Fatma ERYILMAZ
“Merhaba” Halikarnas Balıkçısı!
Size en sevdiğiniz sözcükle seslenmek istedim: Merhaba! (Bu sözcüğün eski yazıyla yazımını tekneye benzettiğiniz için seviyormuşsunuz.) Sohbetimiz uzun süreceğe benziyor. Hem yaşadıklarınızı hem edebiyat denizine kattığınız dalgaları hem de “Parmak Damgası” ve “Gençlik Denizlerinde” kitaplarınızı anlatmak zaman alacak. İki kitabınızda toplam 61 hikâye var. Yazma konusunda oldukça verimli, kitaplarınızdaki hikâye sayılarına bakınca fazlasıyla cömert olduğunuzu söyleyebilirim. “Gençlik Denizlerinde” kitabında 40, “Parmak Damgası”nda 21 hikâye var. Gazete ve dergilerde basılan hikâyelerinizi kesip üç çuvala doldurmuşsunuz. Çuvallardan ikisi İzmir’deki apartmanınızın bodrum katında rutubetten çürümüş. Kalan bir çuvaldaki kâğıtlardan manevi oğlunuz Şadan Gökovalı’nın üç yıllık çalışmasıyla yazıya aktarılanlar, kitap olarak basılmış. Gençlik Denizlerinde’nin derleme ve basımı ömrünüzün son aylarına denk gelmiş. Şadan Gökovalı sizin 20 yıl boyunca ilk kez aynı adı taşıyan öyküyü okurken ağladığınızı söylüyor. “Parmak Damgası” ise siz ebediyete göçtükten 13 yıl sonra 1986’da yayımlanmış. Bu iki eseriniz için “çuvaldan okura” uzanan süreçte güvenmekte haklı olduğunuz ve 2021’de aramızdan ayrılan Şadan Gökovalı’ya teşekkür ederiz. Bu kitaplardaki hikâyeleri farklı dergilere farklı adlarla gönderdiğiniz olmuş. Bu yüzden her iki kitapta da ana konusu ve kişilerinin özellikleri aynı fakat adları farklı hikâyeler var. Bazen de ayrı ayrı birkaç hikâyeyi birleştiren yeni bir hikâye… Bütün bu bilgiler üzerime yağmur gibi dökülürken bir okur olarak yapmaya çalıştığım şey tam olarak küçük bir kayıkla denizaşırı ülkelere seyahat etmeye benziyor.
Gelin sizinle bir “mavi yolculuk”a çıkalım. Bu yolculukta size farklı yönlerinizi yansıtan hitaplarla sesleneceğim. Bu hitaplarda adınızdan eksilttiğiniz baba adınız “Şakir” olmayacak size saygımdan. Yolculuğumuz başlıyor; yanımızda tarih, mitoloji, felsefe, edebiyat, resim, sözcükler, deniz ve gökyüzünden başka kimsecikler yok!
VİRA BİSMİLLAH DENİZOĞLU MUSA BEY!
1890’da doğumunuzdan bir gün önce anneniz Sare İsmet Hanım rüyasında Musa peygamberi gördüğü için ilk isminiz Musa olmuş. Musa peygamberi Firavun’dan korumak için bir sandıkla nehre bırakmış annesi. Sularla haşır neşir olacağınız malum olmuş annenize belli ki. Annenizin rüyası zihnimde Haydar Ergülen’in “Anne” şiirini çağrıştırdı:
“Sahi senden mi doğdum anne,
Yollar, nehirler, kuşluk vakitleri dururken
Bir insandan mı doğar bir çocuk?”
Bu şiiri siz yazmış olsaydınız: “Sahi senden mi doğdum anne/ Denizler, dalgalar, fırtınalar dururken…” derdiniz. Nitekim “Çöpçatan Mehmet” adlı hikâyenizde Mehmet, annesinin bir yunus olduğuna inanır. Sizin de aklınızdan geçmiş denize dair bir anne izlenimi.
