Sibel TURGA METİN
Hakikatin dile gelme meselesini mavi yolculukla harmanlamış bir yazar… Eşsiz bir Anadolu şarkısının ezgilerinde kayboluyorsunuz onun hikâyeleriyle. Poseidon’la kahvaltı yapıp Kerimoğlu’yla dağlara çıkıp bir de oralardan seyrediyorsunuz Akdeniz’i, Ege’yi. Birkaç defa da kendinizi derin araştırmaların içinde buluyorsunuz. “Bisüs” kelimesinin anlamını araştırırken birden koşup gelen yıldırayış, angı gibi sözcükler için de sözlüklere bakıyorsunuz. Bir aşure yer gibi tat alıyorsunuz oluşturduğu terkiplerden. Serin bir Akdeniz rüzgârı okşuyor ruhunuzu. Felsefe, tarih, edebiyat, mitoloji dört koldan sarmalıyor sizi. Altını çizdiğiniz cümlelerin her biri bir Yörük kızının elinde tuttuğu fener gibi aydınlatıyor ruh dünyanızı.
Anadolu’ya başka bir gözle bakıyorsunuz artık. Anadolu: Şarabın mayalandığı, nektarın tanrı içeceği olduğu, tarihin başladığı yer… Mitolojinin kök saldığı toprak… Çok katmanlı bir Anadolu coğrafyasında geziyorsunuz sonsuz bir hazla. Orta Asya’dan yürüyerek gelenlerle buralarda olanların büyük buluşmasına tanıklık ediyorsunuz.
Büyük yolculuklar acılı olur, sanki demlenmeye ihtiyacı vardır o yüce ruhların. Balıkçı’nın dünyaya geliş hikâyesinde saklıdır kaderi. Doğduğu gece rüyasında Hz. Musa’yı gören bir annenin evladı o. Büyük sınamalardan geçeceği o gece belli olmuş sanki. Yurdundan göçe zorlanan, su ile yolculuğu başlayan Musa gibi o da. Gülen adası Girit’te başlayan yol Büyükada’ya, oradan Bodrum’a ama hep denizle iç içe. Yol engebeli. Tutsaklıkla kavrulmuş bir insanın denizleri ve sonsuzluğu özlemesindeki sırrı da kavrıyorsunuz onu okurken. Eşi ve babası arasındaki aşk söylentileri ve babasını vurması… Gönül verdiği Anadolu mitolojisinin bir yansıması sanki yaşanan olaylar. Zeus da kendinden önceki Kronos’u alt etmişti. Toplumun her kesiminden insanları bu kadar nahif bir dile, bu kadar samimi anlatması oldukça etkileyici.
Yaşasın Deniz adlı kitabında 11 öykü yer alıyor. Hep denize sevdalı, karada tam olmaktansa denizde eksilmeyi seçenlerin başrolde olduğu öyküler. Samimi bir dille size yepyeni ufuklar açan bir dil sihirbazı Balıkçı. Kimler yok ki onun hikâyelerinde: Denizciler, Türkmen kızları, hamuru bilgelikle yoğrulmuş doğa âşıkları. Kuşun kadın, kadının kuş olduğu öyküler onlar. Uzakların şarkılarını özleyen taşra insanları, kahvehane sohbetleri… Öykülerindeki incelikleri göstermek adına onun satırlarıyla yolculuk edelim:
IŞIK TELİ: “Kum tanesi büyük acılara sarılıp hüzünlü bir inciye dönüşür.” Bisüs denilen ince tellerle tutunur yaşama inci. Bu hikâyede Ege, Arşipel’dir. Arşipel’in kızları canlanır gözünüzde. Bir anda yolculuk denizden karaya esen bir melteme dönüşür. Bir köy çeşmesi betimler Balıkçı bize ve Anadolu’nun hep uzakları özleyen tozlu köy yollarına ulaşmaya çalışırken bulursunuz kendinizi. Öyle şiirsel bir dili vardır ki yazarın teşbihlerle, teşhislerle Karacaoğlan şiirinin mısraları dolanır dilinize. Hikâye bir anda Karacaoğlan şiirine dönüşür. Saçlarını iki yandan ören köylü kızlar çeşmeye su doldurmaya gider. Anadolu’nun her köyünde var olan veli mi deli mi olduğu belli olmayan derin bilgesi Avare Ahmet’le namı diğer Avaremet’le kesişir yolunuz. Bir gülüş insana gökkuşağından duvak yaptırır. Ama satır aralarında büyük insanlığın büyük sorunlarından birine parmak basar. Gökkuşağından duvağı kime ördüğünü unutur Avaremet. Çünkü insan birine değil de aşka sevdalıdır aslında. Bisüs, Arşipel, Avare Ahmet, deniz ve Türkmen kızları ancak bu kadar güzel bir araya gelebilir.
