Gelecekte şiir için geçmişe dönük çalışmalar yapıldığında, şiirlerin yanı sıra şiire dair konuşulanlar, değerlendirmeler de önemli bir yer tutacaktır. Bu sebeple gelenekten ister doğrudan, ister eleştirel biçimde olsun bir şekilde yararlanılacaktır. Geçmişin veya bugünün şiirine övgü ya da yergi de bulunmak için gelecekte başvurulacağını düşündüğüm, bugünün şairleriyle yüzyıllık şiirimiz üzerine görüşlerini sordum. Geleceğe katkısı bulunması temennisiyle…

“Gelenek, bir bütündür; bütün ‘bütün’ler gibi, parçaları olan bir bütün!” (Hilmi Yavuz- Yakın Dönem Türk Şiiri)
Cumhuriyet dönemi boyunca şiir topluluklarına baktığımızda, Beş Hececiler, Milli Zevk ve Anlayışını Sürdüren Şiir, Yedi Meşaleciler, Saf Şiir Anlayışını Sürdüren Şiir, Toplumcu Gerçekçiler, Garip Şiiri, Hisarcılar, İkinci Yeniciler ve Maviciler’in oluşturduğunu görüyoruz. 1980 sonrasında ise çok seslilik oluşmuştur. Attila İlhan öncülüğünde toplanan Maviciler, İkinci Yeni’nin öncüleri olarak değerlendirilmişlerse de Attila İlhan, buna karşı çıkmış ve İkinci Yeni’yi “yozlukla” itham etmiştir.
1980 sonrası Türk şiiri, gelişme ortamını dergilerde bulmuş ve aynı dergide farklı şiir anlayışındaki şairler birlikte ürünler vermiştir.
Öte yandan, Metin Cengiz ve Yavuz Özdem çalışması olan “Yakın Dönem Türk Şiiri” kitabında şöyle yazılmıştır; Cumhuriyet dönemi şiir toplulukları için, “her on yıla bir grup, kuşak, dergi birliği vb. sığdırmak…” gibi bir durumun “karmaşık ve yorucu” etki yarattığı belirtilirek; “Oysa bu sınıflandırma İlk Dönem Cumhuriyet Şiiri, Sosyalist Anlayışta Yazılan Şiir (Nazım Hikmet’ten günümüze), Garip Şiiri (Birinci Yeni), İkinci Yeni, İkinci Yeni Sonrası olarak bölümlendirilip ona göre anlatılabilir. Ve bu isimlendirme hem gerçekçi, hem daha akılda kalıcı olacaktır.”
- Sizce Cumhuriyet dönemi boyunca şiir adına yaşanmış en önemli yenilikler nelerdir? Yüzyıllık şiir tarihimizle ilgili siz neler söylemek istersiniz?

Halil İbrahim Özbay: Garip akımının, modern Türk şiirini kurduğuyla ilgili eksik ama yaygın kanının aksine, onlardan çok daha önceleri Nazım Hikmet’in 1920’lerde Aydınlık dergisinde yayınladığı şiirleri, Türkiye’deki ilk modernist şiirlerdir. Şiiri prangalarından kurtaran hareket olarak Orhan Veli ve arkadaşlarının hemen akla ilk geliyor olmasındaki bir neden, Nazım’ın politik duruşundan ötürü resmi ve egemen zihniyetin onu belki de geri planda tutmak istemesiyse; bir diğer nedeni, Nazım’ın, Hececiler’in başı çektiği egemen söylemin bazı unsurlarını –örneğin uyağı- şiirden dışlamamış olmasıdır. Oysa şiirin yapı ve nedenselliğine, içerik sorunlarına ilk büyük darbeyi indiren şair Nazım Hikmet’tir. Onun şiiri edebiyatımızda, dünyayı bütünselliği –diyalektiği- içinde anlama ve dönüştürme iddiasını taşıyan ilk şiirdir.
Garip Hareketi’ni başlatan şairlerin şiirde, ölçü ve uyaktan ibaret bir ahenk anlayışına, dildeki şiirselliğe karşı çıkmaları, bu dayatmaların şiiri yapaylaştırdığını dile getirmeleri, bu unsurlara karşı güçlü tavır alışları, elbette şiirimiz açısından önemli ve oldukça etkili bir yeniliktir. Şiirde dili disiplin altına alan bu unsurları dışlamakla birlikte, gerek aruz, hece gibi ölçü dayatmalarını, gerekse uyak, nazım şekli gibi biçim dayatmalarının dışında; çalışmadan, emek harcamadan yaşayan üst zümrenin, dinin ve feodal yapının malı olmuş şiiri, iddiasız ‘küçük insan’ın beğenisine sunmuş, sokağa indirmiş olması, bu hareketin, edebiyatımızda Birinci Yeni diye adlandırılmasına da yol açmıştır. Bu akımın çıkış noktasında tavır olarak Dadacılık, derin yapı itibariyle de Gerçeküstücülük vardır dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bu haliyle bile Garip akımının şiirimize kazandırdığı farklı bakış açısı, aldırdığı derin nefes tartışılmazdır. Yine onlarla birlikte hayal âlemlerinden uyanılmış, coğrafya kadar gerçek hayata inilmiştir ki,
“Gemliğe doğru/Denizi göreceksin/ Sakın şaşırma”
dizeleri bunun habercisidir.
Ve nihayet dil bağlamında mimesisin kırıldığı, dilin doğanın içinden görülmesinden uzaklaşılarak, doğanın dilin içinden görüldüğü şiir hareketi İkinci Yeni’yle başlamış ve bu şiirsel devrim o güçlü rüzgârını günümüze dek ulaştırmıştır. Özellikle bütün bunları imgenin yıldızını parlatarak yapmış ve bugün neredeyse imgesiz bir şiir yazılamayacak kadar güçlü bir anlayışın, şiirin yapı ve bağlam sorunlarını bugün bile belirliyor olmasına yol açmıştır. Bu anlamda İkinci Yeni, öncelikle dile ve onun açılımlarına dayanan şiirsel bir arayışın yol açtığı sonsuz bir serüvendir. İmgeyse, şiirdeki bu tavır alışın en yüklü ve en güçlü aracıdır.
Özetleyecek olursam, bugün bile şiirde yenilik diye her ne girişimde bulunuluyorsa, dinamizmini yukarıda saydığım büyük değişimlerden almakta; birçok şair, edebiyatımızın bu köklü ve güçlü kaynaklarından beslenmektedir.
Dilek Özkan: Çağdaş Türk şiirini başlatan Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Orhan Veli’dir. Nazım Hikmet yeni bir şiir anlayışıyla “Serbest Nazım” la bu ortama girmiştir. O güne kadar şiire girmez sayılan konuları, alışılmış kuralları yıkmış, serbest şiirlerle yola çıkmıştır. Türk şiirinde bir çığır açmıştır. Bu bence şiirde başlı başına iyi bir yeniliktir.
Öte yandan kadın şairlerin sayısı Cumhuriyet dönemiyle birlikte artmıştır. Örneğin Gülten Akın kadının bağımsızlığını, töreyi, sosyolojik değişimleri, toplumsal kırılma anlarını şiirlerine yansıtmış yaşamı anlamlandırmanın ve hesaplaşmanın şiirini yazmıştır. Bunlar önemli yeniliklerdir bana kalırsa.
W.B.Bayrıl: Yüzyıl, şiir için kısa bir zaman dilimi. O nedenle bu soruya, hangi parametreyi göz önüne alarak yanıt verdiğimi belirtmeliyim. Cumhuriyet dönemi şiirinde, “yeni” görünen hangi hareket/tutum/ tavır kendisinden önceki kuşakları etkilemiş ve onları şiirlerini dönüştürmeleri gerektiğine ikna etmiş ya da zorunlu kılmıştır? Buradan bakıldığında benim açımdan yanıt açıktır.