Babanız, Osmanlı’nın son paşalarından Mehmet Şakir Paşa’nın elçilik görevi sürecinde Girit’te, sonra Büyükada’da, Robert Kolej’deki eğitiminiz için İstanbul’da, sürgün edildiğiniz Bodrum’da ve çocuklarınızın eğitimi için İzmir’de yaşadınız. Deniz hep yanı başınızdaydı. Dalgalar ayaklarınıza değip çekilirken varlık-yokluk muhasebesine giriştiniz. Büyükada’da olduğunuz zamanlar “Üç dört yaşında küçük kardeşimle kayıkta oynarken kayıkçı, deniz aynasını denize tuttu. Deniz altı âlemini görünce tokat yemiş gibi sarsıldım.” diyorsunuz. İşte o ayna… Size bu dünyadaki yolculuğunuzun rotasını gösterdi. O günden sonra baktığınız yeri sınırlandıran her şey sizi bunalttı. “Başkalarının çizdiği çizgiden gitmek özgürlüğüme dokunuyor.” diye çizgili kâğıt kullanmayan biri olarak öyle bir yerde yaşamalıydınız ki denizin mavisini bitiren şey sadece göğün mavisi olabilirdi. Ne dağ ne ova ne de yayla… “Gençlik Denizlerinde” hikâyenizdeki Barka Reis gibi kızıyorsunuz dağlara. İyi bir denizci olan Barka Reis, kimi kimsesi kalmayınca Çorum’da akrabalarından kalan tarlaya ve eve yerleşir. Dağlara baktıkça “Beş yıldır aynı yerdeler!” diye öfkelenir manzaranın sabitliğine. Çünkü Barka Reis, deniz insanıdır. Anlamaz taştan topraktan, dağdan bahçeden. Evin içini deniz ve gemi resimleriyle donatmıştır. Denizi çok özler. Komşularına, kahvedekilere hep denizdeki anılarını anlatır ballandıra dalgalandıra ve “Siz bilmezsiniz, nereden bileceksiniz!” diye de onlara bozkır insanı oldukları gerçeğini hatırlatır. Deniz insanları güçlüdür, çalışkandır, merhametlidir; durgun değildir hayatları. Her bakışı farklı bir dalgaya denk gelir, doğumu ölümü fırtınadadır.
“Yol Ver Deniz, Gemici Geliyor” hikâyenizde doğum sancısı çeken Fatma, tirhandil ile Rodos’a götürülürken fırtınada doğurur oğlunu.
“Son Fırtına” hikâyenizde gemisini fırtınada kaybeden, elinde kalanla küçük bir bakkal dükkânı açan Dede Kaptan, kara insanı olmayı beceremez. İyi niyetinden dolayı herkese veresiye verir ve dükkânı batırır. Yine denize döner tayfa olarak. Yetmişlik kaptanın tayfa olduğu gemi fırtınaya yakalanınca geminin kaptanı onu dümene geçirir ve gemidekiler savrulmasın diye oraya bağlarlar. Gemiyi fırtınadan kurtarır ama kendi “çarmıha gerilmiş İsa” gibi ölür.
“Açıklıklar Yolcusu” hikâyenizde Hasan Usta küçük bir kentte lağım temizleyicisidir. Otuz yıl uğraşıp tamamladığı tirhandili ile denize açıldığı an ölür. Doktor, ölüm raporuna “Sevinçten yürek durmasından öldü.” yazar.(Hikâyelerinizde ölüm raporu bile insanın içini açıyor Denizoğlu!) Hasan Usta’yı deniz kıyısına tabutla değil kayığıyla gömerler. Farklı hikâyelerinizde -ki bu örnekler çoğaltılabilir- ortak olan nokta deniz insanlarının mavi sulara hatta fırtınada yükselip kararan sulara tutkuyla bağlı oluşudur.
Hikâyelerinizde denizle meşgul olan insanları kara insanlarından üstün göstermişsiniz. Karada yaşayan, denizle hemhâl olmayan insanlar çıkarcı, merhametsiz, hoşgörüsüz ve hilecidir.
“Dalgıcın Parçaları”ndaki armatör… Dalgıç Ahmet sünger için dalar, hava borusundaki delikten dolayı boğulur, Ahmet’in ölüsünü yukarı çekerler. Başındaki miğferi çıkarabilmek için ölünün başını keserler. Parçalarını da denize atarlar. O kanlı başlığı da Ahmet’in kardeşi giyer ve sünger avı aksamasın diye ağlayarak dalar. Tam bir ağalık düzeni!
