Tahir Abacı, editörlüğünü Rabia Çelik Çadırcı’nın üstlendiği “Yüzyıllık Şiirimiz Üzerine Görüşler” soruşturması kapsamında soruları yanıtladı. Sorulara ilişkin düşüncesini ortak bir metinle ifade eden Abacı’nın yanıtı şöyle:

Hece dergisinin Karl Marx özel sayısında yer alan, sonradan “Kültür, Sanat ve Toplumsal Dönüşümler” kitabıma da aktardığım “Türkiye’de Sosyalist Siyaset ve Sanatın Oluşumu Üzerine Notlar” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “Sözgelimi bir şiir antolojisi düzenleyicisinin şairleri illa da dünya görüşlerinden de pay alan tematik kümeler içinde – ve orantısı değişen paydaları kollayarak – ele alma çabası içinde olduğunu görebiliriz. Böyle bir antolojide ya da bir analizde şairleri “modernist” “toplumcu” “mistik” biçiminde kümeleştirseniz kimse yadırgamaz. Şiir: Üretici Etkinlik adlı kitabımda, bu ayrım illa yapılacaksa, genellikle “toplumcu” başlığı altında toplanan şairleri sosyalist ya da halkçı olarak ikiye bölüp, küme sayısını dörde çıkarmanın daha doğru olduğunu savunmuştum. Bu dört eğilim arasında aşılmaz duvarlar olmadığını, pek çok sanatçının neredeyse dört anlayışa bile yayıldığını ya da bu doğrultuda evreler yaşadığını biliyoruz.”
Sözü edilen evrelerin bir kısmının gerçek yenilik getirmiş öncü şairler eliyle başlatıldığını söyleyebiliriz. Öte yandan, edebiyat dünyasında “yenilik rantı”ndan yararlanma amacının da kümelenmeler biçiminde şairleri harekete geçirdiğine de zaman zaman tanık olunmuştur. Rauf Mutluay, “Çağdaş Türk Edebiyatı” adlı kitabında, “Fecr-i Ati” için “Büyük şehirlerin kültür çevrelerinde başlayan özenti kümelenişlerin bir ulusun sanat verimi olduğu sanısını ilk o vermiştir” diye yazıyor ve bu tür girişimlerin olumsuz sonuçlarını tam on maddede sıralıyor. Mutluay, bu yola yönelenlerin kendi aralarında bir kapalı toplum yarattıklarını, edebiyat olaylarını gereksiz yere büyüttüklerini, meyhane ilişkileri içinde sorumsuz bir hayat sürdürdüklerini, devlet katına sığınmayı kolladıklarını, iktidardan çıkar payı aldıklarını, yalancı ünlerin ve kuruntuların yaldızına kapıldıklarını, çağdaş düşünce akımlarından ve toplum sorunlarından uzak durduklarını, günlerinde geçerlilikleri olmadığı halde kıdemin getirdiği onurla geçindiklerini, işten çok adların sıfatların önem kazandığını sıralıyor. Mutluay’ın söyledikleri tıpa tıp günümüzde de geçerli, bir farkla: günümüzün sansasyon avcısı sanatçısı, devlet katına sığınmak yerine kapitalist firmalarda köşe kapmayı yeğliyor artık. Enver Ercan da, “Şiir Hayattan Değil, Hayat Şiirden Koptu” başlıklı yazısında önemli bir anımsatma yaparak, son zamanlarda “manifesto”lar yayımlayanların aslında yeni bir şiir söylemediklerini, “bildiğimiz şiirleri”ni sürdürdüklerini vurguluyor. “Bildiğimiz şiirleri”, yani “dönem havası”ndan, “egemen öğe”den dolayısıyla başka şairlerin şiirlerinden farklılaşamayan şiirler. Enver Ercan, manifesto yayımlayıp farklı bir şiir söyleyen tek akımın “Garip” şiiri olduğunu, “İkinci Yeni”nin ise manifestosuz olmasına rağmen farklı bir şiir söyleyebildiğini de vurgulamış.
Cumhuriyet dönemi şiirinde Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet gibi adlar “modern” şiire giden yolda kuruculuk işlevi görebilmiş şairler. İzleyen kuşaklar, bu adların açtığı yolda ilerledi. Garip ve İkinci Yeni deneyimleri de cumhuriyet dönemi şiirinde kendilerinden önceki şiir ile “kopuş” niteliğinde farklılıklar ortaya koyabilmiş hareketler. Sosyalist edebiyat ve şiir ise, haliyle modernizmden farklı ve onun on yıllarla sınırlı yenilik fetişizmine fazla prim vermeyen bir anlayış olarak kendi özgül alanını yaratmıştır. Necip Fazıl’dan sonra Sezai Karakoç gibi tekil adlar bağlamında ortaya çıkan ve 1960’lardan itibaren bir dizi şairi de etkileyen, düşüncede muhafazakâr, şiirde mistik – modernist tutum da benzer bir özgül alanda var olmayı seçmişti. Yukarıda belirlediğim ayrıma göre, “halkçı” çizginin izleyicisi şairler de dönem şiirine ayrı bir renk katmış oldular. Hâlâ 1970’lerin sonlarına kadar ürün vermiş şairler daha çok okunduğuna göre, demek ki “anlam”ın sözü daha çok belirlediği bu dönem, şiirimizin en itibarlı dönemi olmuş. Bu dönemde dünya şairleri de tüm bu eğilimlerin yönelimlerine göre geniş bir çerçeveden okunmuş ve ilgi görmüştür.
