Yazımın başlığının ilk yarısı, bir romanın adıdır, bilenler bunu biliyor. Başlığımın ikinci yarısındaki ‘yeni’ ve ‘yine’ sözcüklerini, bir kaygımı gösterdiklerinden yan yana kullandım. Giorgio Manganelli, çokça yararlandığım Düzyazının İnce Sesi (çev. Eren Yücesan Cendey) kitabında, “Bir yazın uygarlığı okumalardan oluşmaz yeniden okumalardan oluşur; belki de, yalın biçimde söylersek uygarlık budur.” der. Bu cümledeki ‘yeniden’ okumak, ‘tekrar’ okumak ise ‘yine’ öncesinde mutlaka bir ‘yeni’ okuma olmalı derim.

Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü kitabıyla karşılaştığımda Italo Calvino’nun dünya klasiği, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını anımsadım. İlki yedi ikincisi altı, yakın sözcük… Nermi Uygur’un, “kitap başlık için yazılır” sözüne, “Kitabının başlığında da yazarlığını yansıtmalıdır yazar.” cümlesini eklediği, “Başlık” (Güneşle) yazısını okudum roman adları için. İki romanın da gündemi roman, yazılışı ve okunuşuyla…
Bülent Ayyıldız’ın romanı Mevlana ile Yunus arasındaki Mesnevi konuşmasına götürdü beni. Yazılanlara bakılırsa Konya şehrindeki Mevlana, sohbetlerine katılan Yunus’a, Mesnevi’si hakkındaki görüşünü sorunca Yunus da ‘çok uzun, hikâye içinde hikâyeler var; ben olsam Ete kemiğe büründüm / Âdem oldum göründüm derdim’ türünden bir cevap vermiş. İshak Hoca’nın zihin serüveniyle karşılaşınca Yunus’a hak vermemek ne mümkün!
“Mutlu azınlığa…” yazılmış kitabın hemen başındaki Murat imzalı “sevgili sevgili” mektubu, ilerleyen sayfalarda karşılaşacaklarımızın habercisi olarak okuyabiliriz. Bir tür ‘ön uyarı’ saydığım bu kısa yazının sonlarındaki, “Hepimiz birer intihalden ibaretiz.” cümlesi için edebiyatın ‘metinlerarasılık’ terimi yetersiz kalır bence. Bu yazı, romanın yazarına sağladığı özgürlüğü okurundan da esirgemez. Yunus’un, “Beni bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içeru” deyişini andırır biçimde, İshak Hoca da gerçekte tam bir intihaldir.
Okuduğu kitapların her birinden bir parça olan İshak Hoca, tıpkı Flaubert’in, Bilirbilmezler (çev. Tahsin Yücel) romanındaki Bouvard ile Pécuchet benzeri, okuduğu kitaplarının dışındaki dünyayı pek bilmez. İshak Hoca’nın intihal kişiliği, Tahsin Yücel’in Sonuncu romanındaki son hariciyeci karakter Selami Harici’nin, kırk yıllık çalışmanın sonunda yazdığı yirmi dört bin yedi yüz on sekiz sayfa tutan ancak tamamının, okuduğu Fransızca kitaplardan alıntı olup kendisinin bir cümlesi dahi olmayan ‘Serencam’ adlı kitabına benzer. Selami Harici’nin torunu, dedesinin ölümünden sonra kitabın sayfalarından her birini, kendisi yazmış gibi her gün köşe yazısı olarak gazeteye verir. İntihal içinde intihal… Oğuz Demiralp’in, Orhan Bey ve Kitapları da İshak Hoca’nın intihal kişiliğine ışık tutabilir.