“Karabulutoğulları”nda Kerpeten Halil… Cami avlusunda dilenerek kazandığı paralarla satın aldığı kayıkları fahiş fiyata kiralar. Tefeciliğe benzer bir düzen kurar. Kayıklarının adı bu yüzden “Şeytanın Kayıkları”dır. Camiden şeytana varmak da herkesin harcı olmasa gerek!
“Pazen Don”daki Bay Haşmet… Fukaralıktan başka hiçbir şeyden utanmaz. Bu kalantor ve göbekli adam, çevresindeki fiyatı yüksek lüks kokotlarla gezmeyi de itibar meselesi sayar. Bu arada gözü, emrinde çalışan Daktilo Gülşen’dedir. Bay Haşmet punduna getirip kızı avlamayı düşünedursun Gülşen de av planlarını çoktan yapmıştır ipek çamaşırlarla. İkisi de Gülşen’in annesine dua etsin! İpek çamaşırları ütülerken yakıp yerine pazen donu koymasaydı Gülşen’in çirkin planı daha çirkin bir evlilikle bitecekti.
“Parmak Damgası”ndaki köylüler… Köye yeni atanan Seniha Öğretmen’e kızarlar. Seniha; çocuklarla bir olup dans eder, şarkılar söyler, onların söküklerini diker. Bunlarda kızacak bir şey yoktur da… Şu, köyün namlı Yedibenli Huriye’sinin kızını okula almak da neyin nesi canım! Öğretmen onlardan iyi mi bilecek(!)
“Boğulmuş Enginliler”deki Bakkal Hasan… Denizci olmayı başaramayınca bakkal dükkânı açar. Karısıyla da denizde tanışmıştır. Onu öpmek için dümeni bıraktığı için açık denizlerdeki hayalleri sona erer. Uzatmayalım, bu Bakkal Hasan ile “Afrodit’im” dediği karısı Fatma, oğullarının sünnetinde misafirlere bakkaldaki bayat lokumları ikram ederler.
“Kara Gölge”deki Hacı Resul… Allah da belasını verdi ya! Bu yaşlı herifin merakı av. Ya havyan avlayacak ya kadın. Öldürmeye ve kirletmeye meraklı. Ortakçısı Mahmut’un fidan gibi kızı Fadime’ye göz koyar. Kızı ikna edebilmek için her yerde karşısına çıkar. “Fadime namuslu kızdır, bırak peşini.” diyenlere “Tüfeğin vurmazı, kadının vermezi olmaz.” diyen yaman avcımız Resul Efendi’nin emiğini Fadime elindeki taşla akıtıverdi. “Şalvarını yelpirdete yelpirdete, olgun bir yemiş gibi serpilen” Fadime’yi yarasa gibi takip eden bu herifin ölümüne sevindim bir okur olarak. Şayet siz öldürmeseydiniz benim zihnimdeki öyküde yine ölmüş olacaktı.
İşte kara insanlarını böyle anlatmışsınız. Çok basit bir çıkarımla kara, siyahtır; deniz mavi. İki cihetin insanlarını anlatırken kıyıda kararan sözcükleriniz, açıklarda Arşipel mavisine dönüveriyor. Farkındasınız değil mi?