İkinci Yeni ve 80 Şiiri bunu başarabilen iki olgudur. 1950’lerde beliren II. Yeni hem kendinden önceki hem de kendinden sonraki kuşakları etkilemiş ve dönüştürmüştür. 80 şiiri de, 60-80 arasındaki tahribatı onarmış, II. Yeni’nin açtığı alanları hem tahkim etmiş hem de bir önceki kuşağı şiirini dönüştürmeye zorlamış, dahası kendilerinden sonraki kuşak için şiirsel alanın bir “delta” görünümüne kavuşmasını sağlamıştır.
Uzun bir edebi kariyeri olan tekil şairleri (Necatigil, Dağlarca vb.) bundan uzak tutarak söylüyorum düşüncemi, sadece büyük dalgalar için geçerlidir bu söylediklerim.
Özlem Tezcan Dertsiz: “Putları Yıkıyoruz”, Garip, Toplumcu Şiir, İkinci Yeni… Şiir adına yapılmış ne varsa kendinden öncekini yıkmak yeni bir şiir inşa etmek içindir. Yaşanılan dönemin getirdikleri şiirde de kendini göstermek istiyor. Ama çok hızlı değişen çağ, hiçbirinin kalıcı olmasına izin vermiyor. Bunu doğal karşılıyorum. Şiiri şiir yapan bu yenilikler değil kanımca. İyi şiir, kabına sığmaz, camları, çerçeveleri kırar, akımların içinde hapis kalmaz. Yılların içinden çıkar ve yüreğe işler.
Dizdar Karaduman: Bence Cumhuriyet dönemi boyunca şiir adına yaşanmış en önemli yeniliği gerçekleştiren şair Nazım Hikmet’tir. Nâzım Hikmet, 19 yaşındayken, Ocak 1921’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu’ya geçti. İnebolu‘ya vardığında Anadolu halkının, özellikle köylünün çileli yaşayışını yakından gördü. Bu sırada Spartakistlerden Sadık Ahi (Mehmet Eti) adlı bir sosyalistle tanıştı ve ondan yeni fikirler öğrendi. Yedi günlük yaya yolculuk sonrasında Ankara’ya ulaştı. Ancak, cepheye gönderilmeyen Nazım Hikmet, Tedrisat-ı Taliye( Orta Öğretim) Müdürü Kâzım Nâmi’nin (Duru) yardımıyla 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi kısm-ı iptidai öğretmenliğine atandı. Burada bir süre öğretmenlik yaptı, Burada tanıştığı ağır ceza reisi vekili Ziya Hilmi’nin etkisiyle sosyalizme ilgisi artan Nazım Hikmet, çevrenin tutucu olması nedeniyle zorlandı, hatta Milli Mücadele’ye karşı padişahı destekleyen kişilerin düşmanlığını kazandı.
Ağustos 1921’de Bolu’dan ayrıldı. Düzce, Akçakoca, Zonguldak ve Trabzon’a geldi. Trabzon’dan geçmekte olan İtalyan bandıralı Kornilov vapuruyla 30 Eylül 1921’de Batum’a ulaştı. Burada bir süre kaldıktan sonra, yolculuğunda kendisine eşlik eden arkadaşı Vâlâ Nureddin‘in yanı sıra Batum’da tanıştığı Ahmet Cevat (Emre) ve Şevket Süreyya (Aydemir) ile Temmuz 1922’de Tiflis‘ten Moskova‘ya gitti. Nâzım Hikmet Temmuz 1922’de Moskova’ya vardığında Ekim Devrimi sonrasında başlamış olan Rus İç Savaşı’nın son ayları yaşanıyordu. Nâzım Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde felsefe, siyasal bilimler ve iktisat dallarından oluşan Marksizm-Leninizm eğitimi aldı.
Moskova’da SSCB‘nin ilk yıllarına tanık oldu. Rus avangart şiirini inceledi; Mayakovski, Bagritski, , Selvinski, İnber, Panov gibi edebiyatçıların eserlerini tanıdı. Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlendiği bu dönemde klasik biçimden sıyrılarak yeni bir biçim geliştirmeye başladı. Mayakovski’nin şiirlerini önceleri sadece dize kuruluşu yönünden tanıyıp etkilenen Nazım Hikmet, bununla ilgili şöyle diyecektir: “Başlangıçta hiçbir şey anlamıyordum ondan, çünkü Rusçam kötüydü. Şimdi de tümüyle anladığımı söyleyemem. Fakat basamak biçimindeki dizelerini taklit ediyordum. Mayakovski’nin şiiriyle benimki arasındaki ortak yanlar: İlkin, şiir ve düzyazı; ikincisi, çeşitli türler (lirik, yergisel vb.) arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasal dilin sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla. Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben.”
İşte Nazım Hikmet’in 1921’de Batum’dan Rusya’ya giderken yolda gördükleri açlık ve sefalet, 1.Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’daki açlık, kıtlık ve yoksunluğun yol açtığı insanlık dramından etkilenip Mayakovski’nin yazdığı bir şiirden etkilenmesi ve hece ölçüsünü bırakarak Türk şiirinde 1922’yılında serbest ölçüyle ilk kez yazdığı “Açların Gözbebekleri” adlı şiiriyle birlikte Türk şiirini hem biçim hem de içerik yönünden tamamen değiştirmesiyle Türk şiirinde bir devrime imza attı. Bu nedenle Türk şiirinde Nazım Hikmetle başlayan Toplumcu Gerçekçi şiir anlayışı şiirimizde ilk kırılmadır. Nazım Hikmet gelenekten beslenen ancak onu hem içerik hem de biçim yönünden değiştirip dönüştüren en büyük şiir atılımını yapmıştır. Bu yüzden 1. Yeni Nazım Hikmet ve onun getirdiği özgür (serbest) koşukla yazılan modern şiir anlayışıdır. Garip Şiiri 1. Yeni değildir. Yani şiirimizde ilk kırılma Nazım Hikmet’le başladı.1938 yılında Nazım Hikmet hapse atılana dek şiirleri lise edebiyat kitaplarında okutuluyordu hapse atılınca şiirleri ve kitapları yasaklandı. Bu yasak, 1968’e kadar sürdü.
1939 yılında şiirimizde ikinci kırılma Orhan Veli, M.Cevdet Anday ve Oktay Rıfat üçlüsünün başlattığı Garip hareketi ile oluyor. Üç arkadaş Varlık dergisinde ölçüsüz, uyaksız, şairanelikten uzak yeni bir şiir akımı başlatır (1941), Bu yoldaki şiirlerini Garip adlı bir kitapta topladılar. Garipçiler adıyla anılmalarının nedeni de budur. Garip akımı birçok genç izleyici bulduğu gibi, dönemin ünlü şairlerini de etkiler. Orhan Veli’nin yazdığı Garip önsözü, bir bakıma bu yeni şiir akımının bildirisidir. Ama bu üç şairin birlikteliği uzun sürmez. Kitabın ikinci basımı yalnız Orhan Veli’nin şiirleriyle yayımlanır (1945). Ayrıca Orhan Veli, kitabına “Garip İçin” başlıklı ikinci bir önsöz eklemek gereğini duyar. Orhan Veli de kitabının ikinci basımında sanat anlayışını gözden geçirmek gereğini duyacaktır. Özellikle şiirsel gelenek, biçim konularında daha esnek bir tutuma giren şair, ikinci kitabı Vazgeçemediğim’den (1945) başlayarak şiirini değiştirdiği görülür. “Kimi şiirlerde akıl çizgisinden duygu çizgisine kayılır, mizah ve şaşırtma bırakılır, yer yer uyağa ve sıfata başvurulur, sözcük tekrarlarından, müzikten yararlanılır. Hepsinden önemlisi, halk şiirinin dil ve deyişine özenilir” (Asım Bezirci). En ilginç gelişme ise özde olur. Toplumcu şiire yaklaşır Orhan Veli de.