Kitabın sonuna geldiğimizde okuduğumuzun ‘ne’ olduğunu bir kez daha sorarız kendimize. Evet, okuduğumuz elbette ‘roman’ olan bir metindir ancak ‘yazsam roman olur’ türünden roman değildir okuduğumuz. Baştan sona edebiyat ve felsefe birikimiyle zenginleşen roman, bu nedenle edebiyatın genel okurlarınca sürükleyici bulunmayabilir. Ne çok isim ve eser adıyla karşılarınız romanda, adları listeye gelmez onların. Yazarın bütün bu seçim ve göndermeleri, Tanpınar’ın “hakikat entelektüel olunmak için neleri atmak ve neleri kendine ilave etmek, düşüncesini ne kadar süzgeçten geçirmek lazım” sözleriyle ölçüye vuracağımız İshak Hoca karakteri içindir. Bülent Ayyıldız, metinleraraslıkla öylesine yeni anlamlar üretmiş ki İshak Hoca, romanda geçen metinlerden süzülüp gelen sahici bir ‘kurgu’ olup çıkıvermiştir. Yalnızca bu yönüyle bakıldığında Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü, metinlerarsılık dersi için müfredat kitabıdır denilse yeridir. Belki de tam aksine -kendisi olamamış İshak Hoca dikkate alınırsa- metinlerarasılık için bir yergidir roman; taşıma suyla değirmen dönmez, dercesine. Tanpınar, Dag Solstad, Orhan Pamuk, James Joyce, Salinger, Nabakov, İbnü’l Arabi, Herman Hesse, Barış Bıçakçı, Kierkegaard, Degas, Dostoyevski, Turgenyev, Rilke, Valery… Daha başka ne çokları ve onların kurgu metni zenginleştiren eserleri… Bu kalabalık kadrodan; Tanpınar, Salinger ve Solstad adları önceliklidir. “Hepimiz birer intihalden ibaretiz” ya biraz da böyle bakılmalı romana.

Üniversitede ders veren İshak Hoca’nın masasında Solstad’ın romanı vardır. Dersinde Salinger’ın “Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün” öyküsünü işleyecek İshak Hoca, zihninden “Norveç’in kuzeyinde dersini henüz bitirmiş bezgin bir hoca…” geçirdiğinde anlarız ki onun masasında Solstad’ın Mahcubiyet ve Hassasiyet romanı vardır. Romanın başkarakteri Elias Rukla, lisede yirmi beş yıllık edebiyat öğretmenidir. Dersinde, uzun yıllardır yaptığı gibi, İbsen’in Yaban Ördeği oyununu anlatırken bu kez metnin başka bir ayrıntısına dikkat çekmek isterse de öğrencilerinden olumlu karşılık göremeyen Elias Rukla, öğretmenliğini sonlandıracak olumsuzlukları yaşar. İshak Hoca da Salinger’ın “Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün” öyküsünü işlerken öykünün pedofili ögeler içerdiğini söyleyince öğrencilerden gelen tepkiler üzerine pek de hoş olmayan ifadeler kullandığında Elias Rukla ile benzer bir sonu yaşar. Dikkat edelim, iki ‘hoca’ da sınıflarında bir eğitim sorunuyla karşılaşmış lakin her ikisinin de okuduklarından edindiği bilgileri, edebiyat dışı sorunlarını çözmelerine yetmemiştir. Johan Corneliussen, eşi Eva Linde ile kızı Camilla’yı, çok yakın arkadaşı Elias Rukla’ya bırakıp gidince bu kez yeni bir aile oluşursa da vaktiyle “kelimelerin tadına bakıyor” gibi konuşan Eva Linde, kaprisleriyle kurulan bu yeni düzeni bozar. Murat’tan kaçıp gelen Asya ve kızı Ofelya ile mutlu bir aile kuran İshak Hoca, sonrasında Asya’nın kaprisiyle mutluluğundan olur. Eva Linde ve Asya, hem çok güzel hem de gerçekten seven kadınlardır. Bülent Ayyıldız’ın romanındaki “Mahcubiyet” ve hemen devamındaki “Hassasiyet” başlıklı bölümler, Solstad’ın romanının parçalanmış biçimleridir. Romanın “Muz Balığı İçin Kötü Bir Gün” bölümü de Salinger’in öyküsünden bozulmadır.
Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü romanının “Huzursuzluk” bölümüyle bu kez Tanpınar, adını duyurmaya başlar romanda. Solstad’ın gidişiyle Tanpınar gelmişken Mahcubiyet ve Hassasiyet’in yerini de Huzur romanı alır. Elias Rukla olmaktan çıkan İshak Hoca, romanı Mümtaz olarak bitirir. Üniversite okumak için İstanbul’a gelince “tavşanın suyunun suyu denebilecek” akrabasının evinde kalmış İshak Hoca’nın Mümtaz olduğu yerde ‘kimlik problemi’ ve ‘Doğu/Batı ikilemi’ kaçınılmazdır ve İshak Hoca’nın asıl sorunu da budur. “Huzur’u okuduğu ilk günden beri gezdiği her yerde bir Nuran bulma çabasında” olan İshak Hoca, romanda “adı geçen yazarları ve kitapları” okumaya başlar. Mümtaz’ın Nuran’la “adeta vücudu vücuduna girmiş” dolaşmalarına benzer yakınlıkla o da genç edebiyatçı Hatice ile dolaşmak isterse de ‘eksik’ Hatice yüzünden bunu başaramaz.