MERHABA RESSAM MUSA CEVAT BEY,
Anneniz Sare İsmet Hanım da babanız Mehmet Şakir Paşa da resim alanında yetenekliymiş. Babanızın Afyon’daki atalarında hat sanatıyla uğraşanlar da varmış. Genlerinize çizgiler, boyalar, görüntüler nakşolmuş. Ne şanslısınız! Sadece siz değil ailede kardeşler, çocuklar, torunlar resim ve seramik sanatlarında dünyaca ün yapmışlar. Daha okula gitmeden elinize bir kalem alıp evin duvarlarını yazıp çizmeye koyulmuşsunuz genlerinizin ve aile kültürünün etkisiyle. Denizci olmak istediğiniz hâlde tarih okumanız için -zoraki- gönderildiğiniz Oxford’daki eğitiminizi yarıda bırakıp İtalya’ya gelmişsiniz resim eğitimi almak için. Yurda döndüğünüzde geçiminizi sağlamak için gazete ve dergilere çeviriler ve yazılarınızın yanında, yazı konularınıza uygun çizimler, karikatürler, yeni tarz tezhip ve minyatürler de göndermişsiniz. Renkli dergi kapağı anlayışının öncüsü olmuşsunuz. Gelelim bu yeteneğinizin hikâyelerinizdeki yansımasına: Çevreyi bir ressam duyarlılığı ve dikkati ile izlediğinizi en acemi okur bile hemen fark eder. Betimlemelerinizdeki inceliklere bakılırsa, kelimeleri kalemle değil de fırçayla yazmışsınız gibi. Anlattığınız her varlığı gözde canlanır hâle getiriyorsunuz da özellikle denizi, kadınları ve çiçekleri anlatışınız çok daha incelikli ve leziz:
“Armudun Suyu” hikâyenizde dağ köyünde yaşayan delikanlı Davut’u enginler öyle bir çağırır ki durabilene aşk olsun! “Esen rüzgâr kulağına eğiliyor, ‘Senin ömrün, bir insanın ömründe ancak bir kez açılan bir fırsattır. Onu yabana atma. Ne duruyorsun?’ diyordu. Rüzgârda sallanan dallar ona, ‘Haydi gidelim!’ diye işaret ediyorlardı. Ağaran yolsa ‘Gecikme, seni bekliyorum!’ diye gülümsüyordu. Masmavi, Ege göklerinin pamuk gibi yumuşak ve apak bulutları, duvakları salınan gelinler gibi leylak gölgelerini ovanın üzerinde sürükleyerek denize doğru uçuyorlardı.”
“Balık Fatoş” hikâyenizde çok iyi yüzdüğü için bu adı alan Fatoş’un kayalıklardan denize bakarken boğulmak üzere olanları kurtarmak için denize atlayışını tasviriniz: “Akdeniz kızının açıkta açılan gövdesi, ateş gibi samimi, buluttan çakan şimşek kadar parlak, kınından fırlayan yalınkılıç kadar sadeydi. Gövdesinde öyle bir doğruluk vardı ki sanki evrenin kaplanları yırtıcılıklarını; çıyanlar, yılanlar, akrepler zehirlerini unutmuş gibi oldu. Çakan gövdesinin saldırışında kötü, karanlık, çirkin ne varsa hep birbirlerinin üstüne abanarak cümbür cemaat ortadan kaçtılar gibi geldi herkese.”
“Çiçeğin Edepsizliği” hikâyenizde bir düğüne davet edilmiş ama oradaki gürültüden muzdarip Nejat Bey bütün dikkatini gelinin başındaki ve salondaki çiçeklere verir. Çiçeklere yüklediği anlam en az kokuları kadar akılda kalıcıdır: “Yerde bir menekşe toprağın üzerine yeşil seccadesini sermişti. Ortalarına yan gelip, mavi gözünü açmış, bakıyordu. Menekşe de gelin gibi uzun boynunu ve başını, ballı dudaklarını erişilmeyecek yükseklikte tutuyordu. Gelin, o dimdik duruşuyla o yapyalın ve ipince gövdesiyle, temiz bir kızlığın ufak tefek duygulara tenezzül etmez gururunu ve kapalılığını belirtiyordu. Yolunda can vermeye razı olan adaylarının durumu yamandı. İşte bu nedenle, sanırım adayların iç çekişi menekşe gibi hazin kokuyordu. Dört kanatlı kelebeği andıran düğün evi, o koyu mor ve eflatun ile hâreleniyordu.”
PUPA YELKEN YATAĞAN’IN KAPTANI CEVAT REİS!