Garip akımı, gerek ilk yıllarında, gerekse sonraları, değişik sanat anlayışlarına bağlı olanlarca değişik biçimlerde değerlendirilmiştir. Geleneğe bağlı olanlar, Orhan Veli ve arkadaşlarını şiiri ayağa düşürmekle suçlarken; toplumcular, Garipçileri, toplumcu şiiri engelleyen, yozlaştırmayı amaçlayan ve küçük burjuva duyarlığını geliştirmeye çalışan bir hareketin başlatıcısı olarak gördüler. Edebiyat tarihçileri ise, Garip akımını genellikle yeni şiirin başlangıcı saydılar.
Sonuç olarak Garip akımının Türk şiirinin gelişim sürecinde önemli bir yeri olduğunu vurgulamak gerekir. Orhan Veli ve arkadaşlarının özgür koşukla şiirler yazmaları, Türk şiirini yeni biçim ve söyleyiş olanaklarıyla zenginleştirmiş, sokaktaki insanın duyarlılığına açmıştır. Cemal SüreyaGaripçiler için şiire şapka giydirdiler derken, Attilâ İlhan da Garip, İnönü diktasının şiiridir, diyecektir.
Orhan Veli’nin 1950’de ölümü üzerine 1954’te üçüncü kırılma gerçekleşiyor. Başını Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç’un Edip Cansever, İlhan Berk ve Turgut Uyar’ın çektiği 1950’li yılların ortalarına doğru şekillenen ve günümüze kadar devam eden “İkinci Yeni” hareketi de bunlardan birisidir. 1955-1965 yılları arasında kendini hissettiren İkinci Yeni aslında ortak nitelikleriyle beliren bir akım değildir. Dünya görüşü, yetişme şekilleri ve beslenme kaynakları bakımından birbirinden çok farklı olan şairlerin yapıtlarında sonradan saptanan benzerliklere dayanılarak bu harekete “İkinci Yeni” adı verildi. Yani İkinci Yeni, Fecr-i Âti, Yedi Meşaleciler, Garipçiler gibi ortak bir bildirgesi olan veya belli bir dergide toplanan şairlerce önceden anlaşarak kurulmuş bir topluluk ya da hareket değildi. Bu şairler, birbirinden habersizce 1950’li yılların başından itibaren Yenilik, Yeditepe, Şiir Sanatı, İstanbul, A ve Pazar Postası gibi dergilerde dil, biçim, içerik ve söylem bakımından var olan şiirden tümüyle başka şiirler yayımlamışlardı. Böyle bir sürecin sonunda İkinci Yeni adını, Muzaffer Erdost 1956 yılındaki Pazar Postası dergisinde ilk kez kullanmıştı. Garip akımının şiiri basite indirgeyen tutumuna ve 1940 kuşağının toplumcu gerçekçi şair yazarlarına tepki olarak ortaya çıkan ve 1950’den sonra gelişen şiir akımıdır.
İkinci Yeni, alışılagelen şiir anlayışlarını ve dilini kıran bir harekettir. Dünyaya ve insana bakış, algılama ve düşünme biçimi, dil mantığı ve şiir biçimi bakımından önceki şiir anlayışlarına karşıdır. İkinci Yeni akıl ve mantığın dilini yıkarak onun yerine bilinçdışının dilini kullandı. Sezgisel olan bu dil, duyusal algılamanın sınırlarını aşar, kuralları yıkar. Bugün yazılan şiirin büyük bir bölümü İkinci Yeni’den beslenmektedir. Ancak onu aşabilecek bir şiir yaratılmamıştır.
80 Sonrası şiirin ilk kaynakları Üç Çiçek, Poetika, Şiir Atı, Fanatik, daha sonra Sombahar,Yönelişler, Kayıtlar, Geniş Zamanlar, Cönk, Sanat Olayı, Ayrım Şiir, Ludingirra, Nar, İpek vb. dergilerdir. Dergiler edebiyatın boy gösterdiği tek vitrindir. Polemikler, yeni anlayışlar, şiirler dergilerde yayımlanarak gündemi oluşturur. Bu dergilerde yazan Haydar Ergülen, Tuğrul Tanyol, Seyhan Erözçelik, ŞavkarAltınel, RoniMargulies, Metin Celal, Turgay Fişekçi, Hüseyin Ferhad, Oktay Taftalı, Sina Akyol, Mehmet Ocaktan, Enver Ercan, İhsan Deniz, Necat Çavuş, Osman Konuk, Hüseyin Atlansoy, Cafer Turaç, Ali Günvar, Vural Bahadır Bayrıl, Lale Müldür, Gülseli İnal, Âkif Kurtuluş, Mehmet Müfit, Adnan Özer …gibi şairler 1980 Sonrası şiirin ağırlıklı olan eğilimini temsil eden isimlerdir. Bu dergilerin çıkış bildirilerine bakmak, bu dergiler çevresinde toplanan, daha sonraki yıllarda ne denli ayrışık bir şiir yazdıkları apaçık ortaya çıkacak olan bu şairleri bir araya getiren ortak noktaların neler olduğunu görelim.
1. Her şeyden önce, gittikçe politikleşen, politikleştikçe sloganlaşan ve gündem dışı kalan şiiri yeniden gündeme çıkarmak.
2. Şiirin kuramsal ve güncel sorunlarını tartışma, genç kuşağın en özgün ürünlerine yer vermek.
3. Şiirin amacını belirlemek ve bunu yaparken şiirle ilgili(bireyci, toplumcu,vb.) sınıflamalardan kaçınmak.
4. Şiiri değişik okumalara açmak. Tek boyut’lu, tek doğru’lu, tek yüz’lü anlamaların karşısına, aklın ve algıların zenginliğini çıkarmayı denemek.
5. Şiiri bir araç değil, bir amaç olarak görmek: Önce Şiir
6. Şiir geçmişimize sahip çıkmak: İkinci Yeni de, 40 Kuşağı da, Divan şiiri de, Halk şiiri de bizimdir.
Peki, 80 sonrası, böyle bir ortamın dışında başka neler getirdi şiirimize? 80 öncesi Türk şiirinin egemen kanadında baskın olan anlayış, içeriğin her şey demek olduğu, biçimi içeriğin belirlediği anlayışıydı. Bu anlayış doğal ki, şiiri şiir yapan öğelerden ödün vermeye kadar varıyordu. Şiir âdeta demirden bir kozanın içine sıkışıp kalmıştı. Bu anlayışı besleyen toplumsal heyecan, 80 sonrası yerini kuşkuya ve belirsizlik ortamına bıraktı. Şiiri şiir dışı kültürlerle açıklayan yaklaşımın ortamdan çekilmesi, şiirin kendi içine çekilerek kendini sorgulaması sürecini de beraberinde getirdi. Biçimin şiirdeki önemi, şiir dili, içerik kaygısının şiirdeki tahribatı vb. konular, bu sürecin belirleyenleri oldu. Bugün artık, şiirin içeriğini oluşturan öğelerin, (tarih, şair, güncel olan vb.)şiirin açıklanmasında tali ve başvurulabilir farklı kültürel disiplinler olduğu kabul edilmektedir. İyi bir içerik yaratmak, bir bilgelik, bir ermişlik işidir, ama iyi içerik asla iyi bir şair yaratmamıştır. Şiiri şiir yapan temel öğe biçimdir. Biçimse, ritim, ölçü, ahenk gibi etki unsurlarıdır. Binlerce yıldır yazılan şiirlerde konu ve içerik hemen hiç değişmemiş olmasına karşın yazılan her şiir yenidir. Çünkü yeni bir biçimdedir. Bir tek anlam bile sonsuz kez çoğaltılabilir ve yeniden yazılarak yeni kalabilir ama hep yeni bir biçimle yeniden yazılarak. İşte bu biçim arayışı, şairde var olan yeni bir şey yaratma özgürlüğüdür. Bu da 80 sonrası şiirinde kendini gösteren en önemli kazanımdır.