Bülent Ayyıldız, bu kez de İshak Hoca’nın üniversiteden yakın arkadaşı Murat, onun güzel eşi Asya ve yaşından büyük kızı Ofelya’yı çağırır romana. Murat’tan kaçarak kurtulan Asya, gelip eski arkadaş İshak Hoca limanına sığınmıştır. Murat, Suat’tır; Asya da Nuran; Ofelya ise Nuran’ın kızı Fatma. İshak Hoca; gülüşü, kusursuzluğu, nazik kahkahası ve başka pek çok özel yanıyla kendisine Nuran’ı anımsatan Asya’ya iyi bir eş, Ofelya için sevimli bir baba olsa da Suat varken ona mutluluk yoktur. İshak Hoca kitapların insanıyken, ‘her şeyin kitabını yazacak’ Murat ise hayatın insanıdır, ortak noktada buluşamazlar ancak onların çatışmalarındaki ‘sınıf’ faktörü de göz ardı edilmemelidir. Romanın sonunda İshak Hoca -Mümtaz mı diyelim- başladığı yerde kampüstedir, yanında Murat (Suat mı diyelim) vardır. Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü, tıpkı Huzur romanında olduğu gibi bir ‘hesaplaşma’ ile sonlanır, Mümtaz ile Suat’ın hesaplaşmasıdır bu. Karşısındakinin, “Bakmayı bilmiyorsun ki. Hadi baktın diyelim, bu sefer de görmeyi bilmiyorsun.” paylaması, kurmaca ile gerçek arasında bocalayan İshak Hoca için son uyarıdır. Romanın hemen başındaki uyarı mektubunun altında Suat olan Murat’ın imzası olduğunu da unutmayalım. Bunca badireden sonra, Monique’in “Kendine eziyet etmeyi bırak,” uyarısı, okumaları “içine giremediği cümlelerden ibaret” İshak Hoca için uygun bir seçenek olabilir miydi diye düşünülebilir.
Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü’nde mekân çoklukla üniversitedir. İshak Hoca’nın, kampüsünde dolaştığı üniversite, Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünde istasyon binası ve ‘kutu gibi odalar’ ile sembolize ettiği ortamdır. İshak Hoca’nın kampüs gözlemlerine onun çaresizliğini ekleyince Barış Acar’ın “Akademeıa-Scholastıcus”undan birkaç cümleyi anmadan geçemedim. “Türkiye’de akademisyen yaratıcılıktan öylesine korkutulmuştur ki, üretebildiği tek yeterlik kaynak göstermek konusundadır; kaynak oluşturmak becerisini çoktan yitirmiştir.” (Procrustes’in Yatağı)
Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü romanını okuyunca bazı kitapları yeniden okumam(ız) gerekiyormuş, romanın söylediği budur. İshak Hoca gibi biz de okuyalım elbette ancak bir paradoks olarak romanın kendi içinde okuma ve yazma eylemine tavır alışını da göz ardı etmeyelim. Kadim kültürlerden bu yana okuma önemsenmiştir ancak romanın “Karlı Akşamın Durak Hikâyesi” bölümü, “Sadece cahiller çok kitap okur.” epigrafiyle açılıyor. Üniversitenin evhamlı İshak Hoca’sını tanıyınca “Okudum oldum hoca, bilmiyorum elifi” sözü gelip çıkıyor karşımıza. İshak Hoca’nın kafasında Suat’ın, “Okuduklarımızla rahat değiliz,” sözü dolaşırken Bülent Ayyıldız da kendimize, ‘seçerek okuduklarımız bizi mutlu etmiyorsa okumak yine de önemsetildiği kadar önemli bir seçenek midir’ sorusunu soralım istiyor anlaşılan. Murat imzalı mektubun, “Herkes bir şeyler yazmanın sonsuzluk olduğunu düşünüyor. Bir yolu olsa da şu kitaplardan kurtulsak.” beklentilerine, “Kitaplar silinen mürekkeple yazılmalı.” önerisi eklenirse yolumuz Platon’un Phaidros diyaloğuna varacak demektir. Ne dersiniz, İshak Hoca! Yeri gelmişken Okumanın Tarihi (Alberto Manguel; çev. Füsun Elioğlu) kitabını okuyalım mı yeniden, uygun mudur?