Bu konu biraz uzun Kaptan. Açıkta eğlenelim biraz. Fırtınalar açıklarda kopar değil mi? Sizi Bodrum’a sürükleyen fırtınadan bahsedelim: İtalya dönüşünde babanızla Afyon’daki çiftlik evine gelmişsiniz. Buradaki bir tartışma sırasında aynı anda çektiğiniz silahlardan babanızınki değil sizinki önce patlamış. Sonra 14 yıllık bir ceza: Bodrum’da kürek mahkûmluğu. Onlar ceza diye vermiş ama zaman geçtikçe hayatınızın en güzel hediyesi olmuş. Cezanızın yarısında verem olup İstanbul’a dönseniz de -pek çok fikir adamı gibi yazdıklarınızdan ötürü- tekrar üç yıl Bodrum’a sürülmüşsünüz kalebentlik cezası ile. Ama buradaki kaymakam, cezanızı hafifletmiş. Bir ev tutmuşsunuz denize bakan. Bir tekne almışsınız: Yatağan. 25 yıl kaldığınız Bodrum’da pek çok yazı, hikâye, roman kaleme almışsınız. On dil bilen bir bahçıvan olarak belediyede çalışmışsınız. Pantolonunuza diktirdiğiniz kocaman cepler hep farklı yerlerden -hatta Londra ve Paris’ten- getirttiğiniz ağaç ve çiçek tohumlarıyla doluymuş. Bodrum sokaklarını palmiye, okaliptüs, greyfurt, leylak ve mimozalarla doldurmuşsunuz. 1938’de Gökova muhtarı Mehmet Gökovalı ve dönemin valisi ile birlikte bataklık alanları okaliptüs dikerek kurutup halkı sıtmadan kurtarmak için çok çaba göstermişsiniz. İşte manevi oğlunuz Şadan Gökovalı, o muhtarın oğlu!
Mimoza konusu önemli Kaptan! Çok severim bu ağacı ve çiçeğini. Fransızcadan Prosper Merime’nin Karmen’ini Türkçeye çevirirken İspanyol kızın tütün fabrikasına saçlarına mimoza demetleri takarak girdiğini okuyunca “Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar!” diyerek Paris’ten mimoza tohumları getirtip her yere ekmişsiniz. Mimozalar büyüyüp de düğünlerde kızların saçlarında gördüğünüzde mutluluktan havalara uçmuşsunuz. Çok sevdiğim bu çiçekle ilgili yaptıklarınızı öğrenince o kadar etkilendim ki o gece rüyamda her topçuğunda ışık huzmeleri olan mimozalardan oluşan kocaman bir bahçede mis kokulu bir gezinti yaptım sayenizde.
Bodrum… Babanızı yok edip kendinizi yeniden var etmeye çalıştığınız yer. Denizin sonsuzluğunda, sokaklardaki çiçek kokularında, denizi anası babası bilmiş insanların yorgun olduğu kadar umutlu gözlerinde avunduğunuz Bodrum… Tam size yakışır bir açık ceza cennetiydi burası. Çünkü bir dönem İstanbul’da huzura erişmek için bir dergâha gittiğinizi biliyoruz. İbadet ederken bile denizi gözünüzden ırmamışsınız. Güneşin doğuşunu en güzel gören, batışına en sakin eşlik eden camilerde denize karşı namaz kılmışsınız. Büyük yangınları ancak denizler söndürür değil mi Kaptan? Cebinizdeki her tohum da bir candı, bir doğumdu. “Sümüklüböcek” hikâyenizde dediğiniz gibi “Her doğum, ölümün yenilgisiydi.” Belki de istemeden sebep olduğunuz bir ölümü yenmek içindi bütün çabanız. İnsanın aklı almıyor, en küçük canlıya sonsuz bir hassasiyet gösteren bir ruhun bir yok edişe hapsolması… O kurşun sizin değil Oidipus’un silahından çıkmış olmalı! Neyse… İnsan işte. Babanızla daha fazla aranıza girmeyelim. Sürçülisan ettiysek affola.
Halikarnas Balıkçısı. Doğum yeri, Bodrum. Musa yok, Cevat yok, Şakir hiç yok! Bütün isimlerinden azat olmuş yepyeni bir coğrafyada yeniden var olmuş büyük yazar, yeniden merhaba, ne iyi ettiniz denize bakmakla. Siz denize bakmasaydınız biz nasıl görecektik onun gizli sırlarını? Siz denize bakmasaydınız hikâye kılığındaki şiirleri kim yazacaktı? Nazım Hikmet sizin için “Hepimizden büyük şair.” demiş. Büyük bir şairden ayrıca sizin gibi toplumcu-gerçekçi bir edipten bu sözleri duymak hoşunuza gitmiştir.
