Çağla Göksel Çakır
Yaşamımızın son 20 yılı birçoğumuz için ‘ah’lar, acılar, mücadeleler, haksızlıklar ve pişmanlıklarla dolu. Huzur ve güven dış dünyamızdan ayrılalı hayli vakit geçti. İç evrenimiz öyle bir dargınlık ve yılgınlık sürecine girdi ki umuda bile kapılarını kapattı. ‘Asla’ içimize sindiremediğimiz bir döngünün, çaresizce çırpınan nesneleri olduk. Aynı gemide karanlık bir geleceğe doğru sürükleniyoruz hep birlikte. Oysa duyarlı ve omurgalı olanlarımız huzurlu bir liman düşlüyordu bir zamanlar… ‘Ah’ yakın mazi…
Tam da günümüz hüznüne denk düşüyor Didem Madak’ın maddi ve manevi hayatı ve dahi dizeleri. Öyleyse bu yazımızda Madak şiirine doğru yelken açalım bir nebze olsun ruhumuzu teskin edebilmek adına…
Onulmaz hastalığa henüz 41 yaşındayken yenik düştü Didem Madak. Kısacık ömrüne çokça anı, acı ve şiir sığdırdı şair ruhlu kadın.
Madak’ın her şiiri yaşanmış bir anıdır. Şiirlerindeki ironi, şairin hayatıdır bir anlamda. Alay eder en çok da acılarıyla, yoksulluk ve yoksunluklarıyla… Erken yaşta aramızdan ayrılan şairin yayımlanmış üç kitabı var. Kitaplarının adı, bakış açısı ve yaşamının hassas noktalarına dair ipuçları verir Madak’ın: ‘Grapon Kâğıtları’, ‘Ah’lar Ağacı’ ve ‘Pulbiber Mahallesi’.
Şair, zor bir çocukluk geçirir. Anne ve babası öğretmendir. 12 Eylül döneminde babası okul müdürüyle tartıştığı için Uşak’a sürülür. Fakat annesi Füsun Hanım’ın tayini çıkmadığı için Didem, kardeşi Işıl ve annesiyle Burdur’da kalır.
Didem Madak 13 yaşındayken, henüz 38 yaşında olan annesini beyin kanseri nedeniyle yitirir. Madak’ın zorlu günleri işte o zaman başlar. Şiirin teskin edici gücüne sığınır şair, hüzün ve acı yüklü hayatında…
“Bir yağsam pahalıya malolacağım”
Yaşam mücadelesi verdiği ‘bodrum katı’nı tasvir eder; kanuna, düzene başkaldırışını, yalnızlığını yansıtır “Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım”da:
“Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum”
Evindeki plastik vazo ile dert etmekten vazgeçtiği yoksunluklarını özdeşleştirir:
“Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum”
“Protez bacaklar taktılar ruhuma”
Feminist ruhu ‘erkek egemen’ topluma isyanını haykırır en can alıcı yerinde öyküsünün. Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı faydalı bulur ruhuna:
“Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
….
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.”
Aşk tarifini okuruz “Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım” şiirinde. Engin bir denizdir şair için aşk:
“Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!”
Şairin Allah ile kurduğu aşk ilişkisine tanıklık ederiz ikinci kıtada. İç huzura erişmek, yalnızlığına çare bulmak, belki de acılarını dindirmek umuduyla dine sarılan bir kadın vardır karşımızda:
“Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım…
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.”
Balkonda yorgun çamaşırlar
Erken yaşta kaybettiği annesinin hüznünü mısralarının derinlerine saklar şair. Öyle ki gün boyunca yanında gezdirdiği kederini günlük hayattaki uğraşlarıyla betimler.
“Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.”
Acılarını unutmak için kaçmak, uzaklara gitmek ister. Biraz olsun hüzünden azade olabilmek, ruhunu teskin etmek, belki de gerçek aşka kavuşmak umuduyla örtünür.
“Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım”
İlahiler söyler kalbindeki zehre panzehir olması umuduyla… Bazen de kandillerde teselli arar Peygamber’in kanatları altında… Ama özde aradığı şiirdir…
“….
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
….
Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.”