80 sonrası dönemin şiirimize getirdiği önemli bir diğer kazanım ise, Türk şiir geleneğinin 80 öncesi göz ardı edilmiş çeşitli akımlarının getirimlerinden yararlanılarak şiir dilinin sınırlarını zorlayıcı çalışmalar içine girilmesidir. Kullanılan dilin ötesine gitme, farklı bir ritim yaratma isteğiyle arayışı buluşturma, şiir geleneğimizde zaten var olan öğeleri kullanarak yeni bir geleneğin temellerini kurma çabasıdır.
Salih Bolat, 80 Sonrası şiiri şöyle değerlendirir: “80’ler şiirinin tepkici ve yadsıyıcı olmaması, kendinden önceki bütün şiir deneyimlerini anlamaya ve kavramaya çalışması, onların tümünden etkilenmesi, onun geniş bir yelpaze oluşturmasına neden oldu. Elbette bu olumlu bir gelişmedir.”
Ahmet Oktay, 1980 Sonrası şiirinin ana hatlarını belirlerken şöyle bir ayrıştırma, sınıflama yapar:”1980 Sonrası şiirde belli başlı üç oluşum doğrultusu saptanabilir:
1. Siyasal boyutun ya iyice görünmez kılındığı / dıştalandığı ya da alt katmana çekildiği modernist, entelektüalist ve içrek(ezoterik) eğilimlere de sahip çıkan imgeci şiir
2.Tepkisel bir konuma yerleşen ve siyasal boyutu militanca vurgulayan toplumcu gerçekçi ve militan tavrı fazla öne sürmemesine rağmen öykülemeci olmayı tercih eden, yalın söyleyişi öne çıkaran, içrekçi öğelere uzak duran toplumsalcı şiir
3. Ezoterik ve politik içerimlere sahip olan, dünyevi olayları eleştirmesine rağmen son kertede maddesel yaşamı da tinsel kültürel yaşamı da uhrevileştirmeyi öngören metafizik / İslamcı şiir.
Baki Asiltürk ise kuşak kavramı üzerinde yoğunlaşarak “80 kuşağı” şiirini sınıflayarak sekiz anlayış üzerinde durarak inceliyor. 1.İmgeci Şiir, 2.Anlatımcı (Narrative) Şiir, 3.Folklorik ve Mitolojik Şiir, 4.Mistik-Metafizikçi Şiir, 5.Gelenekselci Şiir, 6.Toplumcu Gerçekçi Şiir ve Yenibütün, 7.Beatnik-Marjinalci Şiir, 8.Yeni Garipçi Şiir (1980 Kuşağı Türk Şiirinin Poetikası, Toroslu Kitaplığı, 2006)
12 Eylül askeri diktatörlüğünün getirdiği baskı ve sansür 80’li yıllarda şiirimizde bir içe kapanmayla birlikte sosyal ve toplumsal olay ve olgulara sırt çevirme sonucu şiirde yaşanan bu tıkanıklığa 1988 yılında Broy dergisinde yayımlanan Marksizm’in ufkundaki bireyi hedef alan, Veysel Çolak, Metin Cengiz, Seyyit Nezir, Hüseyin Haydar ve Tuğrul Keskin imzalarıyla yayımlanan “20.yy Türk Edebiyatında son manifesto ” özelliğindeki bildiriyle ortaya çıkan Yenibütüncü Şiir akımı şiirimize yeni bir soluk getirmiştir. Manifestosunun yayınlandığı yıllarda Türkiye’de Nâzım Hikmet‘in şiirlerini bile bulundurmaktan insanların çekindiği bir döneme denk gelmesi açısından da dikkate değerdir.
Bildiri ile getirilen şiir önerisinde; insandan, doğadan, yaşamdan ve bunların geleceğinden yana bir tavır geliştirilir. Emperyalizme ve kapitalizme karşı çıkılarak bireyin önemine vurgu yapılır. İnsanın kültürel yenilenmesi, yaşamın da yenilenmesi olacağına açıklık getirilir. Cemal Süreya 999 Yüz adlı kitabında “Hepimiz Yenibütüncüyüz.” demiştir. Ancak belli bir süre sonra Yenibütüncü Şiir manifestosunda imzaları olan şairlerin yolları ayrılmış, günümüzde bu anlayışa sahip çıkan ve bu doğrultudaki şiir poetikasını sürdüren tek şair Veysel Çolak’tır.
Baki Asiltürürk’ün bu geniş açılımlı çalışması, 80 Sonrası şiirinde akım özelliği olan belirgin bir yoğunluğun olmadığını göstermektedir. Baki Asiltürk’ün akademik bir çalışması olan ve objektif bir bakış açısıyla kaleme aldığı kitabında yaptığı bu sınıflandırmada ben daha çok 80’den sonra günümüze dek gelen şiirimizde bana göre şu beş şiir anlayışı ağırlıklı olarak küçük nüanslarla olsa bile varlığını sürdürüyor.
1.İMGECİ ŞİİR: Baki Asiltürk, imgeyi “Duyduğumuz veya okuduğumuz bir söz yoluyla zihnimizde oluşan görüntü, dünyada gördüklerimizin zihnimizdeki yansıması” diye tanımlar. Veysel Çolak ise imgeyle ilgili :”İki sözcüğün buluşmasından(bağdaştırmalardan) çıkar imge. Bu iki sözcük, üçüncü bir sözcük oluşturur. İşte imge, sözcüklerde olmayan, çağrışım olarak açığa çıkan o üçüncü sözcüktür denilebilir. İmge, dile düş gördürür.” tespitinde bulunur. Öteki edebiyat türlerinde de yer almakla birlikte şiirde önemli bir payı vardır imgenin. Çünkü imge, şiirde söylem ve anlam bütününün oluşturucu bir öğesidir. Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinde en çok bilinenlerden olması bakımından Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş”, Ziya Osman Saba’nın “Sebil ve Güvercinler”, A.Hamdi Tanpınar’ın “Her Şey Yerli Yerinde”, A.MuhipDranas’ın “Olvido”, Behçet Necatigil’in “Solgun Bir Gül Oluyor Dokununca”, Attila İlhan’ın “Cinayet Saati” adlı şiirleri imge şiirinin örnekleri olarak hatırlanabilir. Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Metin Celal, Akif Kurtuluş, Seyhan Erözçelik, Enver Ercan, Mehmet Müfit, Sina Akyol, Veysel Çolak, Adnan Azar, Engin Turgut, Ahmet Güntan, Sami Baydar, Nilgün Marmara, Turgay Kantürk gibi şairler, 1980 sonrası imgeci şiirin temsilcileri sayılırlar.