“Gençlik Denizlerinde” ve “Parmak Damgası” kitaplarınızdaki hikâyelerde ele aldığınız konular o dönemin gerçekleriydi. Sizi diğer toplumcu gerçekçilerden ayıran yönünüz, deniz insanlarını anlatmanızdı. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Necati Cumalı gibi yazarlar ayakları suya değmeyen insanların derdini kederini anlattılar. Şehirde patronun işçiden esirgediklerini, köyde ağanın köylüye çektirdiklerini… Sünger toplayan dalgıçların ekmek parası için katlandıklarının duygu değeri olarak işçi ve köylünün ezilmişliğinden farkı yoktu elbet. Fark, sizin bu gerçekleri anlatırken Ege ve Akdeniz’in mitoloji dağarcığını da işin içine katmanızdı.
Ege, Akdeniz, bazen İstanbul, nadiren de iç bölgelerde geçen hikâyeleriniz 1926-1973 yılları arasında buraların insanını, gerçeğini, efsanelerini konu almış. Benim için çok kolay olmasa da okuduğum 61 hikâyenizi konularına göre gruplandırmaya çalıştım:
- Ekmeğini denizden kazananları ve denize sevdalı olanları anlattığınız hikâyeler:
Dalgıcın Parçaları, Karabulutoğulları, Ege’nin Dibi, Dört Kaptan, Hoşbulduk Selim Dede, Adadan Adaya, Yaşasın Atlar, Lebip Bey’in Balıkçılığı, Aygır Zehra’nın Kurabiyeleri, Açıklıklar Yolcusu, Gençlik Denizlerinde, Son Fırtına, Çöpçatan Mehmet, Cankurtaran Anırtı, Yol Ver Deniz Gemici Geliyor, Yolcu, Barba Vangel, Armudun Suyu
- Cehalet, önyargı, hile-hoşgörü, bilgelik, masumiyet çatışmalarını ele aldığınız hikâyeler:
Pazen Don, Domino Ayşe, Fosforlu Handan, Dönmeyen, Haydut, Parmak Damgası, Aptal Memiş Efe, Barbut, Hortlayan Bakış, Kara Gece, Eski Külot, Koca Kız, Leş Kargası, Boğulmuş Enginliler, Balık Fatoş, Kara Gölge, Yağmur Duası, Davut Hoca’nın Vaazı, Köy Ağası, Çingene Falcı, Kanarya, Kirman Belli, Yakışık Alır mı Deli Kız, Çekirdeksiz Yürek, Lili’nin Defterinden, Tükenmeyen Bakış, Namus Borcu, Sümüklüböcek, Şehir Kızı, Çiçeğin Edepsizliği
- Hikâyeden çok gezi-anı-deneme tadında mitoloji bilginizin sirayet ettiği hikâyeler:
Etrim Yolunda, Bonfile, Ölüler İni, Adamotu, Amfitrit’i Nasıl Tuttum, Bir Damla, Denizkızı Adası, Vay Gidi Edepsiz Herif, Meçhul Askerin Dirilişi
Yolculuğumuz devam ediyor Kaptan. Sıra Anadolu’da.
MERHABA “ANADOLU’NUN AVUKATI!”
Mavi, masmavi Anadolu… Anadolu’nun sırf Orta Asya karasından süregelmediğini, Helen uygarlığının orada mavileştiğini ta Oxford kütüphanesinde buldunuz. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos ve Diyojen gibi büyük düşünürlerin Anadolu’da yetiştiğini ve Yunan uygarlığının Anadolu’dan başladığını coşkuyla ileri sürüp savundunuz. Size göre bir toplum çağdaş olmak istiyorsa, klasik akıl devrimini tamamlamak zorundaydı. Klasik kültürün temeli de Anadolu’da atılmıştı. Bilim, felsefe, kültür, şiir, aritmetik, trigonometri, astronomi gibi aklı akıl yapan ne varsa bu bilgi enerjilerinin hepsi Anadolu’nun yediveren toprağının içinden fışkırmıştı. Bu yüzden ayağımızı toprağa sağlam basacaktık. Orta Asya’dan gelmiş olmanın gerçeğiyle Anadolu’ya kaynaşmış olmanın şansını bir hümanizmle birleştirecektik. Bu görüşlerinizi destekleyen dostlarınız vardı sizinle mavi yolculuklara çıkan: Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Vedat Günyol, Bedri Rahmi…
Anadolu uygarlığının Helen uygarlığının öncüsü olduğunu öne süren bu görüşleriniz tartışmalara yol açtı hâliyle. Fazla ateşli ve romantik görüşler olarak değerlendirilmiş de olabilir. Ortaya koyduğunuz dayanaklara bakılırsa akla uygun bir teori olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta teziniz, kütüphanelerdeki kaynakları su gibi içmiş aklıselim bir kültür adamının görüşleri.
