Burçin LAÇİN ALTAY
Halikarnas Balıkçısı… Çiçeklerin Düğünü…
Kitabın ismini duyunca huzurlu bir yolculuk başlangıcı olacağını anlıyor sanki okuyucu. Her canlı hatta her nesne, insan onun öykülerinde… Öyle ki yalnız denize değil doğaya sevdalı yazarımızın kaleminden dökülen sözcüklerin çiçekleri anlattığı düşünülürse… Sevmek yerleşmişse bir kere kalbe; her şeyi sınırsızca sevebildiğini, duyguların bir sesi olduğunu, nahif kelimelerin büyüsüyle kalemine ışık olduğunu öykülerin derinliğinde bulabiliriz. Nasıl ki insan hissettiği müddetçe yaşar, yaşadığını anlarsa Halikarnas Balıkçısı da kalbinde büyüttüğü sevdayı, öykülerine güneşin parlak ışıkları gibi yansıtıyor. Okuyucu, kitaba ismini veren çiçeklerin düğününün huzurunu yakalayınca sonrasında hayatın gerçeklerini anlatan farklı bir öyküyle sarsıldığında o huzurun ne kadar kıymetli olduğunu anlıyor. Her şeyin çok yönlü olduğunu; tek düze, çatallaşmayan ya da düz bir yolda yürümediğimizi anlatmak istercesine… Bambaşka bir masalın ezgisinin duyulduğu başka bir öyküyle de okuyucuyu farklı dünyalara, tarih öncesi düşlerle antik bir gezintiye çıkarıyor.
Çiçeklerin Düğünü serüveninde Halikarnas Balıkçısı’nın sesini bu güzel öykülerinde duymaya çalışalım;
Çiçeklerin Düğünü: Çiçekler… Kadınlar… Bir mandalina ya da portakal ağacının çiçeklerinden bahsederek başlayan öyküde “İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!..” ifadesiyle düğünden asıl kastettiğini açıkça ilan etmiş oluyor. Ancak bütün olayları insanların yaşayış biçimiyle bağdaştırmamak da imkânsızdır. Çiçekleri kadın olarak kişiselleştirdiği, çiçeklerin güzelliğinden, narinliğinden hatta korkularından söz ederken bütün görselliği göz önüne seren benzetmelerinde kadınların burada çiçek olduğu hemen zihinlerden taşıyor. Geline benzettiği çiçek “Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır.” sözü her kadının içinde yanan ateşi simgeliyor. Bu nedenle okuyucunun cinsiyet gözetmeksizin kadınları anlamayı amaçlayarak, hayatta dik durmaya çalışan kadın gözünden göstermek istiyor. Yalnız âşık olunca, yazarın deyimiyle; “Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy posunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük bir merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba.” kadınların bütün duygularını canlandırdığı, koşulsuz bir teslimiyetin anahtarını teslim etmesi gibi anlatıyor. Bu cümleler belki yalnız başına yavan bir tat verir ancak bu öykünün derinliğiyle buluştuğunda anlatmak istedikleri yaşamın içinden hislerin görünürlüğünü sağlamak için yapıldığı gözleniyor.
“İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.” cümlesini yalnız başına bulunduğunda kimsenin aklına bunların doğada yaşanan bir olay, döllenecek bir çiçek ve arı olduğunun gelmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak öykünün içine ustalıkla yerleşmiş bu cümle, akışta benzetmenin muhteşemliğini ortaya koyuyor.
Betimlemeleri ile resmettiği öyküyü bir tuvale çizer gibi okuyucuya anlatarak gözünde canlandırmasını bu sayede gerçekliğinden şüphe etmesini engellese de âşıkların kavuşmasında aslında kavuşmanın öyle kolay olmadığı, çiçek ve güvelerin birleşmesiyle ne kadar zor ve kıymetli olduğunu açık bir dille anlatıyor.
Haylaz: Bu öyküde de Davut karakteri öğrenciyken başkalarına göre haylaz olan huylarını anlatırken, eğitim sisteminin, yapılan haksızlıkların farkında olan ve bunun duyurmak isteyen bir öğretmen olarak karşımıza çıkıyor. Bu duyurusunu öğretmenler odasında kendi öğrencilik zamanını ince ayrıntıları ve yaşanan haksızlıklara değinerek anlatırken okullardan ve eğitim sisteminden yakınıyor. “Okulun bir kütüphanesi vardı. Mavi gök ne kadar hayat dolu idiyse, kütüphanenin raflarındaki kitaplarda da o kadar hayat doluydu. Çölde kalan yolcu suyun kıymetini anladığı gibi, ben de kitapların içindeki hayatın kıymetini okulda anladım. Ne var ki, dersleri ihmal ediyor diye kütüphaneden kitap almamı yasak ettiler.” diye açıkça anlattığı sahnede okulu hapishaneye benzetmesi, hatta ondan daha kötü bulması da kaçınılmaz oluyor. Ancak diğer öğretmenler onu anlamak yerine aşağılandıklarını, mesleklerine hakaret ettiğini düşünüyorlar. Bu öykü de bencilik duygularıyla sarılmış insanoğlunun yerleşmiş düzende ne kadar farkında olursa olsun değişimin mümkünatının olmadığını gösteriyor.
Bergama Civarındaki, Yarısı Çınar Yarısı Ihlamur Olan Ağacın Öyküsü: “Her ulusun Tanrıları o ulusun sosyal durumunu temsil eder.” cümlesiyle başlayan öyküde inancın, hayat üzerinde etkisine eleştiriyle çoktanrılı mitolojik bir zamana yolculuk yapılacağına işaret ediyor.
“Frigya’da, şimdiki Bergama’ya yakın dağların birisinde bütün köylüler tarafından bir mucize olarak gösterilen bir ulu ağaç varmış. Ağacın bir kısmı çınar ve bir kısmı ıhlamur olmasına rağmen bir tek gövdeden çıkıyorlarmış. Bu ağacın neden böyle olduğunu halk birbirine anlatırmış.” paragrafıyla merak unsurlarını da yerleştirerek masalı anlatmaya başlıyor. Zeus ve Hermes, Tanrılıklarını ispatlamak istercesine çıktıkları yolculuğu, bu Tanrıların barındırdığı insani özelliklere de değinerek, fakir bir çifti huzura yaşattıktan sonra ağaca dönüştürerek ölümsüzlük verdiğini anlatıyor. Burada da adil olmayan hayat koşullarına değinirken Tanrıların aslında bir şey değiştirmediğini gözler önüne seriyor. Mit yapısında anlatı her ne kadar Tanrıların gücünü anlatarak yüceltse de insanın kendisinin mucize olduğunu göstermeye çalışıyor.
Halikarnas Balıkçısı, Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 1996