesadüfen karşılaşmış gibi yaptıkları hâlde buluştuklarına inandığı Selmin Hanım’ın çapkınlıklarına, masa altındaki “ayak oyunlarına” alışık filozof köpeği Diyojen…
Hikâye “Tiki tiki praf!” sesiyle başlıyor ve bu ses yol boyunca ara ara devam ediyor. Tiki tiki’ler Sancho’nun, praf’lar Hülya’nın babasının ayak sesi. Metinlerde bu şekilde tekrarlanan, vurguyu üstüne çeken bölümlere “leitmotiv” tekniği adı verilir. Taner, bu tekniği de dikkat çekici ölçüde kullanmış. Konu sadakat. Hülya’nın babası eşine sadık değil, Selmin’in peşinde. Tam ona kızacakken sonlarda bir bakıyoruz Hülya’nın annesi de onlar eve döndüğünde apar topar telefonu kapatıyor ve yapmacık bir gülümsemeyle kocasını öpüyor. Burada Sancho ile ilgili çok güzel bir bölüm var: “Sancho yere çömeldi. Sol arka bacağı ile boynunu kaşımaya başladı. Sonra Hülya’nın annesi ile babasına uzun uzun baktı. Dilinin ucuna bir şey geldi ama… Havlamadı.”
Bu hikâye başlı başına bir edebiyat ziyafeti. Ele aldığı konunun toplumun can damarı oluşu, bir köpeğin bakış açısıyla düşünebilme, hayvanlara atfedip kendimizin koruyamadığı erdemler, böyle çetrefilli bir konuyu bu kadar muzipçe anlatabilme, albeni sözcüğü yerine “kok-beni”, bilinçaltı yerine “şuurumun bodrum katı” gibi ifadeler üretme, olumsuz davranan köpek ve kişilerin adından bahsetmeme… Tam bir kuyumcu gibi işlemiş Taner Sancho’nun felsefi, sosyolojik, psikolojik yürüyüşünü. “Modern fabl” tabiri kullanılır bu hikâye için. Kafka “Dönüşüm”ünde, George Orwell “Hayvan Çiftliği”nde hayvanların bakış açısını kullanarak yazmıştır. Fakat Haldun Taner bu işi tam bizim toplumumuzun mizah anlayışıyla birleştirmiş, onların varoluşsal kasvetinden kurtarıp özgün bir yazı evreni kurmuştur.
Tiki tiki, praf!
GÜLEREK ÖLMEK: Kahraman anlatıcımız Sekban. Ankara’da yaşıyor. İstanbul’da doğmuş büyümüş, Boğaz’ın sularında yüzmüş, başmühendis olarak Ankara’da çalışan, elli yaşını geçmiş, kültürlü, bekâr bir adam. Akçakoca’ya gidecek üç günlüğüne. Planlı bir adam, gitmeden hangi gün ne giyeceğini, kaç kez banyo yapacağını hesaplıyor. Valizi ve içine koyduğu giysiler, aksesuarlar yurt dışından alınmış pahalı şeyler…
İncila Hanım… Dul, örgü ören, evhamlı bir karakter. “Karadeniz’in dalgaları başka olur Sekban Bey!” diye uyarıyor onu. Kızıyor kadına, Boğaz çocuğu olduğunu, deniz acemisi olmadığını düşünüp egosunu köpürtüyor.
Sabah arabasıyla yola çıkıp bir otele yerleşiyor. Valizinde Agatha Christie ve Gandhi’nin kitapları… Bir kez denize girip çıkıyor. Bir şey yok. Öğleden sonra tekrar girdiğinde dalgalar onu kıyıya vurup vurup denizin içine çekiyor. O anda öleceğini hissediyor ve gülmeye çalışıyor. Korkmadan öldü, desinler diye. Neyse ki son bir dalga onu sahile “posa gibi” fırlattı ve kurtuldu. Sahilde kendinden geçmiş hâlde, ara ara kusarak yattı. Biraz kendine gelince otele döndü. Kusarken onu gören çocuktan utandı. Oteldekilere aslında ölmekten ne kadar korktuğunu, İncila Hanım’ı dinlemediği için pişman olduğunu, çok egoist biri olduğunu, can korkusunun egoyu yerle bir ettiğini itiraf etti ve rahatladı. Kusmuş gibi rahatladı. Kendi başta olmak üzere toplumda statü sahibi insanların diğer insanların deneyimlerini ve varlığını yok saymalarının ne denli yanlış olduğunu anladı ve anlattı.
Bu noktaya gelmesinde Gandhi’nin kitabında okuduğu “İnsan zekâsının gelişmesinde bir sınır vardır. Kalbin gelişmesinde ise hiçbir sınır yoktur.” Sözü etkili olsa gerek.
Başmühendis Sekban. Farklı ülkelerden aldığı kıyafetleri kadar onu düşünen komşusunun sözünü önemsemeyen, arabayla giderken kendini Fransız filmlerindeki aktörlere benzeten Sekban… Hikâyenin sonunda “Yaşamak güzel şey hanımlar, beyler. Hele burnunu kırıp, küçüklüğünü bilip yaşamak…” noktasına geldi.
Hepimizin ulaşacağı, henüz gelmediğimiz pek çok nokta vardır. Haldun Taner ve onun gibi donanımlı yazarları okumak, Sancho’yla yürümek hatta Sekban Bey’le ölümün eşiğinden dönmek yolculuğumuzu kolaylaştırır ve zenginleştirir.
Perdeyi şimdilik kapatalım!
Haldun Taner, On İkiye Bir Var, Bilgi Yayınevi, 8. Baskı, Ankara, 2007.
4 yorum
Harikulâde muazzam tespitler edebiyat candır👍👏👏👏
beğendim
Çok güzel bir yazı olmuş,tebrikler
Teşekkür ederim.