Yalnızlık en temel imgedir Didem Madak şiirinde. Kimsesizliğini annesinin fotoğrafıyla gidermeye çalışır şair… Öyle güzide bir sevgiyle bağlıdır ki annesine, öyle çok seviyordur ki onu, vakitsiz sonsuzluğa uğurladığında sarsılır, ardından terliklerinin izlerini bile okşar anneciğinin.
“Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.”
‘Aşk’ın sembolleri; ‘anne, çocuk, Tanrı, Peygamber, yalnızlık ve uzaklar’dır şair için. Bir erkek suretiyle özdeşleştirelemez aşk, ki onlar “n’anlar aşktan!”
“Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
….
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!”
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın…
İkinci kitabının adını taşıyan ‘Ah’lar Ağacı’ şiiri, yaşamını özetler adeta Didem Madak’ın.
Yağmurun onda çağrıştırdığı ögelerle başlar şiire şair:
“Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.”
Radyoda çalan şarkıcı, seyrettiği Yeşilçam filmi, başrolde olma hayali ve o günün akşam menüsüyle devam eder mısralar…
“İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses…
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.”
“Sanırım Tanrı’nın eli”
Tanrı, Madak’ın edebi literatüründe ‘kuvvet’, ‘doğru yol’, en çok da acılar aleminden ‘çıkış kapısı’dır. ‘Ah’lar Ağacı’ şiirinde de hakim ögedir Yaratıcı. O’na sığınır şair, teselli aradığı zamanlarda…
“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!”
Eski tül perdelerden gelinlik
Şairin çocukluğuna seyahat ederiz şiirin dördüncü kıtasında. Gelin-damat evciliğine konuk oluruz Madak’ın. Kardeşiyle oturur sohbet ederiz. Kırmızı bonbon şekerinin tadı dilimizde, oyuncak fincanlardan çay içeriz.
“Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.”
İtiraf edilememiş aşklar…
Ve tabii ki ahlat ağacı. Ana temasıdır şiirin. “Ah” çekmeyi öğrenmiştir ilk ondan şair:
“Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.”
Yaşam gibi tatsız ve acıdır meyveleri ahlatın. Fantastik bir lanetin eseridir belki de bu durum.
“Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.”
İsimler kazınır sonra gövdesine, derin derin iç çekilerek:
“İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!”
Ahlat ağacını Tanrı’ya benzetir, onda Yaratıcı’nın özelliklerini görür Didem Madak. Tanrı-ahlat teşbihi, ulaşılamaz olanla bütünleşir:
“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!”
Yaşlılık imgesiyle de ele alır şair ahlat ağacını. ‘Tutulamayan’ zamana temas edercesine dile getirilemeyen aşklar ve evde kalmış kadınlarla sembolleştirir onu:
“Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.”
Basit kelime oyunlarına da başvurur şair, ‘hayat ağacı’ şiirine vücut verirken:
“Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse”
….
“Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam”
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına
Erken yaşta yitirdiği, şefkatine hiç mi hiç doyamadığı ‘çok sevinmelerin kadını’ anneciğini anlatır ‘Ah’lar Ağacı’nın ilerleyen mısralarında. Büyük bir özlemle yad eder onu. Annesinin bahçelerindeki vişne ağacının üç küçük vişnesine duyduğu sevinci anımsar kederle. Rengarenk reçel kavanozlarında, sıcak yemeklerde, birlikte geçirdikleri anları yaşar tekrar tekrar. Alelacele yaptığı hazır domates çorbasında bile “öksüz benliği”ne buğulanır gözleri. Sıcacıktır annesinin her hali yaşarken, oysa şimdi, soğuk bir taşın altındadır bedeni…
“İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.”
Yalnızca iki harf
Hüzünle örülü kaderine, acılarına, yitirdiklerine, yoksunluklarına, kimsesizliğine, siyasi-toplumsal düzene, özetle hayatın kendisine meydan okudu, en fazla isyanlarını karaladı Didem Madak. Lakin tüm karşı koyuşlarının sonunda öğrenebildiği yalnızca iki harf oldu.
Dilerseniz şiiri, nihayete erdirsin yazımızı:
“Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!”