Oktay Esgin

Yandaki bu pencere de nedir? Onun tüm dünyada adı vasistas. Evet, gerçekten ilginç değil mi? Fransa kökenli vasistas kelimesi Almancada “Was ist das?” yani “Bu nedir?” demek. Günümüzde tüm dünyada bu dışa açılan pencere için vasistas deniliyor mu bilemem ama gerçekten dilbilimin inceleme konusu olabilir. Etimolojiye ilgili olanlar bilir hani, aynı ‘Kanguru’ kelimesinde olduğu gibi… Bu kelimeyi kaptan James Cook Avustralya’da Aborjin yerlilerinden duyup kaydediyor ilk olarak. Yerlilere kangurunun ne olduğunu sorduğunda ona, aslında “anlamıyorum” anlamına gelen ‘gangurru’ şeklinde yanıt veriliyor ama gelin görün ki o gündür hayvancağızın adı ‘anlamıyorum.’ anlamına gelen kanguru demek. “Epepe” mi? O da ne demek?

Macar edebiyatından bu enfes romanın kahramanı Budai’nin ve belki de onunla beraber biz okurların da aklında kalacak önemli kelime ise ‘Epepe’ olabilir. Söz konusu bu kelime ya da öteki kelimelere daha sonra değinmeli elbette ama bu romanı okumanın gerçekten büyük sabır istediğini ne var ki merak duygumuz biraz olsun sönmediği için sayfalar hızla ilerleyiverirken romanın hayli sürükleyici olmasının en güçlü yanlarından biri olduğunu en başta söylemeliyim. Macar yazar Ferenc Karinthy’nin 1970 yılında yazdığı “Epepe” (İng. Metropole) birçok dile çevrilen, edebiyat çevreleri tarafından tam bir başyapıt olarak kabul edilen bir kitaptır.

1921-1992 yılları arasında yaşamış Budapeşte doğumlu yazar Ferenc Karinthy’nin babası da ünlü bir yazar olan Frigyes Karinthy. Annesi psikiyatr Aranka Böhm ise Auschwitz Kampı’nda katledilmiş. Karinthy dilbilim üstüne doktora yapmasının ardından İngilizce, Yunanca, İtalyanca, Almanca dillerinden çeviriler yapmış, roman ve tiyatro eserleri yazmış, asıl ününü Epepe ile yakalamıştır. Ünlü kitap II. Dünya Savaşı’nın ve Macaristan’da Janos Kadar diktatörlüğünün etkilerine dikkat çekmiş, yabancılaşma ve insanın kimlik arayışını absürt bir anlatımla işlemesi bakımından Kafka’nın Dava, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve Orwell’in 1984 adlı kitaplarına benzetilmektedir.
Hani biz okurlar, sayfalarını çevirirken ister istemez kaçınılmaz bir empati ile okuruz bu türde kitapları. Yazar, bu distopik eseriyle Budai karakterinin başına gelenlerle bizleri öyle bir empatiye dahil ediyor ki Budai oradan bir an evvel kurtulsun, karabasanı bitsin diye sayfaları hızla çevirirken bir de bakmışsınız kitap da bitmiş oluyor. Hiç bilmediği o yere, nereden ve nasıl geldiğini asla anlayamadığı o yabancı devasa kente, onu bir türlü anlamak istemeyen yerel halka Budai ile beraber biz de şiddetle kızıyor ağız dolusu küfrediyoruz. Bir otelin dokuzuncu katında zamanınızın üstüne çaresizliğin ağları atılı iken, zaman maalesef nasıl keyifle öldürülemez, zaman nasıl da acıyla öldürülür biz de öğreniyoruz. Budai’nin zihninde sorular asla yanıt bulmuyor: “Ne halt ediyordu burada? Burası hangi cehennemdeydi acaba? Hangi kentte? Hangi ülkede? Hangi kıtada, dünyanın hangi lanetli köşesinde?”
Kalabalıklardan oldum olası boğulur hani bazı insanlar. O karınca kalabalığı kentte Budai’nin yerinde olmayı hiç mi hiç istemiyorsunuz, onun bitip tükenmek bilmeyen tenha bir yer için ya da havaalanını bulabilmek için kilometrelerce yol yürüyüp önünden geçtiği önlerinde yığınla insan bekleyen binalardan, nedendir ki onca kalabalığın hiç durmadan yürüdüğü birbirini ite kaka koşuşturduğu yollardan, tıkış tıkış metro istasyonlarından, kuyruğu hiç eksilmeyen mağaza önlerinden, asansör önlerinde oluşan izdihamlardan; velhasıl kalabalıktan bunalıyor ve insanlardan daha da nefret ediyorsunuz. Kitap boyunca hâkim olan kaos, agorafobi, klostrofobi, otofobi peşinizi bırakmıyor, şiddetli anksiyete sizi evire çevire döverken Budai’nin evine dönmesinin imkânsız özlemiyle siz de kahroluyor, tükeniyorsunuz. Yazar Karinthy, bunca ağır kapkara günleri için Budai’ye ve elbette biz okurlara da küçük bir ümit bırakıyor. Budai için hiç kimsenin zaman ayırmadığı kabusunun ortasında bir kişi olsun anlam kazanıyor. Gerçek adı ‘Epepe’ mi ‘Pepepe’ mi, ‘Veve’ mi yoksa ‘Dedede’ mi? Yoksa adının başka bir şey mi olduğunu hiç öğrenemeyeceğimiz asansör görevlisi sarışın kadın ile 921 no’lu otel odasında baş başa kaldıkları o sakin, o ümitle dolu güzel anlarda bile Budai’nin çıldırmasına ramak kaldığını görüp Budai adına yine üzülüyor, tahmin edileceği üzere ümidimiz yine tükeniyor. Budai’nin bizi de yanına aldığı o korkunç kentte tutunabildiği tek insanı nasıl kaybettiğine içerliyor; çaresizliğine ya da aptallığına kızıyor, sayfaların arasına girip ona yardım eli uzatmayı diliyoruz. Neden mi kızıyoruz? Aslında Budai güçlü, başarılı bir insan. Helsinki’de dilbilimci olarak vermesi gereken seminer için aceleyle bindiği uçağın inişiyle başlıyor acı serüveni. Hiç bilmediği yabancı bir yere geldiğini anlamasıyla başlıyor o hiç tükenmeyecek acı kaygısı. Ya da kaygımız… ‘Adam bari şöyle yapsa, böyle yapsaydı’ dediğimiz her şeyi deniyor Budai. Sayısız dünya dili ve kültürü bilen uzman bir dil bilimci olarak dilini dişini anlamadığı bu yerde iletişim kurmak için yerel halkı sürekli gözlem yapıyor, vücut dili kullanıyor, notlar alıyor, cebinde notlar taşıyor, anlamak için soruyor, dinliyor ama ne yaparsa yapsın ne o konuşan kimseyi anlıyor ne de kimse de onu bir dakika olsun dinlemiyor; üstelik o insanların hepsi de onu bütün kabalığıyla başından savıyor. Elbette olan biten Budai için kaçınılmaz bir isyanı tetikliyor. Budai önceleri serinkanlı davranırken sonra hep telaşlı, öfkeli birisine dönüşüyor. Belki pasaportumu bulurlar düşüncesiyle kasıtlı olarak polise vurmayı akıl ediyor; tutuklanıyor ama öfkesinin onu nezarete düşürmesi de hiçbir işe yaramıyor. Yetkili tek bir kişiyle olsun görüşebilmek için sayısız kez telefon açıyor ama her bir girişimi fiyaskoyla sonuçlanıyor. Labirentlerinde kaybolduğu o yabancı kentin kendi anlayabileceği bir haritasını çıkarmaya çalışıyor; gazetelerden asılı levhalardan aldığı bir kitaptan yararlanarak yerel dili öğrenmeye çalışıyor hatta kendi dil kuramlarından hareketle basit bir alfabe bile üretse de yine olmuyor. Nafile… Hiç kimse ile tek bir kelime olsun anlaşılır bir diyalog kuramıyor. Asansör zilinin çalmadığı bir sigara içimi mola süresi sarışın kadın Epepe ile ancak görüşebildiği o otelden, kendini azıcık iyi hissettiği o özel kadından da oluyor ve o distopik otelden bilmediği sebeplerle atılıyor Budai. Her türlü tasarrufla kullandığı kısıtlı parası da bitiyor, yağmurda ıslanıp ateşler içinde kıvrıldığı sebze halinde tenha bir yerde kendine geldiğinde sersefil, lümpen ikinci bir hayat başlıyor onun için ki bu kısımların romanın ikinci kısmı olduğunu söyleyebiliriz. İlerleyen kısımlarda Budai’nin kendini bir ayaklanmanın tam ortasında bulup hatta bir grubun taraftarına dönüşüvermesine kendisi gibi bizler de şaşırıyoruz. Dişçiye gitme zorunluluğunda bambaşka bir ruh haline girivermesine, günde on sekiz saat kitap okuduğu günlerin ne yazık ki artık geride kaldığına, yeni Budai’nin nasıl evsiz ve düşkün olduğuna da tanık oluyoruz… Gözünde canlandırdığı asansör ile biraz olsun umutla dolup yeniden hırslanışına, onu otele sokmamaya sanki yeminli asansör görevlileriyle kavgalarına…

