Fatma Eryılmaz Mimoza Sokağı Söyleşilerinde konuklarını ağırlamaya başlıyor. Eryılmaz’ın ilk konuğu Zerrin Saral…
Zerrin Saral’ın Aralık 2022’de Vacilando Kitap etiketiyle yayımlanan ve Ocak 2023 de 2. baskısını yapan ilk öykü kitabı Küçük Kırık Çizgiler üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazmaya şiirle başladığınızı okudum söyleşilerinizde. Bir de yayımlanmamış roman dosyanızın olduğunu öğrendim. Okura sunduğunuz ilk tür, öykü. Kitabınız “Küçük Kırık Çizgiler”. Öykünün dar alanında olmanın sizi heyecanlandırdığını söylüyorsunuz. Bir öykü nasıl yazılır, yazmadan önce ve yazım aşamasındaki alışkanlıklarınız nelerdir, bu “dar alan”ı bize anlatır mısınız?
Şiir beslenmeyi sevdiğim, edebi türlerin başında geliyor. Beni dinlendirdiğini, sakinleştirdiğini düşünüyorum. Kısacası kopamıyor, okumaktan ve yazmaktan kendimi alamıyorum.
“KİMİ ZAMAN YOL YENİSİ BİR HEVESLE”
Öyküyü zaman ve eylem açısından daha dinamik buluyorum. Bir öykünün nasıl yazıldığı konusu, her yazara göre değişkenlik gösterir, gösteriyordur. Birbirini tutmayan farklı tarifler. Yazılan her öykü; yazılma zamanına, duygu yoğunluğuna, yarattığımız kurmaca evrenine göre farklılıklar barındırır. Bildiğim acele etmeden yazdığım. Metne ve kendime zaman tanımayı önemsiyorum. Öyküde söz nereye kadar uzar, nerede biter bunu da önemsiyorum. Burada sözünü ettiğimiz dar alan, tekrar sahnelerden kaçınma, nedensellik, duyumsatma, gösterme, somutlama. Sözcükleri farklı yerlerde, farklı zamanlarda eksilterek kullanmayı seviyorum. An’ları göstermek sonra uzaklaşmak. Öyküde zamanı kısa tutmak, durdurmak ya da dondurmak ve orada bir süre oyalanmak. Bir duygunun zihnimde yarattığı meseleyi kurma, inşa etme hâlleri; kimi zaman kaygıyla kimi zaman yol yenisi bir hevesle… Okumaktan keyif aldığım metinler gibi yazabilmeyi hayal ediyorum.
Kitabınızın iki öyküsü “Demirci Minço’nun Çırağı” ve “Dünya Yalanı” huzurevine yerleşmek için gelen Mümtaz Bey ile sosyal hizmet uzmanı olan Müge Hanım arasında geçen bir kayıt sürecini anlatır. Müge Hanım’ın odasında geçen bu sahne iki öyküde iki farklı anlatıcı tarafından sunulur. Olaylara ve hayata farklı açılardan bakabilmek gördüklerimizi ve anladıklarımızı çoğaltır. Farklı anlatıcı denemeleri yapmak yazma eylemi açısından bir “ihtisas” meselesi midir? Bir de şunu merak ederim kitap okurken, bir yazar için anlatılması en zor durum, uygulaması en zor teknik nedir?

Farklı anlatıcılar kullanmak, yazma eylemi açısından ihtisas meselesi midir, değil midir bilemiyorum. Ben sadece karakterlerin kendilerini en iyi ortaya koyacağı anlatıcıyı bulmaya çabalıyorum. Gerektiğinde farklı denemeler yapıyor ve içime sinen anlatıcıyı seçiyorum.
Bir yazar için anlatılması en zor durum hangisidir, nedir, bunu da bilemiyorum. Bu her şey olabilir. Hiçbir şey olmayabilir de. Nasıl ve ne için anlattığımız ortaya koyduğumuz hikâyeyi nasıl işlediğimiz bu biraz yola çıkma, yolda olma hâli. Her şey olası. Ama yazdığınız hikâye çok teknik bilgi gerektiriyordur ya da bir dönemi anlatıyordur, bu başlı başına bir hazırlık gerektirir. Belki yazma sürecinden daha da uzun bir zaman. Bir yazar için bu durum ne denli zor olabilir…
İlk öykünüz “Demirci Minço’nun Çırağı”ında Mümtaz Bey’in iç sesi şöyle diyor: “Kaldır yorgun kollarını hadi, teslim ol! Buraya ölmeye gelmedin mi?” Yaşlılıktan daha sarsıcı cümleler… Basit görünen vurucu tespitleriniz var. Bu öyküyü zihninize, oradan da bize ulaştıran gözlemlerinizi nasıl edindiğinizi merak ettim. Bir de hepimiz zaman zaman yaşam amacımızı sorgularız. Siz edebiyat dünyasına ne için geldiniz, bir yol haritanız var mı?