GÖKGÖZLÜ: Tam bir tutunamayan hikâyesi, Ethem hep uzaklara bakan bir denizci. Betimlemelerindeki güç büyüleyici. Ethem’in sakalları kırpılmış bakır tellere benziyor. Adı olmayan al şalvarlı, mor cepkenli bir Türkmen kızı sahneye dâhil oluyor. Kapkara kirpiklerin arasına bir Arşipel mavisi göz yerleştirmek de Balıkçı’ya yakışırdı zaten. Arşipel ile Ege, mitoloji ile Türkmen kültürünün harmanını hasat etmek de biz okurlara kalıyor.
Öyküde denizlerin ıssızlığı insanı insana yaklaştırıyor. Ethem “Biz bir yerde bulunmaktan sıkıldığımız için kayığı severiz. Bulunduğun yerde bulunmak istemezsin, başka yerde bulunmak istersin. Bir de bakarsın hiçbir yerde bulunmak istemezsin. Deniz kuşuyuz biz.” derken Türkmen kızı da ta uzaklardan deveyle geldikleri yolculuğu anımsar. Düş ile gerçeğin bir imbikten süzülürcesine yüreğinizde yer ettiği bir öykü.
Ethem denizci ama ara sıra da denizden çekinen biri. Müthiş bir psikolojik tespitle insanın korktuğuna doğru çekildiğini de ifade etmesi derinliğiyle okuyucuyu sarmalar. Aşkın büyüsü gibi evrensel bir şarkının peşine takar bu cümleler bizi.
ATEŞÇİ SÜLEYMAN: Karanlık gecenin ne olduğunu bilen bir adam. Ocak başında kömür karasına bulanmış ama hayalleri bembeyaz. Ocak başından ayrılıp da güverteye çıkınca “Gözünü sevdiğimin hür havası!” diyen artık Süleyman değil Balıkçı’dır. Ayrılık sahnelerinin anlatımının da oldukça etkili olduğunu görüyoruz bu öyküde. Kadının kocasını denize yollarken sarılışında çocukluğundan bu yana biriktirdiği sıcaklığı hatta anasının anasından gelen sıcaklığı hissettirmesi de öykünün güçlü yönlerinden biri olarak dikkat çekiyor.
ALABANDADA: Saç maşası satan adam. Evet, yanlış duymadınız, öykü böyle başlıyor. Ustanın kaleminde denizlerin büyüsü gemi güvertesinde saç maşasına uzanıveriyor. Öylesine nahif öylesine basit bir anlatımla… Öyküde küçük bir erkek çocuğun dilinden ustanın kadın entrikalarına olan bakışını görüyorsunuz. Tezkereden dönerken yavuklularına saç maşası alan erler, tüm saflığıyla geleneklerin ele geçirdiği söylemleriyle küçük çocuklar, bir köy öğretmeni, Denizci Davut ve birinci mevkideki kız o kısacık bakışma anını unutmayacaklardı. Bu küçücük an, sanki cennetteki meleklerin geçer ayak gönüllerine düşürmüş olduğu gülümsemelerdi. Öyküden çıkan ise hayat anlardan oluşur, bir andır aslında hayat.
