Sibel TURGA METİN
Hayatı anlamlandırmak için yol arkadaşı olabilecek yazarlarımızın en önde gelenlerinden biri şüphesiz Haldun Taner. Rasyonel ve sorgulayıcı tarafıyla okuru mest ediyor. Kırıp dökmeden hiciv yapabilmesi ise oldukça etkileyici. Haldun Taner, 1967’de “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” ve “On İkiye Bir Var” kitaplarında yer alan on üç öyküyü Konçinalar adıyla Varlık Yayınları’ndan çıkararak edebiyatımızdaki yerini güçlü bir şekilde anımsatmıştır.
Yapı Kredi Yayınları’ndan 2017 yılında basılan “Konçinalar-Seçme Öyküler 50.yıl özel baskısında on üç öykü yer alıyor.
On İkiye Bir Var
Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu
Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi
Konçinalar
İznikli Leylek
Bayanlar 00
Arttırma
Eczanenin Akşam Müşterileri
Ayak
Sahib-i Seyf ü Kalem
Atatürk Galatasaray’da
Fasarya
Memeli Hayvanlar
KONÇİNALAR: Konçina kelimesinin kökeni Rumca’dır. İkiliden altıya kadar olan oyun kâğıtları anlamına gelmektedir. “Konçinalar bu bakımdan iskambillerin paryasıdır.” cümlesiyle iletiyi veriyor bize Haldun Taner. İskambil kâğıtlarının görsellerinden yola çıkarak müthiş bir karakter analizini toplumda var olan sınıflar arası ilişkileri inanılmaz bir hazla okuyucuya sunuyor. Mizahın o delişmen yanıyla dudaklarınızda gülümseme eşliğinde bu sefer insan ruhunun labirentlerinde geziyorsunuz.
İskambil kâğıtlarındaki görsellere bakarak insanın derinliklerine ulaşmayı başarmış bir yazar o.
Kara Maça Bey’i bir sarayda oturuyorken İspati Bey’i bir Bizans prensidir. Kupa Bey’i bizdendir, o Osmanlıdır. Karo Bey’i ise Bir Selcuk sultanıdır: Çelebi, nazik ve zarif… Kadın sembolleri ise daha nahif resmediliyor satırlarda. Kupa Kızı etine dolgun, duru beyaz hanım hanımcık bir tazedir. Okula da gitmemiş, dikiş nakış bilen bir kızcağızdır. Kupa papazı babadır, babacan tavırları ve gür bir sesi vardır. Karolara gelince onlar görmüş geçirmiş bir ailedir, babaları Hariciye’den emeklidir ve ne yazık ki evlatları yönünden şanssızdırlar. Toplumu iskambil kâğıtları eşliğinde gezmeye devam ediyoruz. Toplumdaki bütün sınıflar bir geçit töreni edasıyla okuyucunun önünde arzıendam ediyorlar. Maçalar bir Ermeni ailesi… Gedikpaşa’da oturuyorlar, baba bir papaz, oğlu ise bir tuhafiyeci dükkânı işletiyor.
Resimli kâğıtlardan sonra onlular ve dokuzlulara geliyor sıra. Bu kâğıtlar biraz şımarık ve görgüsüzdür Haldun Taner’e göre. Çünkü resimsiz kâğıtlar içinde önemli oyunlara katılma şansları vardır onların. Dokuzlular kendilerini sayıdan bile saymadıkları halde diğer resimsiz kâğıtlardan daha fazla değer veren aristokratlara yaranmaya çalışırlar daima. Yani Haldun Taner dokuzlu kâğıtlarla kraldan fazla kralcı olup halkı ezen tipleri mizahın imbiğinden geçirip damla damla sunar bize. Hikâyenin sonunda “KONÇİNALAR” çıkar sahneye. Bunlar yukarda dediğimiz gibi altıdan küçük kâğıtlardır. Üzgün ve küskündürler ve oyunu dışarıdan seyrederler. Ayakaltında dolaşıp trafiği tıkarlar anca. Yazar bunlara çok üzülür ve “Onlar toplumun paryasıdır.” der bize. Var oluşlarının tek sebebi öbür kâğıtlara basamak olmaktır. Bu duruma çok içerleyen anlatıcı yeni bir oyun icat etme fikrine kapılır. Bu kurgulanan yeni oyunda birliler asıl değerlerine indirilecektir. Beşliler kızları ve oğlanları alabilecektir. Bu yeni oyunda kılkuyruk bir üçlünün dört papazı birden susturmasındaki hayal ne kadar belirgin öyle değil mi? Ama güçlünün karşısında boynu bükük konçinalar onlara bir türlü el kaldıramaz. Burada konçinalar için anlatıcının cümlesini alıntılamak tünelin ucundaki ışığı görmek gibi geliyor biz okuyuculara. “Konçinalar bir türlü el kaldıramıyorlar. Sinmiş bir kere içlerine, alışkanlık deyin, çekingenlik deyin, Konçinalık kompleksi deyin. Yapamıyorlar işte.”