MİSTİK – METAFİZİKÇİ ŞİİR : 1980’lerde gündemde olan, o yıllarda ve sonrasında çok tartışılan, sözü edilen şiir anlayışlarından biri de mistik- metafizik kaygıları öne çıkaran tavırdır. Ahmet Oktay, mistik- metafizikçi eğilimli şairlerin modern şiirle ilişkisini şöyle değerlendirir:” 1980 sonrasında büyük ivme ve işlerlik kazanan İslamcı şiir, belki zamanla çekilme olanağı bulabileceği Kur’anî- Sünnî söylem ve format içinde değil, ironik biçimde modernist şiire eklemlenerek atılım yapmıştır. Gerçekten de Arif Ay, İhsan Deniz, vb. gibi İslamcı şairler, Mehmet Âkif’ten ya da 1960’ların Necip Fazıl’ından değil, Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi modernist şiirin deneyimlerinden geçmiş ve Batı şirinin anlayışlarından büyük ölçüde etkilenmiş şairlerinden kalkmıştır.” 1980 sonrası mistik- metafizikçi anlayışın önde gelen isimleri arasında İhsan Deniz, Necat Çavuş, Ali Günvar, Hüseyin Atlansoy, Osman Konuk, Mehmet Ocaktan, Cafer Turaç, Arif Dülger, Cahit Koytak gibi şairlerin yanı sıra Lale Müldür, Günseli İnal da dahil edilebilir.
TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞİİR ve “Yenibütün” : Cumhuriyet döneminde toplumcu gerçekçi şiir anlayışı kökenlerini daha çok Nazım Hikmet ve Ahmet Arif gibi şairlerde bulur. 1940’larda 1960’larda ve 1970’lerde dönem dönem bu anlayış Türk şiirinde egemen olmuştur. Bu şiir anlayışının sürdürücüleri, poetik estetik eğiliminin dışında durmayı daha çok içeriği esas alarak bağlı bulundukları dünya görüşü ekseninde şiir yazmayı yeğlemişlerdir. Bir estetik anlayışları olsa bile bu, dünya görüşünün, doktriner bağlanmanın sınırladığı bir anlayıştır. 1970’lerde geliştirilen bu söylem, 1980’lerde büsbütün terk edilmiş değildir. Her ne kadar 1980’lerde, 1970’lerdeki anlamıyla toplumcu söyleme tepki olarak farklı söylemler öne çıkmışsa da gerek eski kuşaktan gerekse yeni kuşaktan şairlerin toplumcu anlayışı sürdürdükleri bilinmektedir.1980’lerde özellikle Ahmet Erhan, Salih Bolat, Metin Cengiz, Hüseyin Haydar, Orhan Alkaya, Ali Cengizkan, Nevzat Çelik, Ali Asker Barut bu anlayışın temsilcileri olarak anılabilir. Toplumcu gerçekçi anlayış 1980’lerde kimi zaman önceki dönemin etkisinde, kimi zaman da yenilikçi eğilimlerle varlığını sürdürmüştür. 1980 sonrası şiirde ortaya çıkan bütün anlayışlarda olduğu gibi toplumcu şairlerin şiirlerinde de katı bir sınırlılık yerine şiir anlayışlarındaki geçişmeler izlenmektedir.
1980’lerde, 1970’lerden akarak veya yeni zamanların nabzını tutarak toplumcu söylemin kristalize edildiği metin “Yenibütün: Kendini Biriktiren Bireyin Şiiri” başlıklı manifestodur (1988 Broy dergisi). Bu manifestoya bazıları 70 kuşağına mensup Veysel Çolak, Seyyit Nezir; bazıları da 1980’lerde şiir dünyasına katılan Metin Cengiz, Hüseyin Haydar, Tuğrul Keskin gibi şairler birlikte imza koymuşlardır. “Yenibütüncü Şiir” hareketi zamanlama açısından gecikmiş bir hareket olarak değerlendirilebilir. Manifestoda ileri sürülen “birey ve toplumun iç içeliği, bireyin zamanı iyi algılayabilmesi, günün olumsuzluklarına itirazlar, öznenin zekâsına ve yüreğine duyulan gereksinim” gibi belirlemeler1980’lerin başlarından itibaren zaten nitelikli şiirin peşinde koşan şairler tarafından sık sık söylenmiştir. Ancak dönemin dalgalı ve kaypak konjonktürü içinde bunu başaramayan bazı şairlerin Yenibütüncü süreçten dönmeleri (Metin Cengiz gibi.) üzerine herkes kendi dünya görüşünü değişik biçim ve üslûplarla dile getirmeye başlar. Manifestodaki imza sahiplerinden Veysel Çolak, yıllar içerisinde şiirini geliştirdiğine inandığından “Yenibütün” le sınırlı olmasa da manifestoda belirtilen eksikler giderilinceye kadar Yenibütüncü bir şair olarak kalacağını belirtir.
BEATNİK – MARJİNALCİ ŞİİR : 1950’lerin sonlarıyla 1960’ların başlarında Amerika’da gelişen “Beatgeneration” hareketi, uçlarda yaşayanların dünyaya bakışlarını, kurallara karşı çıkışı, isyankârlığı, aykırılığı temel alan alternatif bir yaşam biçimi ve edebiyat anlayışı getirmişti. Başlangıçta yaşamda ve edebiyatta özgürlük olarak başlayan bu anlayış, zamanla bir çözülmeye yol açarak sözcüklerin hesapsız, disiplinsiz, gelişigüzel kullanımı sonucunu doğurmuş; bu da yapaylığa zemin hazırlamıştır. Şirin bir ruh çarpıntısı, bilinç akışı, kuralsızlık olduğuna inanan beatnikler, bizim şiirimizde 1980’lerden önce Ece Ayhan ve Can Yücel’in şiiri üzerinde etkili olmuştur. Bu şairlerde kimi zaman aykırılığı merkeze alan bir içerik ve söyleyiş, kimi zaman sözcük seçimi, kimi zamansa geleneği şiddetle reddetme bağlamında etkili olan hareket, 1980’lerde yer yer Lâle Müldür’ü de etkilemiştir. Bu anlayışa yaklaşan başka isimler de vardır ama; bütün yönleriyle düşünüldüğünde 1980’lerde beatnik şiir anlayışını küçük İskender’in temsil ettiği söylenebilir. Onun şiirleri dönem içerisinde aykırılığa, argonun uç noktalarına uzayan bir söyleyişle hatta kimi zaman kaba küfürlü sözlere yaslanan yönleriyle ilgi çekmiştir.
5.HECE GELENEĞİNİ SÜRDÜREN ŞİİR: Köroğlu, Karacaoğlan, Erzurumlu Emrah, Seyrani, Ruhsati, Dadaloğlu, Âşık Veysel, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Feymani, Neşet Ertaş, Mahzuni Şerif, Şeref Taşlıova gibi şairlerinden süzülüp gelen “Âşık Tarzı Halk Şiiri” geleneği, bugün de varlığını sürdürmektedir.
- Yüzyıllık şiir tarihimizde şiir toplulukları ya da bölümlendirmelere göre sizce şiir en çok hangi yıllarda itibar görmüş ve en çok hangi yıllarda itibar kaybetmiştir? Ya da yüzyıl boyunca hiç itibar kaybetmiş midir?
Halil İbrahim Özbay: Ben şiirin böyle, daha çok itibar gördüğü ya da itibar kaybettiği ‘kesin bir zaman çizgisi’ olduğunu düşünmüyorum. Dün şiirin kıymete bindiği ya da sorunlu görüldüğü nokta her neyse, bugün de aynıdır. Şiirin geniş kitlelere ulaşmasındaki en büyük dezavantajı –ki bir çelişki gibi görünse de bu aynı zamanda şiirin en büyük gücüdür- muhalif bir damar taşıması; iktidara biat eden, en azından ona itiraz etmeyen, sesini çıkaramayan çoğunluk tarafından ‘öcü’ olarak algılanmasıdır. Ayrıca iyi şiir yüksek bir kültürü gerektirir. İyi şiirden zevk almak, en az o şiire emek harcayan şair kadar alın ve yürek teri gerektirir ki bu eziyet!e katlanacak insan sayısı, işte gerçek şiir okurunun sayısı kadardır. Hemen hemen her dönemde ve her toplumda ne yazık ki böyledir bu. Geri bırakılmış coğrafyalarda durum biraz daha vahimdir o kadar.