Pes etmiyor Budai, uluslararası simgelerin, yazıların, yönergelerin bulunmadığı kentte sürekli sil baştan yön tayin etmeyi, sokakların insan ve araç trafiğini yeniden ve yeniden öğreniyor. Öyle ki bir dil bilimci olarak karamsar düşüncelerle yorulup pes ettiği bir an kalabalık kentte çarpıştığı veya umutsuzca konuşup anlaşılmayı umduğu her insanın kendine ait bir dili olduğunu düşünüyor. Sadece yerel dille dolu binlerce kitap bulunan kentin büyük kütüphanesinde bildiği dillerden tanıdık gelen tek bir sözcüğe dahi rastlayamıyor. Bir yerde yıllar evvel okuduğu bir derginin kapağını elinde tutan adamı görüyor, kalabalıklarda peşine düştüğü halde adamı kaybediyor. Kafkaesk denilecek bu anlatıyla, onun belki de bir zaman girdabında olduğunu, Budai ile birlikte hayatının belki de aynası paralel bir hayatta kaybolduğu düşüncesine bizler de kapılıyoruz. Aklından ona bir anlam yüklemeyi düşündüğü kelimeler geçiyor sürekli: “Çetence gulub gulub? Gulub lulub.” Bitmeyen eve dönüş hayalleri içinde veya her şeyi arkada bırakacağı umuduyla kenti keşfe çıktığı günün birinde bulunduğu bir yeri şöyle tarif ediyor: “Ne romanesk ne Rönesans ne barok ne de başka bir stil hakimdi,…” “Resimlerin, heykellerin, bezemelerin konularını hangi dinden ya da efsaneden aldığını bir bakışta çıkaramadı. Ne ayin vardı ne haç ne de Davud’un yıldızı bir Buddha figürü ya da çok kollu Şiva da değil.”
Tuhaf ve tuhaf olduğu kadar büyüleyici bu edebiyat eserini sizlerin de keşfetmeniz dileğiyle…