ECZANENİN AKŞAM MÜŞTERİLERİ: Haldun Taner için genelde “Tam bir İstanbul Beyefendisi” tanımı yapılıyor. İstanbul’u iliklerine kadar tanıması ise yirmi ayrı semtinde oturmasından kaynaklansa gerek. Bu öyküde bir eczaneye akşam saatinde gelen müşteriler üzerinden psikolojik değerlendirmeler ve karakter tahlilleri sunuluyor okuyuculara. Aynı zamanda hayat yolculuğunun aşamaları gözlerimizin önünden geçip gidiyor. “Kaç para eder başvekilin eskisi?” cümlesi sarsıcı. İnsanı öyle derinlemesine tanıyor ki usta, gözlem gücü karşında okuyucu adeta başka bir evrene geçiyor. Büyük bir aynayı eline alıp yüzümüze tutuveriyor adeta. İnsanoğlunun ikiyüzlülüğünü Başvekil ile Hacı Bey üzerinden veriyor bize. İnsanlara makamlarına göre değer verenleri mizah atının terkisinde dörtnala giderken görmek de etkileyici. Amerikan eleştirisine girmeden öykü sonlanmıyor. Marşal yardımlarını araştırmak gereği duymanız da cabası. Mevki sahibi siyasilerin halkı etkilemek adına yaptıkları saçmalıkları gülümseyerek okuyorsunuz. Bu siyasilerin Boğaz’dan mayo ile geçmeleriyle dalga geçerken bir kuşak çatışmasını da araya sıkıştırdığını fark etmek… “Biz istediğimiz kadar bilgiç geçinelim, yeni neslin yanında her zaman cahil kalmaya mahkûmuz.” Sonrasında modern bir fabl gibi anlatımın içinde bir kediye rast geliyorsunuz. Bilge bir kedi bu. “Gençliğinden çok şey kaybetmiş ama bütün ihtiyar kurtlar gibi fizik bakımından dermansızlığını teknik kabiliyetleriyle kapatıyor.” Kuşak çatışmasında tarafını belli ediyor ama kaş göz yarmadan büyük bir nahiflikle.
SAHİB-İ SEYF Ü KALEM: Çok konuşan yaşlılar var bu hikâyede. Eminim sizin de etrafınızda var olan sayısız pir ü faniler… “Ben de varım, aslında ben de vardım.” diyenler. Günlük dili öylesine güzel kullanmış ki Haldun Taner; eski, yeni, Batılı ve Doğulu kelimeler dans ediyor onun satırlarında. Uyuklamak anlamında “küngürdemek”, becerikli kadın anlamında “tirendaz” kelimesi sanırım yeterli. Yaşlı adama yardım eden Necla… “Onun böyle boş saatlerinde yaralılara yardım eden bir prenses edasıyla hareket etmesi karşısında ihtiyar Miralay çok eziliyordu.” Yardım edenin egosuna yenik düşmesi sanırım bu kadar ince anlatılabilir. Yazının anıları kurtarmaktaki başat rolünü de Miralay’ın anılarını yazmaya çalışmasında görüyorsunuz. Yaşanmış her şey yaşanmıştır ama onları yazmak belki ölümün elinden kurtarmaktır, alt başlığı içinde okuyorsunuz öyküyü.
FASARYA: “Yok mudur böyle adamlar, ille her önlerine gelene ad takmaktan hoşlananlar.” diye başlıyor öykü. Bir mahalle maçına bile yedekten katılmak için sıra bekleyenleri anlatmış usta. Parası olanın, topu olanın, güzel bir çift ayakkabısı olanın maçlara yeteneği olmamasına rağmen ilk katılmaları… Öyküde ayrıca nefis bir birleşim göze çarpıyor. Modern anlatımın yanına sığışıvermiş meddahlık geleneği. “Fasarya üzerine roman yazılsa roman değil de Karagöz serisi gibi; Fasarya: Gece Bekçisi, Yalova Sefası, Fasarya Evleniyor gibi sıralanıp gidiyor. Fasarya tiplemesiyle kraldan fazla kralcı olanlara da bir sahne ışığı altında incelemeye alıyor öykü boyunca Haldun Taner. İnanılmaz cümleler seçkisi var öyküde: “Bazı kimse saadetinin farkına başkasının gıptasından sonra varıyor.”
“Birinin adamı olmanın işte böyle tarafları oluyor.”
“Birine her acıyışımızda itiraf edelim veya etmeyelim az buçuk budalaca üstünlük böbürlenişi saklı değil midir?”
Kendimizi irdelememize imkân veren büyüleyici cümleler bunlar. Bir sorguyla fark edişin ışığının yandığını görüyorsunuz.
İZNİKLİ LEYLEK: Varoluşçuluk akımından başlayarak bizi dogmalarla mücadeleye kadar taşıyan bir öykü var sırada. Akılcı davranmanın önemini vurgulayarak ve bunun mizahını yaparak düşüncenin labirentlerine salıyor bu defa usta bizi. “Bütün çabalar boşuna. Ne yaparsa yapsın istediği kadar havalanacağım diye uğraşsın sonunda insanoğlu yaralı leylek gibi rezil ve perişan yan üstü toprağa yuvarlanmıyor mu? Kaderlerimiz aynı: Uçamayacağımızı bilmek yine de uçmaya yeltenmek.” Leyleklerin cami üstlerine yuva yapmalarından dolayı onların hacı olduğuna inanan insanların Köln Katedrali’ne yuva yapanları görmeleri gerektiği düşündürülüp asıl sebebine inmelerinin önemi vurgulanıyor öykü boyunca.
Tiyatrolarıyla, kabareleriyle, öyküleriyle yol almanın birçok güzelliğe kapı aralayacağını anlamanız çok sürmüyor Haldun Taner eserlerinde. Onu okuduktan sonra asla eski ”biz” olmuyoruz.
Haldun Taner, Konçinalar – Seçme Öyküler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2017.
1 Yorum
👍👍👍