Dilek Özkan: Türk şiiri 1929’larda başlayıp 1941’de Garip’le yenilenip büyük bir yükselişe geçmiştir. 1950’lerin sonlarına doğru da İkinci Yeni akımının parlayışını, bu akım içinde şiire başlayan gençlerin 1970 ‘lerde yeniden toplum sorunlarına yönelen bir şiiri öne çıkarmışlardır. 60 yıl gibi kısa bir zaman diliminde, böylesine çok yönlü bir şiir birikimi dünyada görülmemiştir. Gitgide şiirin itibarını yitirdiğini düşünüyorum.
W. B. Bayrıl: Modernleşme, büyük şehirlerin oluşması, kapitalist üretim biçimi ve ilişkilerinin yayılımı, şairin daha önceki devirlerdeki “konumunu” sarsmıştır. Bu da doğaldır. Baudelaire’den bu yana modern şairlerin karşılaştıkları ve buna karşı çeşitli stratejiler geliştirdikleri bir durumdur bu. Türkçenin şairleri de bu yükselen toplumsal dalga üzerinde ellerinden geldiğince surf yapmayı becermişlerdir. Entelektüellerin cehaleti ve çapsızlığına, üniversitelerin ödlek bürokrasisine, kitle iletişim araçlarının süfli iklimine, yayıncılık sektörünün en aşağılık düzeyde ilkel kapitalist koşullarda çalışmasına karşın başarılmıştır üstelik bunlar. Şiirin itibara değil iyi esere ihtiyacı vardır. İyi şiir okurları da zaten, Paz’dan ödünç alarak söylersem, “ucu bucağı olmayan bir azınlıktır” her devirde.
Özlem Tezcan Dertsiz: 1950’li yıllarda hangi şairin hangi dergide şiir yayımlayacağını takip eden bir okuyucu grubu varmış. Şaire, yazara, sanata saygı daha büyükmüş. Bunları geçmiş dönemin kitaplarında okuyoruz. Belki o dönem şairlerine sorsak, onlar böyle olmadığını söyleyecektir. Ah bir de 2000’leri görseler… Kitabevlerindeki en küçük raf şiir kitaplarına ayrılıyor. Yayınevleri şiir kitabı basmak istemiyor. Şiir kitapları satmıyor. Gençler, şairleri tanımıyor. Şairler şairleri okumuyor. Şiir edebiyatın üvey çocuğu olarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yine de şiir küllerinden doğar. Zaman, gerçek şiire mutlaka itibarını geri verir.
Dizdar Karaduman: Şiirin en çok saygınlık gördüğü yıllar, 60 ve 70’li yıllardır. 1961 anayasasının sağladığı bir özgürlük ortamı içerisinde, Nâzım Hikmet’in kitaplarının basımı üstündeki yasakların kalkması ve yayımlanmasının serbestleşmesi, güncel, düşünsel, siyasal dergilerin yoğun olarak yayımlanabildiği ve gündemi belirlediği bir ortamda ülkenin siyasal ve sosyal koşullarının toplumcu şiiri yeniden canlandırması, başta Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif gibi toplumcu şairlerin kitaplarının yeni baskılarının yapılması, toplantı gösteri ve mitinglerde bu şairlerin şiirlerinin büyük kitleler önünde okunması son derece önemlidir. Özellikle Fransa’da başlayan özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm amaçlı gençlik eylemleri bizim de edebiyatımızı ve genç şairlerimizi etkilemiş; güncel, düşünsel, siyasal dergilerin yoğun olarak yayımlanabildiği ve gündemi belirlediği bir ortamda “Yeni Gerçek”, “And”, “Halkın Dostları”, “Militan” gibi dergiler etrafında toplanan şairler şiir anlayışlarını ve ideolojilerini bu dergilerde açıklamaya çalıştılar. Başlangıçta kendileri de etkilenmekle birlikte, kapalı, soyut, imgeli İkinci Yeni şiirini eleştirmişlerdir. Bunda dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi 60’ların ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan politik hareketliliğin de etkisi vardır.
Marksist felsefeyi benimseyen, toplumcu gerçekçi (sosyalist gerçekçi) bir bakış açısıyla şiirler yazan şairlerden Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Süreyya Berfe ve Özkan Mert, 1969’da Ant dergisinde “Toplumcu Genç Şairler Savaş Açıyor” başlıklı söyleşiyle İkinci Yeni şiirine karşı çıkmış ve toplumcu bir şiir anlayışını savunmuşlardır. Bu şairlerin anlayışları 70’li yıllara da genel olarak hâkim olmuştur. 70’lerde folklorik öğelere de yönelinmiştir. Şairler daha çok sosyal yaşamı, güncel politikayı konu edinen, yerleşik düzeni yeren, halkın ve işçi sınıfının sorunlarını politik bir bakışla ortaya koymaya çabalayan şiirler yazmışlardır. Nazım Hikmet’in toplumcu gerçekçi şiir anlayışının izlerinin görüldüğü ve Marksist ideolojiyi savunan sanatçıların ”Yeni Gerçek”, ”And”, ”Halkın Dostları”, ”Militan” gibi dergiler etrafında bir araya gelerek oluşturdukları sanat anlayışıdır. Şairler kendilerini toplumun sözcüsü olarak görmüşler, biçimden çok içeriği öne çıkarmışlardır. Savundukları düşünceyi şiirlerinde söylev havasında sloganlaştırarak işlemişlerdir. Şiirleriyle kitleleri harekete geçirmeyi amaçlamışlardır. Şiir, toplum bilincini uyaran ve toplumu dönüştüren bireysel bilincin sesidir. Şiir, sosyal ve politik sorunlar karşısında bireyin eleştirel duruşunu ve özgürlük arayışını yansıtmalıdır. Toplumcu Şiiri savunan şairlerde; 1940 toplumcuları ve Nazım Hikmet, gibi şairler arasında şiire toplumsal bir görev yükleme bakımından bir ortaklık söz konusudur. Ataol Behramoğlu,İsmet Özel, Özkan Mert, Nihat Behram, Refik Durbaş, Süreyya Berfe, Metin Eloğlu, Özdemir Asaf, Can Yücel, Gülten Akın, Hasan Hüseyin, Ahmet Oktay, Hilmi Yavuz, Metin Altıok… gibi şairleri sayabiliriz. Şiir, bu dönemde siyasal ve sosyal ortamın da etkisiyle hem miting alanlarında hem de kapalı salon toplantılarında kitleleri coşturmak ve harekete geçirmek için kullanılmış, özelikle de toplumcu şairlerin yayımladığı şiir kitapları okur kitle tarafından büyük bir ilgiyle okunmuş, üst üste yeni baskıları yapılmıştır. Özellikle Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı onlarca baskı yapmıştır.
- Geçtiğimiz yüzyılda dünyada en çok tanınan şairlerimiz kimlerdir? Ülkemizde yüzyıl boyunca en çok hangi yabancı şairler okunmuştur? Sizce şiirimizi dünyaya yeteri kadar tanıtabildik mi?