Duyumsamayı göz ardı edemiyorum yazarken. Yazdığım karakterleri tanımadan da yazma riskini göze alamıyorum. Sanırım bu yüzden derin bir bağ kuruyor, hikâyenin içinde dönüp dolaşıyorum, bitti diyene dek. Bitti, demek benim için çok kolay olmuyor. Öykü kişilerine ve kendime zaman tanıyorum. Onların meselesine, davalarına, yaşamda var olma nedenlerine eğiliyor, birlikte vakit geçiriyor, onları aklımda tutuyorum bir şekilde. İşin en zor kısmı bu sanırım. Önce kendimi ikna etmem gerekiyor aslında. Buna inandığımda öykü okurla buluşuyor, değilse bir klasör içinde beklemeye devam ediyor.
“KONUŞARAK ANLATAMAYACAĞIMA İNANDIĞIM NOKTADA YAZMAYI TERCİH EDİYORUM”
Edebiyat dünyasına ne için geldiğimi değil de neden yazdığımı sorduğum oluyor. Bu soruyu kendime sorma üslubum da zaman zaman değişebiliyor. Kendimi hırpaladığım oluyor. Sanırım konuşarak anlatamayacağıma inandığım noktada yazmayı tercih ediyorum.
“Aklımda Kalan” öykünüzde “Bildiğim, insanlar ya doğar ya ölürdü. Arada geçen zamanda da birbirlerini bilip tanırlardı ama sonra bir yabancı gibi birbirlerini hatırlamazlar ya da fena hâlde akılları karışırdı. Kasabada doğanların yazgısıydı bu.” cümleleriyle kasaba hayatını derin gözlemlerle özetlemişsiniz. Aynı öyküde Saat Kurucu Taka adındaki kahraman aklını yitirir. Anlatıcının ninesi onun için “Kötü bir rüyaya düşmüş.” der. (Kötü bir rüyaya düşmek deyimi çok dikkatimi çekti. Rüya ile düş’ün eş sesli olması apayrı bir zenginlik katmış söze!) Babanızın memuriyeti dolayısıyla çok yer gezdiğinizi okudum. Halk kültürüne ve taşraya dair izlenimleriniz nasıl oluştu?
Öncelikle öyküleri incelikle okuyup yaptığınız değerlendirmeler ve tespitler için çok teşekkür ederim. Yaşamda sesleri dinlemeyi, kaydetmeyi, tekrar dinlemeyi, notlar almayı seviyorum. Gezgin, hareketli ve bir o kadar renkli bir memur babaya sahip olmanın getirdiği bazı avantajları, yaşarken değil de sonradan algılayıp farkına varmak da ayrıca düşündürüyor insanı. Her şey öyle olağan yaşanıyor ve siz bunu tüm olağanlığıyla kabul ediyorsunuz. Aslında öyle değil. Gördükleriniz başka yaşamlar, başka kültürler ve bizler sadece bazı sahnelere eklemlenmişiz o kadar. Aldığımız, gördüğümüz, duyduğumuz belleğe bir şekilde yerleşiyor ve beklenmedik zamanlarda da kendini açık ediyor. Yaşam gibi…
Öykülerinizde dikkatimi çeken bir unsur var. Diyalog az, iç konuşmalar fazla. Kahramanlarınız içine içine konuşuyor. “Aklımda Kalanlar” da hafızasını kaybeden bir ressam, “Güneşe Çıkmak İstiyorum”da yalnızlığı, annesinin telkinleri, Koza Nine’nin her şeye çare olan büyük elleri arasında yol bulmaya çalışan bir kadın var. Piyano çalan nezih bir lokantada gelmeyen ikinci kişiyi beklerken garsona ve piyano çalan esmer adama mahcup olur, yalnız bırakıldığından. Buradaki kahve içme sahnesinden terapi odasındaki kahveye geçişiniz çok başarılı. Öykülerinizde konulara yaklaşımınızdan günlük hayatınızda psikoloji ve psikiyatriye ilgi duyduğunuz izlenimi oluştu bende. Yanılıyor muyum?
