Fatma ERYILMAZ
ALTINI ÇİZDİKLERİM
- “Yelken yükseklere kabarır, kayığın üzerinde uçan beyaz bir bulut olur. Sanki uçan buluta gem vurulmuştur.” (s.23)
- “Deniz de gök de masmavi bir firuzeydi. Dünya, evrende uçan bir mücevherdi.” (s.23)
- “Focayı (fok balığını) ağlatan onmaz, derler.” (s.25)
- “A canım, onmasak da donmayız ya!” (s.33)
- “Malı veren veresiye, kuşu salıver gelesiye.” (s.33)
- “Taş onu hiç aldatmıyordu. Her zaman katıydı. Dağ, hiç yerinden kalkıp üzerine oturmuyordu. Hep yerli yerindeydi o. Su hiç dalavere çevirmiyordu. Hep yokuş aşağı akıyordu. Ve kadın tüm bunlara yürekten inanıyordu.” (s.40)
- “Siz belki de kolombos balıklarını bilmezsiniz… Nereden bileceksiniz? Balık değilsiniz ki!” (s.44)
- “Bir amiral bile denizden ne anlar? Denizin ne olduğunu balık bilir. Denizin o yeşili içinde geçer günleri. Denizde doğar, denizde ölür. Her an denizi görebilsin diye gözkapakları bile yoktur.” (s.46)
- “En kabadayı denizcinin karısı mayısta dul kalır.” (s.50)
- “Değişen koşullar nedeniyle anlamları kalmamış ölü geleneklere diri diri mahkûm olan insan hayatının özgür ve parlak olmadığını düşünen Nejat’ın gönlünden bir acıma gölgesi geçiyordu.” (s.66)
- “Yeryüzündeki kalıcılığımız yine kendimizdendir.” (s.67)
- “Sokrates’in soyundandı… Ama Sokrates’e zehir içirenlerin…” (s.4)
- “Tarlada, defihacet ediyorlarmış gibi sıra sıra çömelen lahanalara bakacaktım.” (s.81)
- “Kentleri dolduran insanlar arasında, doğdu doğalı geceyi hiç görmemiş insanlar vardır. Onların gecesi gece değil, lambayla ya da elektrikle gündüzün taklididir. O, pek yapmacık bir gecedir. Geceyi tanımak için yaradılışın tenha yerlerinde durmalı.” (s.82)
- “Engin beni almış, koklamış, sınamış, yavan bulmuştu. Beni bağrına kabul etmeyerek eski limanıma tükürüyordu. Gönlüm, rüzgârı kesilen soluğan gibi artık kadının bakışlarında yuvalanıyordu.” (s.85)
- “Güzeldi de. Köyde kimi adamlar vardı, onu görünce budalaca suratları kulaktan kulağa varan bir sırıtışla yamyassı olur hem de üzerine basılarak ezilen bir domates gibi sulanırdı. O bakış, kızda kudurmuş bir köpeğin uluyuşu ya da bir ayının ıhlayışı etkisi yapardı. O zaman Fatoş’un yedi kat yerin dibine gömülmesi gelirdi. Utandığından değil; o heriflerin bakışlarıyla kendi arasına, aşılmaz bir engel koymak için.” (s.87)
- “A kız, sen çok zarplı bir ana olacaksın.” (s.97)
- “Oyunu ben kazandım. Çok koştum. Kendimi çimenlerin üzerine atıp soluyacağım. Damarlarımı ateş gibi sarıp dolaşan kanım… Parlak ve kırmızı. Yüreğim, göğsümü çatlatırcasına çarpıyor. Topuklarım çınlıyor. Oynarken herkes uçan kelebekler gibiydi. Ben eğilince ağaçları göklere fırlatıyorum. Neredeyse artık uzun eteklikler giyeceğim. Bir koltuğa otururken belimden akan eteklerim, çevreme bir çiçek gibi yayılacak.” (s.112)