Halil İbrahim Özbay: Dünya ölçeğinde bakacak olursak, bu soruya vereceğimiz en net yanıt kesinlikle ve açık ara Nazım Hikmet’tir. Dünya ölçeğinde Nazım’ın tanınıyor olması, onun diğer şairlerden daha iyi olduğu savından çok, devrimci yönünün daha ağır basıyor olmasındandır diyebilirim. Şiirimizin güçlü kalemlerinden, önemli köşe taşlarından Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın, sınırlarımızın dışında Nazım kadar tanınmıyor olmasındaki en önemli etken, bence şiirin başka dillere çevrilirken kaybettiği gücüyle, rengiyle, derinliğiyle ilgilidir. Bu anlamda şiir maalesef, düzyazıya göre daha nasipsizdir. Nazım’ın şiirleri taşıdığı potansiyel ve mesele itibariyle bunu daha az kayıpla atlatabilecek yapıya, bir söyleyişe, bir evrenselliğe sahiptir. İkinci Yeni şairlerinin şiirlerinde yarattığı atmosfer, daha çok onu yarattığı dilin, bir daha yaratılamaz, başka bir araçla söylenemez duyuş ve söyleyişine dayanmakta ve belki de bu da onları yalnızca o dille yükseltmektedir. Bu, şiirimizi dünyaya hangi ölçüde tanıtabiliriz sorununu da bünyesinde barındırmaktadır. Belki Nobel’e bir şairden önce, bir romancımızın uzanmış olmasını da açıklayabilir bu durum.
Bizde en çok okunan yabancı şairlere gelecek olursak, elimde bu konuyla ilgili kesin bir istatistiki bilgi olmamakla birlikte, en çok çevrildiğini ve kitaplarının bir çok baskısının yapıldığını düşündüğüm Baudelaire, Verlaine, Valery, Mallerme, Aragon, Lautreamont, Edgar Allan Poe, Neruda, Lorca, Mayakovski, Seferis, Rilke, Rimbaud, Shekespeare gibi şairleri sayabilirim ki bu isimler, aynı zamanda şiirimizi etkilemiş, şairlerimize yön vermiş yol açıcı sanatçılardır.
Dilek Özkan: Dünyada en çok tanınan şairlerimiz arasında Nazım Hikmet, Attilâ İlhan, Ataol Behramoğlu, Can Yücel gelir.
Türkiye’de okunan yabancı şairler ise Edgar Allan Poe, Baudelaire, Louis Aragon, Borges, Pablo Neruda, William Shakespeare, Garcia Lorca, Mayakovski, Yorgo Seferis, Sylvia Plath, Rilke, Rimbaud
Bu bir gerçek ki Türk şiirini dünyaya yeterince tanıttığımızı düşünmüyorum. Değişen dünya düzeninde ise şiirin bir etkisinin kaldığı söylenemez.
W.B.Bayrıl: Elbette ilk akla gelen Nazım Hikmet’tir. Ama onun tanınmasında Türkçe ve Türk edebiyat ortamının hiçbir katkısı olmamıştır. Türk devletinin zulmü ve uluslararası bir hareketin parçası olması onu tanınır kılmıştır. Bir başka dünyaca ünlü şairimiz ise, çok tuhaf Rumi’dir. Yani Mevlana. Yurt dışına çıkıp, kitapçı gezenler bolca Rumi çevirisi bulabilirler. En çok okunan yabancı şairler kimdir sorusuna, buna yayıncılık istatistikleri yanıt verebilir ancak. Fakat bildiğim bir şey var; Türkçe çeviri şiir dünyası bir felakettir. Çoğunlukla o kadar kötü, basiretsiz, yetersiz çevirilerle karşı karşıyayızdır ki, keşke çevrilmese demişimdir bir çok şairin Türkçedeki çevirisini okuduğumda. Şu sıralar bu konuda iki muazzam başarılı örnek var; okura hatırlatmak isterim. T.S. Eliot Bütün Şiirleri ve Celan Seçme Şiirleri… Her ikisini de Cem Yavuz çevirdi.Eline, aklına, yeteneğine sağlık. Yayınevlerini de uyarıyorum, bu seviyede çeviri yapamıyorlarsa/ yaptıramıyorlarsa çeviri şiir yayınlamasınlar lütfen. Artık yeter.
Şiirimizin tanıtılmasına gelince, boş verin. Olmayacak işler bunlar. Hiç bulaşmayalım. En basit yurtdışında yayınlanmış antolojiye bakmanız bile bunun neden yapılamayacağını anlamanızı sağlayacaktır. Onun yerine tek tek iyi şairlerin seçme şiirlerini yayınlayalım birkaç dilde. Olursa, bu yönden bir şeyler olacaktır. Yoksa modern şiir çerçevesinde, Türk şiirinin toplu bir resmini vermek mümkün görünmüyor bana.
Özlem Tezcan Dertsiz: Sorunun net ve tek bir yanıtı var: Nâzım Hikmet. Dünyada ve ülkemizde en çok tanınan şairimiz Nâzım. Onun yanına Ataol Behramoğlu’nu ekleyebiliriz. Son dönemden Bejan Matur, Müesser Yeniay ve Nurduran Duman’ın da yurt dışında tanındığını kitaplarının başka dillere çevrildiğini söyleyebilirim. Şiirimizi dünyaya yeterince tanıttığımızı düşünmüyorum. Çünkü bu yalnızca şairle, şiirle ilgili değil ülkenin tüm birimleriyle, bakış açısıyla, yönetimiyle ilgili bir konu…
Bizde okunan yabancı şairler denince de aklıma; Edgar Allen Poe, Aragon, Neruda, Baudelaire, Lorca, Kavafis, Adonis, SilviaPlath, İngeborghBachman, AnnaAhmadova geliyor.
Dizdar Karaduman: Dünyada en çok tanınan şairlerin başında Nazım Hikmet geliyor. Onun şiirleri dünyanın pek çok diline çevrilmiş, ezilen, sömürülen büyük insanlık tarafından biliniyor ve sevilerek okunuyor, Nazım Hikmet’ten sonra bildiğim kadarıyla dünyada en çok tanınan şairlerimizden biri de Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. Dağlarca’nın yanı sıra Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Ece Ayhan, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Oktay Rifat, Can Yücel, Ece Ayhan, Hulki Aktunç, İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Enis Batur, Cevat Çapan, Ataol Behramoğlu ve Edip Cansever gibi şairlerin kitapları İngilizce ve birkaç yabancı dile çevrilerek dünyada tanınmasına neden oldu., Ülkemizde en çok okunan yabancı şairlerin başında Baudelaire, Rimbaud, Aragon, Mallerme, Brecht, Lorca, Adonis, FuruğFerruhzad, Mayakovski, Ritsos, Neruda, Borges, Octavıo Paz, Mıstral, Darío, Vallejo, Guillén gibi şairler gelmektedir. Bence Türk şiiri dünyanın önemli şiirlerinden biridir. Ancak ülkemizde uygulanan kültür politikalarının şaire ve şiire olumsuz yaklaşımı yüzünden yeterince dünyaya tanıtılamadığı da bir gerçektir.
- Geçtiğimiz yüzyılda sizce şiire/şaire yönelik baskı ve sansürün en yoğun olduğu yıllar ne zamandı?
Halil İbrahim Özbay: Özellikle sansüre ve zorbalığa dikkat çekmek amacıyla, biraz da vurucu olmasını umarak şu kısa yanıtla karşılamak istiyorum bu soruyu: İktidarı ve onun kurumlarını övmediği sürece şiir/şair tarih boyunca her türlü baskıya maruz kalmıştır ve de kalmaya devam etmektedir.
Yani şair, “vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Dilek Özkan: 1940’lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri gibi önemli olaylar iç politikada siyasal bir baskının oluşmasına ve bir noktada güdümlü bir sanat anlayışının yaratılmasına neden olmuştur. Toplumu bilinçlendirmek ve gerçekleşmesini hedefledikleri “ideolojik yapı”ya kavuşturmak arzusuyla şairler ve yazarlar, oluşturdukları eserleri dergilerde yayımlamaya başlarlar. Ancak bir iki sayı yayımlanmadan kapatılır dergiler. Sonrasında bu yazıları şiirleri kaleme alan kırk kuşağı sanatçılarının hapishaneye, sürgüne gönderilme süreçleri başlar. Örneğin Nazım Hikmet yazdığı şiirlerden dolayı yıllarca hapishanelerde yatmıştır. Toplumcu kırk kuşağı şairlerinden hemen hemen hepsi cezaevlerinde tutuklu kalmış ya da sürgüne gönderilmişlerdir.