En sevdiğiniz mitoloji kahramanı Prometheus. Onun Tanrı’dan ateşi çalıp insanlara vermesini bir başkaldırı ve şiir olarak görmüşsünüz. Diyojen’e bayılıyorsunuz. Onun gündüz vakti eline fenerini alıp insan aramasına, koskoca İskender’e gölge etme başka ihsan istemez demesine hayran kalmışsınız. Hani sizin zamanınızda yaşıyor olsalardı mavi yolculuklarınızın daimi yoldaşı olurlardı.
Mitolojik kahramanlara ve filozoflara bir selam çaktığınız hikâyeleriniz var elbet:
“Ölüler İni”nde: “Ertesi gün Ölüler İni’nde ne olduğunu görmeye gelenler, şafakla birlikte mağaranın tepesine üşüştüler. Birdenbire ateşten bir kalem, deniz ufkuna bir çizgi çizdi… Güneş, Ege’nin kenarından kalkıp denize bakınca Ölüler İni’nin bir gün önce bulunduğu yerde ‘Heraklit’in bir statüsünü aydınlattı. Altında ‘Gerçek hep akar…’ yazılıydı.”
“Yakışık Alır mı Deli Kız?”da: (Bu bölüme gerçekten bayıldım!)
“On sekiz yaşında boylu poslu bir Türkmen kızıydı. Doğup büyüdüğü yer, Arşipel’in Güney Anadolu’suydu. İşte bu nedenle Olimpos tanrılarına modellik etmiş insanlardandı.
Eline bir mızrak alıp alnı da bakışı da yüksek duruvereydi Athena olurdu. Mızrağı alıp bir elinde yay, öteki elinde ok yarı çıplak ormanda koşsaydı Artemis olurdu. Oku da yayı da atıp tümden soyunduktan sonra denizde azman bir istiridye kabuğunun üstünde dinelseydi Afrodit olurdu. Zaten Afrodit kadar sevgisi, Artemis kadar çevikliği ve Athena kadar öfkesi vardı. Tüm Olimpos tanrılarını kendi gövde ve gönlünde toplamıştı.”
Üstadım! “Dinelmek” sözcüğüne benzer kullanımlarınızdan ve bakışınızdaki “çokgörü”den dolayı ana dilimde sizi okuduğum, benim topraklarımın sesi olduğunuz için göğsüm kabardı. Bu arada bu bölümümüzün hitabı manevi oğlunuz Şadan Gökovalı’ya aittir. 2010 yılında çekilen ve sizi anlatan belgeselin adıdır aynı zamanda: “Anadolu’nun Avukatı.”
Yolculuğumuzun sonuna yaklaşıyoruz EY PÎR-İ REHBERÂN!
Anadolu’daki ilk profesyonel turist rehberi sizmişsiniz.
Daha ilkokulda özel ders almaya başlamışsınız İngilizceden. İlkokulu Büyükada’da babanızın yaptırdığı ilk Türk okulu olan Büyük Mahalle Mektebinde, ortaokul ve liseyi Robert Kolej’de okumuşsunuz. Hazırlık sınıfından muaf olacak düzeyde İngilizce bilerek başladığınız okulda geceleri yorganın altında çeviriler yapmaya koyulmuşsunuz. Kütüphanede o kadar çok vakit geçirmişsiniz ki en sonunda oraya girmenizi ve kitap almanızı yasaklamışlar. Siz de arkadaşlarınıza aldırır olmuşsunuz okuyacağınız kitapları. Geç yattığınız için ideal bir yatılı öğrenci olmasanız da ömrünüz boyunca çoğu cep kitabı olan 100 kadar çevirinizin olması harikulade! Mevlana’nın Mesnevi’sini ve Ömer Hayyam’ın rubailerini Farsçadan İngilizceye çevirdiğinizi öğrendiğimde “Vay be!” demekten alamadım kendimi. Ve şöyle düşündüm: Pantolonunuzdaki devasa ceplerde sadece yurt dışından gelen tohumlar değil, ustaca konuşup yazdığınız birçok yabancı dilin sözcükleri de vardı. Tohumları toprağa, sözcükleri satırlara ve geleceğe ektiniz.