GEÇ KALMA: Samimi ve içten bir üslupla insanın yaşlanma serüvenini anlatıyor bize bu öyküde yazar. İhtiyarlığın sinsice iliklerine işlediği Davut Kaptan, yolculuğu sert geçen sayısız deniz adamından biri. İhtiyarlıkla birlikte yalnızlaşmanın da iliklerinize işlediğini hissediyorsunuz. İlk kahve içtiği insanların torunlarıyla oturuyordu kahvede. Bunamıştı ve yolun sonuna gelmişti. Bilgelik burada da karşımızda. Ölüme giden bu yaşlı adamın giderayak söyledikleri ise büyük bir felsefenin izi : “Balıkların büyükleri de küçükleri de sepete girer. Sepette büyükler küçükleri yutar. Sonunda sepette kocaman balıklar kalır.” Davut Kaptan kaybettiklerini bulmak istercesine, “Gidelim Ayşeciği bulalım. Bana geç kalmamamı söylerdi. Geç kalmadım, gidiyorum.” derken insanın evrensel yolculuğunu duygu dünyamızı da harekete geçirerek bize fısıldayıveriyor derinden.
MERHABA KAPTAN: Kendisine çizilen sınırları aşmak duygusu… Öykü “Sevginin nereye kadar yayılabileceğini evrenin düzeni, aile, sınıf ve devlet sınırlarıyla sınırlandırmış ve gelenek kaşlarını çatarak sevgiye buraya kadar yayılacaksın, daha öteye geçmeyeceksin, diye emretmişti.” cümlesiyle başlar. Ama Merhaba Kaptan bu sınırları reddedendi. Kaptan öldüğünde geride kalan cümleler, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” sözünü doğrular nitelikteydi. Kaptanın cenazesine gelmeyen tek şey yastı. Ölüm, Merhaba Kaptan’ın hayatına sığmıştı fakat Kaptan’ın hayatı ölüme sığmamıştı.
HAYDUT KERİMOĞLU: Termopil’de Leonidas, “Yolcu git! Sparta’ya söyle, biz son neferimize bu kadar bu geçitte öldük.” diye haykırmış. Kerimoğlu ile Leonidas aynı karede, aynı bakışlarda. Haydut Kerimoğlu çok katmanlı Anadolu coğrafyasında Termopilli Leonidas ile buluşuyor. Yüzlerinin çizgileri bile aynı. Balıkçı’nın bu hikâyede vurguladığı cümleler insanların doğuştan kötü olmadığını, yaşananlarla geldiği noktayı gösteriyor. “Acaba haklılık derinleyince haksızlıktan ayırt edilemiyor muydu?” Kerimoğlu işinde gücündeyken çok sevdiği kızına tecavüz edilip uçurumlardan denize atılınca “Haydut” oluyor. Bodrum’da gece düğünlerde genç kızlar oynuyor sanki oynamıyor da kirmanda kuzu yünü eğiriyormuş gibi kıvrılıyorlar. Kız baştan aşağı türkünün çizgisi oluyor bugün bile. Kerimoğlu dağlara çıkıyor. “Tıp tıp eder zenginlerin yüreği.” sözleriyle kızlar ayaklarını iki kere yere vuruyor. Kerimoğlu’nun gönlü türkü olarak göklerin maviliklerinde uçup masmavi oluyordu. Egelilerin soludukları hava oluyordu. Kerimoğlu Ege oluyordu.
Halikarnas’ın ünlü Balıkçısı’nın izinde sürüp giden hikâyeler. Ege ve Akdeniz’in serin rüzgârları ruhunuzda, kolunuzda yazılmamış bir destan gibi duran Anadolu. Mitolojinin derinliklerinde bir gemideymişçesine salınıyorsunuz bu kitapta. Anadolu’nun Avukatı… Cevat, Şakir gibi bütün isimlerden arınıp Halikarnas Balıkçısı olmayı seçen yazara saygıyla selam verip “İyi ki varsın, iyi ki yollarımız kesişmiş!” diye seslenirken buluyorsunuz kendinizi.
Halikarnas Balıkçısı, Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi, 5. Baskı, Ankara, 2022.
(Yaşasın Deniz kitabındaki öyküler diğer öykülerle birleştirilerek Çiçeklerin Düğünü adıyla yeniden basılmıştır.)