W.B.Bayrıl: Sansür ya da baskı, bunlara inanmıyorum. Kim şiiri sansür edebilir yahut şiir yazılmaması için baskı yapabilir? Yapsa, neyi başarabilir? Bunu Stalin bile başaramadı, bütün o andavallığına rağmen. İyi şair bunların hepsini bir hamlede boşa çıkarır. Vasat şairler ise sızlanıp, bundan rant devşirmeye çalışır. Şiire kimse kötü bir şey yapamaz. Şairler hariç!
Özlem Tezcan Dertsiz: Şiir/şair muhaliftir. Sanatçılar geçtiğimiz yüzyılın hemen hemen her döneminde baskı ve sansüre maruz kalmıştır. Nâzım’ın ve o dönem kalemlerinin yaşadıkları, 80’lerde pek çok sanatçının başına gelenler aklıma ilk gelen baskı ve sansür yılları oluyor. Çok da geriye gitmeye gerek yok. Ahmet Telli’nin davası hâlen sürüyor.
Şiir özgürdür. Baskı ve sansüre hiç boyun eğmedi, bundan sonra da eğmeyecektir.
Dizdar Karaduman: Şair ve şiir iktidara ve onun zihniyetine karşı muhalif bir duruş gösterdiği sürece şairler, iktidarlarlar tarafından daima baskı altında tutulmuş, hapislerde yatmış, sürgünlere gönderilmiştir, bunlarla yetinilmemiş katledilmiştir de. Hem dünya şiirinde hem de bizim şiirimizde bunun sayısız örnekleri vardır. Cumhuriyet döneminde şiire ve şaire en çok baskı ve sansürün uygulandığı yıllar, 40 lı ve ellili yıllarla 12 Eylül döneminin sürdüğü yıllardır. Bu yıllara baktığımız da1938’den sonra 1963’e kadar Nazım Hikmet’in şiirlerinin ve kitaplarının yasaklandığını görürüz, 1929’da Nazım Hikmet’in “835 Satır”, Jakond ile Sİ-YA-U”, 1930’da “Varan 3”, “1+1=1(Nail V.Çakırhan’la ortak kitap), 1931’de “Sesini Kaybeden Şehir”, “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”, 1933’te “Gece Gelen Telgraf”, 1936’da “ Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” yasaklanır. 1929’da Nail V. Çakırhan’ın “Ateş Yağmuru”, Yine 40 Kuşağı Toplumcu Gerçekçi şair ve yazarlarımızdan Sabahattin Ali yazmış olduğu Memleket Haberleri adlı şiirinden ötürü tutuklanır. Ardından 1943’te A. Kadir Meriçboyu, “Bir İnsan” adlı şiiri yüzünden kovuşturmaya uğrar ve ilk çıkardığı şiir kitabı Tebliğ sıkıyönetim tarafından toplatılır ve tutuklanır, ardından beş yıl sürgüne gönderilir. Yine Rıfat Ilgaz 1944 yılında “Sınıf”, 1948’de “Yaşadıkça” 1953’te “Devam” adlı kitapları nedeniyle tutuklanır ve kitapları yasaklanır. Hasan İzzettin Dinamo “Tren “ ve “Vatan Şarkısı şiirlerinden dolayı kovuşturmaya uğrar, tutuklanır. Cahit Irgat 1947’de “ Rüzgarlarım Konuşuyor” ve 1952’de “Ortalık” adlı kitapları yasaklanır. 1951’de Sabiha Şendil’in “Değil”, Suat Taşer’in “Önce Sonra”YetkinAröz’ün “Bozuk Düzen” 1954’te İlhan Berk’in Günaydın Yeryüzü adlı kitabı, 1957’de Arif Damar’ın “Günden Güne”, Melih Cevdet Anday’ın “Yan Yana”, “Tohum(1958) Şükran Kurdakul’un “Giderayak” kitabı ile Milli Kurtuluş Şarkısı” şiiri, Metin Eloğlu’nun “Sultan Palamut” adlı kitapları kovuşturmaya uğrar, şairler yargılanır, kitapları yasaklanır.
Bütün 40 Kuşağı toplumcu şairlerinin baskılara, sürgünlere uğradığını, Başta Nazım Hikmet olmak üzere Hasan izzzettin Dinamo, Enver Gökçe, Rıfat Ilgaz, Sabahatin Ali, Kerim Korcan, Ahmet Arif, A.Kadir, Arif Damar gibi şairlerin , hapislere atıldığını, kitaplarının yasaklandığını 40’lı ve 50’li yıllar son derece önemlidir. Daha sonra ise yasaklar, sürgünler ve cezaevleri 60-70 kuşağı şairlerine de gelecektir Bu kuşak şairleri 12 Eylül askeri diktatörlüğünde de baskı ve yasaklara uğrayacak, tutuklanacak, kitapları toplatılacaktır.
1965 yılında Ercüment Behzat Lav’ın “S.OS” adlı kitabı, Nazım Hikmet’in “Saat 21-22 Şiirleri” ve “Dört Hapishaneden”, 1966’da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Horoz” ve İkili Antlaşma Anıtı” , Hasan Hüseyin’in “Kızılırmak”, Aşık İhsani’nin “ Yazacağım” adlı kitapları; 1968’de Tekin Sönmez’in “Dokularımızın Mataematiği”, Metin Demirtaş’ın “Che Guevara”, Arif Damar’ın “Vietnam, “ Che İçin, “Dayanılmaz”, Talip Apaydın’ın “ Eski Kapı” adlı şiirleri yasaklanır, şairler kovuşturmaya uğrarlar. Nihat Behram’ın 1971’de “Yalnız Değiliz”, 1972’de “Gecenin Gölgesinde Ayrılık”, “Üç Dağa Ağıt” ve “Tutanaklar I-II” , “Kanayan Üzümler”, “Ölüm Nereden Gelirse Gelsin”, “Bahardı I-II”, “Ölümsüz”i Dövüşe Dövüşe Yürünecek adlı şiirleri yasaklanır.
Özkan Mert, 12 Mart 1971’de Sıkıyönetim Askeri Mahkemes tarafında sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır ve 1972’de “Kuracağız Her Şeyi Yeniden” adlı ilk kitabı toplatılır. 1979’da Attila İlhan’ın “Böyle Bir Sevmek”, 1979-80 yıllarında Yaşar Miraç’ın Trabzonlu Delikanlı”, “ Taliplerin Ağıdı” ve “Gül Ekmek”; 1980’de Tekin Sönmez’in “Ferhat’ım Şirinim”, “Kanatsız Kuş”, Ataol Behramoğlu’nun “Ne Yağmur Ne Şiirler”; 1982’de Muzaffer Özdemir’in “Çelik Renkli Şiirler”, 1983’te Ozan Telli’nin “ Şahince”, 1984’te Can Yücel’i “Renkahenk”, 1988’de Adnan Yücel’in “Aşkın ve Güneşin Çocukları”; 1995’te Küçük İskender’in “666” adlı kitapları toplatılır Görüldüğü gibi yasaklanan, toplatılan kitapların çoğu dönemin iktidarına muhalif olan şairlerdir. Bunların büyük bir kısmı, tutuklanmış, hapiste yatmış, sürgünlere gönderilmiştir.