1947’de çocuklarınız eğitimi için İzmir’e yerleştiniz. Burada seyahat acenteleri kurarak ilk profesyonel rehber siz oldunuz. İzmir’de, Bodrum’da hatta İstanbul’da namınız yürüdü. Bürokratlar misafir devlet adamlarını, ünlü tacirler misafir meslektaşlarını bilhassa sizin refakatinizde gezdirmek istediler. Bu geziler sırasında Belçika Devlet Başkanı size “Çağdaş Homeros” diye hitap eder.
Konuştuğu dillere; yaşadığı coğrafyanın insanı, kültürü, tarihi, efsaneleri, mitleri ile ilgili pek çok ayrıntıya seve isteye hâkim bir rehberle kim gezmek istemez, “Di mi ya?” Robert Kolej’de gece yarıları yorgan altında, Oxford’un kütüphanesinde saatlerce okunan satırlar boşa mı gitsindi, di mi ya? Hem Faruk Nafiz’in “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken /Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz” diye işaret ettiği o cânım Anadolu’yu kim anlatacaktı, kim tanıtacaktı? Anadolu’nun işgallerden horgörülerden silkinip kalkınması için elinden kim tutacaktı? Öyle gönül verdiniz ki Anadolu’ya, 1960’lı yıllarda İzmir Radyosu’nda “Halikarnas Balıkçısı’ndan Merhaba” programında da Anadolu’nun güzelliklerini anlattınız. Hastalığınız ilerleyene kadar da rehberlik işini bırakmadınız.
Yıl 1973. İzmir Hatay’daki Merhaba Apartmanı. Hani unutmamak için cümlelerinizi duvarlarına yazdığınız, torunlarınızın boylarının ölçüsünü işaretlediğiniz duvarlar… İşte teknemiz o duvarların arasına demirledi be Kaptan. Kemik kanseriymiş sebep. Son günlerinizde sağ elinizi kullanamadığınız için “Gençlik Denizlerinde”yi sağ elinizi sol elinizle tutarak imzalamışsınız Şadan Gökovalı adına: “En sevdiğim ve beni temadi ettireceğinden umutlu olduğum Şadan’cığadır bu kitap. Gençliğimin denizlerinin anısı.”
Yolumuz uzundu Kaptan. Öyle denizlerden geçmişsiniz ki bir insan, yazar, ressam, çevirmen, bahçıvan, oğul, eş, baba ve dede olarak kaç uzun yolculuğa sığar size dair anlatılması gerekenler bilmiyorum. Bu yolculuğu ilk adım sayanlar eminim ki kitaplarınızın ve kaynaklarda sizinle ilgili satırların peşine düşecekler. Böylece her okunduğunuzda mütemadiyen aramızda olacaksınız. Defalarca…
Sözümüz şimdilik bittiğine göre size yakışır bir veda sözüyle ayrılalım: Merhaba!
Halikarnas Balıkçısı, Gençlik Denizlerinde, Bilgi Yayınevi,7. Baskı, Ankara, 2015.
Halikarnas Balıkçısı, Parmak Damgası, Bilgi Yayınevi,7. Baskı, Ankara, 2017.
1 Yorum
“Gelin sizinle mavi bir yolculuğa çıkalım.” demişsin Halikarnas Balıkçı’sına.Bu yolculuktaki sohbetinizi can kulağıyla dinledim.Seçtiğin sözcüklerle şairin o kadar çok yönünü o kadar güzel anlatmışsın ki yine konuşturmuşsun kalemini. Bu mavi yolculukta ceplerıne doldurduğu tohumlarla Bodrum topraklarını yeşillendiren şaire sayende ben de “Merhaba” dedim.