Eski çağlarda ayin ve müzik, haliyle gösteri ile birlikte iç içe gelişen ve modern anlamda edebiyatın da “ana”sı sayılan şiir, haliyle bireysel duygulara da seslenmekle birlikte, tarihin ilk çağlarından itibaren, her zaman “hegemonya”nın da çekim alanında bulunmuş ve onun tarafından da önemli bir “araç” olarak kullanılmıştır. Bu kuşkusuz şiirin sadece egemen sınıflara özgülendiği ve sadece onlar tarafından “araç” olarak kullanıldığı anlamına gelmiyor. Şiir, tarih boyunca toplumun bütün katmanları için – muhalifler için de – bir ifade aracı olagelmiştir ve “hegemonya”nın ona ilgisi de tam da bu nedenledir. Dolayısıyla, hegemonya kendi işleyişiyle çelişmeyen sanat eserlerine, haliyle şiirlere alan açarken, işleyişine tepki veren, eleştirellik ya da başkaldırı barındıran sanat eserlerine tarih boyunca baskıcı davranmıştır.
Şiir asıl süreğenlik gösteren “kültürel yönetim” dönemlerinde dinginliğini bulur, çeşitlenmeye bakar ve böyle dönemlerde de, belli oranda “hegemonya”nın ilgisine mazhar olur ya da kimi şiirler / şairler, bazen ideolojik imâlarla, bazen sadece “etliye sütlüye” karışmayarak bile, hatta bazen güya tam tersi “devrimcilik” taslayarak bile hegemonya ile uyumluluk gösterebilirler. Troçki’nin romantikler hakkında yazdıkları gibi: “Romantizmin bu uzun saçlı ve kırmızı yelekli başkaldırmalarını hiçbir tufan izlememiş ve burjuva kamu oyu, bu romantik beyefendileri güvenle benimseyerek onları ders kitaplarında meşrulaştırmışlardı”. (Edebiyat ve Devrim, Türkçesi: Hüsen Portakal, Köz Y, 1976). Sonraları, fütüristler, dadacılar, gerçeküstücüler, letristler ve diğer biçimciler (ve bizde “Garip” ve “İkinci Yeni” şiiri) benzer yargılarla karşılaşacaklardı. Aslına bakılırsa, Troçki’nin kendi edebiyat ve kültür teorisi de sorunludur, çünkü onun “sürekli devrim” teorisine göre, proletarya dünya devrimine yöneleceği için kendi kültürünü yaratmaya fırsat bulamayacaktır. Bunun, sadece sürekli devrim açısından değil, devrim öncesi sosyalist edebiyatı göz ardı etmek açısından da “indirgemeci” bir yaklaşım olduğu açık.
Öte yandan, hegemonyaya hizmet eden şiirin de, hegemonya karşıtı şiirin de dönemin ölçütleriyle, bakış açısıyla, “havsalası” ile sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. Örneğin, Yakın Doğu’nun İslamlaşmasından sonra, neredeyse tümü şiiri ifade aracı olarak kullanan ve gerek Asya’nın, gerek Anadolu’nun pagan geleneklerinden de el alan tasavvuf akımları, her şeye rağmen “İslam dairesi” içinde kalmışlardır ve ancak bu sayede bazıları meşruiyet kazanabilmiştir. Meşruiyet kazanamayıp, süreç içinde “batınî” bir konuma yerleştirilenler de, modern anlamda “materyalist” ve aşkın bir bilinci yansıtmazlar, dünyayı yine de inanç çerçevesinde açıklama çabası güderler.
Modern sınıflı toplumlarda ise, edebiyatın ve şiirin buna uygun konumlar içinde varolmaya başlaması, haliyle ekonomik ve politik iktidarının sorgulanmasından rahatsız olan hegemonyanın baskıcı tutumunu artırmıştır. Ancak, her olgu karşıtlarıyla var olur, dolayısıyla kapitalizm sadece çıkarları farklı toplumsal kesimleri değil, kendi ideolojik yapılanmasına ters düşebilen üstyapı etkinliklerini de bizzat kendisi yeniden üretmiş olur. Şiir bu kesintisiz mücadele alanı içinde önemli işlevler üstlenmiştir, baskılara direnerek üstlenmeye de devam edecektir.