Evet, psikanalitik tahlillere yazınsal olarak yöneldiğim tespitiniz doğru. Yoğun okumalar yaptığım bir alan edebiyat sosyolojisi, psikoloji. Sözünü ettiğiniz “Güneşe Çıkmak İstiyorum” ve “Aklımda Kalan” adlı iki öyküde de karakterlerin duygu durumlarının öne çıkıyor. Aynı zamanda bilinç akışıyla yol alan öyküler. Olay örgüsüyle birlikte öykü kahramanlarının psikolojisi üzerinden kurgunun görünürlüğü bir nebze artıyor. Bu yaratım sürecine dâhil olan bir duygu. Yazma esnasında varlık gösteriyor. Her öykünün yazarla arasında gelişen mesafe değişebiliyor. Bu belki de karakterlerle geçirdiğim zamandan kaynaklı.
Öykülerinizde kişi isimleri de ilginç: Leto, Mada, Bay J, Agnus, Beda, Pako, Cinco, Jüli, Müşteri OZ, Kindo Kadın, Saat Kurucu Taka… İsim seçimleriniz konusunda biraz detaylı bilgi verir misiniz?
Kimi zaman daha yazarken çıkageliyor karakterlerin isimleri. İtirazsız buyur ediyorum. Kimi zamanda uzun uzun düşünüyorum. Deniyorum, oturmadığını hissettiğimde değişeceğini biliyorum. Minço’nun Demirci Çırağı’nda, Minço ve Mümtaz Bey, bir anda nasıl çıktıysa, Müge’yi bulmak bir o kadar zor oldu. Değişti, değişti… Öyküdeki eşitlenmeyi adlarını bulurken de yapmak istedim. Mümtaz ve Müge’nin ilk hecelerini yakın tuttum. Müşteri Oz da öyledir mesela. Pavyonun karnavaleks ortamına uygunluğu önemliydi. Ona bu ismi bulmadan önce Oz Büyücüsü’nü yeniden okudum. Kındo Kadın’ın adı da kendi gibi aykırı, mistik, mesafeli ve kasabada yaşayanlardan farklı olmalıydı. Çünkü o ötekiydi. Öykü kahramanı onun yaşına geldiğinde bile onun adını sayıklayabiliyordu öyküde. Tüm bunlar üzerinde düşünmeyi seviyorum. Zaman alsa da…
Kitabınızı okurken bazen kendimizi Truva Atı’nın karşısında, bazen Minerva’nın yılanından kaçarken, bazen Van Gogh’un sarı ekin tarlalarında ter dökerken, bazen bir piyanist eşliğinde bir kadeh şarabı yudumlarken buluyoruz. Öykülerinizle heykel, sinema, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra mitolojiye de birer selam gönderiyorsunuz. Diğer sanatlarla ve mitolojiyle bağınızdan bahseder misiniz? Kahve ve mürekkeple resim yaptığınızı okumuştum. Sakıncası yoksa resimlerinizden birer örnek paylaşır mısınız? (Acaba psikologlara “mürekkep test”lerini siz mi hazırlıyorsunuz? J)
Sanatın farklı dallarından beslenmeyi ve edebiyata yedirmeyi seviyorum. Resim, ruhumu dinlendiren, dinginleştiren, görme açımı yineleyen, yenileyen başka bir alan. Edebiyat gibi o da çok fazla boşluk kabul etmiyor. Bu anlamda yazma eylemine benzediğini söyleyebilirim. Kahve ve çini mürekkeple yaptığım çalışmalar sayıca daha fazla. Resme beni başlatan, sanat tarihini sevdiren Melike Küçüksu hocama da buradan sevgilerimi yolluyorum.

(Yazarın çini mürekkebi ve kahve ile yaptığı resimlerinden iki örnek.)