- “Mahkemede oturan bir yargıç gibi aynanın önüne geçtim.” (s.115)
- “Yeme yahu! Dişlerinle mezarını kazıyorsun.” (s.118)
- “Oldu olacak, kırıldı nacak.” (s.119)
- “Kasırga, çoğu kez korkunç bir şiirdir. Ama üçüncü günü, birdenbire provezzaya döndü. Rüzgârlar imparatoru dile geldi. Öteki rüzgârlar baş kırdılar. Bu kez düzyazı değil şiirin dik âlâsı başladı. Deniz ilk dizide ölüler mağarasını patlatıp yardı. İkinci mısranın sonunda bütün kalıntıları bir soğuruşta on kulaç derinine çekerek ikinci kafiyeyi birincisine denkleştirdi. Üçüncü dizi hazırdı…” (s.129)
- “Newton’a dek milyonlarca insanın başına yalnız elma değil, daha neler düşmemiştir!” (s.165)
- “Gökkuşağından bir duvak öreceğim. Bir gelini onunla saracağım. Gelini daha aramadım ama duvağı örmeye başladım. /… Duvak… Yerden, okyanusun zindan gibi karanlığından başlayacak; renkten renge, ışıktan ışığa yüksele yüksele gelinin yüzüne bir yalvarış gibi dolanacak. Bunun için altı yüz bin pina teli gerekli. Her teli bir öncekinden daha açık renkli olmak üzere renk renk boyayacağım. Bu duvağı otuz yılda bitirmeyi umuyorum…” (s.185)
- “Uzun yaz günleri, güneşte kavrulup ısınan dağ yamacı toprakları gibi esmer ve sıcak bir Türkmen kızıydı. Yanık yüzünden, çıkıkça elmacık kemiklerinin üstünde, kapkara kirpiklerinin arasından bakan gözlerinin açık yeşilini, yaradılış, sanki bir sürpriz olsun diye oracığa koymuştu. Açık ufuklara, denizlere, ovalara bakmaya alışkın o uzun menzilli gözlerinin derininde her günkü dar hayatın olanaklarını aşan umutların ve niyetlerin pırıltısı ıssız çöllerde görülen saraylar gibi için için gelir giderdi. Ağzı, yüzünde dudak boyasıyla yapılmış bir kupa birlisi gibi minicik ve iki sıra dişle gülen, büyücek kuvvetli bir ağızdı. Güldüğü zaman, dişleri gözleri gibi vahşi bir safiyetle çakardı.” (s.188)
- “Şu yaşını başını bulmuş ihtiyarlara göre yürek hafifliğinin adı hoppalık. Daldan dala konan kuşun yaptığı hoppalık olur mu hiç?” (s.210)
- “Bak evlat, o, doğanın yaptığı en büyük şeydir. Her yerde ne kadar su varsa, hepsi de denize akar. Suyu tuzludur, ne var ki onun bir tadına varan, ondan gayrı bir şey istemez. Gün olur, nah, işte şu açık avcumu görüyor musun, onun gibi yamyassıdır. Bakışı, çocuk bakışı gibi masumdur. Ama hele rüzgâr bir sert esmeyegörsün, şu gördüğün dağlar vardır a, onlardan daha kocaman kabarır. Bu köy evlerini görüyorsun ya, onlardan daha büyük gemileri hap gibi yutar. Ne bileyim; derindir, açıktır ama güzeldir.” (s.216)
- “Kıyıya vardı, diz üstü düştü. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Denizi öpesi geldi.” (s.218)
- “Her köpek, aynada kendi yüzüne havlar.” (s.226)
- “Gerçek olmayan duyguya, duygu taslaması ya da santimantalizm ve romantizm denir.” (s.231)
(Halikarnas Balıkçısı, Gençlik Denizlerinde, Bilgi Yayınevi, 7. Basım, Ankara, 2015.)