Ele aldığınız konular toplumun genelinin tıkandığı, çözüm üretmediği/üretemediği sorunlar: Yaşlılık, hafıza kaybı, ölüm korkusu, ayrılırken eşyalar kadar kolay paylaşılamayan anılar, toplumun içinden dışına itilmiş hayatlar, istismar, aidiyetsizlik… Bu konularda toplum olarak nasıl davranırsak daha az hasarla üstesinden gelebiliriz bu çetrefilli meselelerin?
Bu oldukça derin, derin olduğu kadar da sıkıntılı bir konu. Öncelikle birey olarak üstümüze düşen sorumlulukların farkına varma/farkında olarak yaşama bilincini geliştirmenin önemini kavramamız gerekiyor. Öncelikle okullardan başlamalı küçük yaşlardan itibaren, müfredat da külliyen değişmeli. Konuyla ilgili daha fazla konuşursam söyleşi tatsız bir hâle gelebilir. Toplumla düştüğümüz uçurumun/uyumsuzluğun tüm sanat dallarına sirayet etmesi bu yüzden.
Ortaokul ve lise yıllarında Nurullah Ataç okuduğunuzu, Bilge Karasu’yu sevdiğinizi ifade etmişsiniz. Kitabınızda “alaysı, istençsiz, yaşamsal” gibi yeni sözcükler var. Sözcük üretme konusunda bu iki yazardan etkilendiğiniz söylenebilir mi?
Bu soruyla zaman zaman karşılaşıyorum. Sözcük üretmek, sözcük üretmeye çalışmak planlayarak yaptığım bir eylem değil. Kendiliğinden çıkıyor. Yaptığım okumaların, okuduğum yazarların ne denli etkisi var açıkçası bilemiyorum. Bunu ben de bir daha düşüneyim. J
Kitabınızda altını çizdiğim yerlerden bazılarını paylaşmak istiyorum sizinle:
“Kaldır yorgun kollarını hadi, teslim ol! Buraya ölmeye gelmedin mi?”
“Öğrenmiştin, susmak konuşmaktan daha zordu…”
“Yanına her vardığında aklın büyüyor, için sevinçle doluyordu.”
“…bu dünyada henüz kimselerin rastlamadığı mutsuzluklar olduğunu düşünüyorsun.”
“Onun aklına takılanlar benim ayağıma takılıyordu.”
“…birbirimize benzemeyişlerimiz önemli, nereden geldiğimiz değil gitmeye çalıştığımız yer önemli.”
“Yeniden doğduysam demek ki önce öldüm.”
“Utandığımı hatırlıyorsam demek ölmedim./Doktorun bakışları tıpatıp hastalığın kendisi gibi.”
“Aynalarla kaplı sahnede bağlama ve darbuka eşliğinde, ayakaltı edilmiş üç beş türkü, gecede dönüp duruyor.”
“Sözlerin bittiği zamanları kadınlar şipşak anlar doktor.”
“Ama biz mavi yeşil renkli o bahçeden, yörüngeler çizerek gri betondan bir yıldıza fena çarptık.”
İlk kitap acemiliği taşımayan yetkin öyküleriniz olduğunu, kitabınızı farklı zamanlarda birkaç kez daha okuyacağımı, yeni çalışmalarınızı merakla beklediğimi söyleyerek size teşekkür ederim. Son olarak aşağıdaki eksik cümleleri tamamlamanızı rica ediyorum. Hoşça kalın!
Bu soruyu öykülerde geçen cümleler üzerinden yanıtlamak istedim. J
Koku… Kokular uykuya dalmaz.
Yalnızlık… Yalnızlık, hapsolmuş küpelerden ayrılmayan o küçük vidalara uzanan parmaklar gibi baştan yoklanmalıydı, ben de öyle yaptım. Ne kadar delik o kadar küpe, ne kadar küpe o kadar yalnızlık, diye bağırdım.
Unutmak… Unutulmaktan böylesi korkmak sadece bizim kasabanın yaşlılarına mı özgüydü?
Kadın… Sözlerin bittiği zamanları kadınlar şipşak anlar doktor.
Alizarin… İçim, alizarin kırmızısı volanlı elbiseye uzanmıştı, sonra ellerim.
Ebepapazı… Gelmişime geçmişime ebepapazı bir küfür savursa daha iyi.
Küçük Kırık Çizgiler’i özümseyerek hazırladığınız derinlikli sorular için size ve Aksi Sanat’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.