Freud’un, “öyle durumlar vardır ki, kişinin kendi bedeninin bölümleri, giderek kendi ruhsal yaşamının parçaları, algıları, düşünceleri, duyguları yabancı ve kendi Benine ait olmayan şeyler olarak görünürler” (Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, çev. Aziz Yardımlı) yargısıyla bakıldığında, modern çağın başat sorununa ‘kimlik problemi’ denilebilir. Özellikle ikinci büyük savaşın sonrasında edebiyatın gündemine iyice yerleşen bu sorunu, edebiyatın farklı türdeki metinlerinden okuyabiliriz. Tanpınar okurları, olayları tam da andığım dönemin bir gününde yaşanan Huzur romanı ve dolayısıyla da tedirgin Mümtaz karakteriyle yaşanılanın yabancısı değildir. Roman boyunca yerini/kendini bulamamışken kendisinden çok belki de zamanının temsilcisi İshak Hoca, “hangi tarafla karşılaşsa karşıdan biriymiş gibi davranıyor” olmakla her birimizin önüne romancının diktiği bir aynadır. Bülent Ayyıldız, gerçeğin yansıdığı kurmaca aynaya biraz yakından ve korkmadan bakalım istiyor olabilir.
İshak Hoca ile karlı kış gününde yürüseydim, bazı adımlarından sonra bir ‘virgül’ miktarı durmasını söylerdim ona çünkü bazı durumlarında ne yana gittiği anlaşılamıyor. İkna için de Terry Eagleton’ın, danışman hocası için “Eline evrenin gizemi ile ilgili bir metin verdiğimizde, fark edeceği tek şey yanlış yere konmuş noktalı virgül olurdu.” (Kapı Bekçisi, çev. G. Ezber – R. Kahraman) cümlesini gösterirdim. Kendisini anlatan bazı sözcüklerin, başka bazılarıyla yer değiştirmesinde yarar gördüğüm İshak Hoca’ya ‘sen kadim zamanlardan gelmiş gibisin; CİMER, Greyder bot, faşist, komünist, Yapı Kredi Yayınları benzeri bazı kelimeler, seninle uzun yola devam edemez” derdim. Sovyetlerden kalma yurtta “münzevi bir keşiş gibi odasına kapanıp kendine işkence” eden İshak Hoca’ya ‘senin bu durumun, Eagleton’ın üniversiteye kadrolu akademisyen atandığında yemek masasındaki sohbetlerden kaçarak odasında, “fincan fincan çamur içmeyi tercih” edişine ne kadar da benziyor’ derdim. “Huzur’u okuduğu ilk günden beri gezdiği her yerde bir Nuran bulma çabasında” olan İshak Hoca’ya “kendini eksik hisseden kız” Hatice ile buluştuklarında Ayla Kutlu’nun Kaçış romanındaki devrimci asistan Üstün ile öğrenci kız Ayhan arasındaki ilişkiden haberdar olup olmadığını da sorardım. İshak Hoca, bütün insanları “Amerikanlaştıran makine” dediği, “herkesi sünger gibi emen yeraltı canavarının” içinde, sorumluluklarından uzak, otoriteye teslim olmuşçasına “canavarın gittiği yöne doğru, kaybolma endişesi taşımadan dar plastik koltuğunda zihniyetiyle birlikte pelteleşmiş” ilerlerken Dostoyevski’nin “Timsah” (Timsah, çev. Ahmet Ekeş) öyküsünün sirkteki timsahın yuttuğu İvan Metveiç’ine ne kadar da benziyor olduğunu onaylar mı, bilemem. Ofelya’nın “karalayıp durduğu resimlere dünyanın en büyük sanat eseriymiş gibi tepkiler vererek çocuğun ihtiyacı olan şımartmaları” yapmış İshak Hoca, bu ustalığı Rilke’den öğrenmiş olabilir mi acaba? Son olarak dersler başlamadan önce kampüse gittiğinde içeriden “grande boy filtre kahve” alıp “dışarıdaki masalardan en köşedekine” oturan İshak Hoca’nın masasına yaklaşabilseydim ‘kahverengi sevgisi’ ile ‘sinek korkusu’nun nereden kaynaklandığını da sorardım kendisine.
Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü romanını okuduğumda borcunu ödeyemeyen Hoca Nasreddin geldi aklıma. Hayli kabarık miktarda borcu olan Hoca, alacaklısının hemen her gün sözlü tacizlerine maruz kalıyormuş. Uyarıların, giderek şiddete yaklaştığı günlerin birinde Hoca, üzgün bir yüzle evine dönünce karısı olaya müdahil olmuş. Kocasına, ‘sen artık karışma, borç işini ben halledeceğim’ demiş. Memnun görünmekle beraber biraz da şaşıran Hoca, ‘kadın, senin paran yok ki borcu nasıl ödeyeceksin’ diye sorunca karısı, ‘bu işe karışma’ demiş. Alacaklının evine gidip kapısını çaldığında dışarı çıkan alacaklıya, ‘ben Hoca’nın karısıyım, Hoca’nın sana borcu varmış doğur mu’ diye sormuş. Alacaklı da kadının para getirdiğini düşünerek ‘evet, epey borcu var ancak uzun zamandır da borcunu ödemedi” diye cevap vermiş. Kadın, kendinden emin bir sesle ‘biz, sana bu parayı ödemeyeceğiz, bizim bundan böyle borç diye bir sorunumuz yok, senin alacak sorunun olabilir’ diyerek dönüp gitmiş. Eve dönen karısını karşılayan Hoca, ‘ne yaptın, işi nasıl hallettin’ diye sorunca kadın, muzaffer komutan edasıyla ‘parayı ödemeyeceğimizi, bizim bundan böyle borç diye bir sorunumuz olmadığını, sorunun onun sorunu olduğunu söyledim’ demiş. Yazmak kurtulmaktır ya Bülent Ayyıldız da romanını yazarak edebiyat, eğitim, okuma, kurmaca, yazma, intihal, akademi, eleştiri, yabancılaşma, uygarlık, ironi, kimlik ikilemi, doğu-batı çatışması benzeri bilumum sorunu okuruna bırakıp kendisini kurtardı gibi.
Hatırlayınız, merhum akademisyen ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, vaktiyle milletvekili seçilmiş, sonrasında seçildiği partiden (CHP) ayrılarak kendi partisini (Halkın Yükselişi Partisi) kurmuştu. Parti lideri olarak bir televizyon konuşmasında kendisine seçim sonrasının hükumet senaryoları sorulduğunda, “beni koalisyonlara mecbur etmeyin” demişti. İlahi Bülent Ayyıldız! Biz edebiyat okurlarını bu zamanda böyle gerip de Reşat Nuri, Aka Gündüz, Güzide Sabri, Kerime Nadir romanlarına mecbur etmenin ne âlemi var/dı Allah aşkına.
Tanpınar, romanımızın nicelik ve nitelik bakımından bugünlerin hayli gerisinde olduğu yıllarda yayımlanan (1949) Huzur romanının “üç makale ile” geçiştirilmesinden yakınır günlüklerinde. Tanpınar kitaplarıyla da bilinen Oğuz Demiralp, yakınlarda yayımlanan Sorularla 20. Yüzyıl Edebiyatımız (Nisan 2023) kitabının Tanpınar bahsinde, yakın yıllarda yayımlanmış Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile İnce Memed romanlarını, zamanın edebiyat ortamının “algılayamadığı” belirlemesiyle bugünleri değerlendirir: “Şimdilerde de farkına varmadığımız başyapıtlar yazılıyor mu acaba? İnşallah yazılıyordur. Kim kime dum duma bir görüntü veren edebiyat piyasamızda değerli yapıtları ayrımsamak gittikçe güçleşiyor. Yaşasın reklam! Yaşasın çok satıp kazanç sağlamak! Boş ver yazınsal düzeyi! Yaşasın servet ve şöhret! Çok satınca çok iyi yazdığını sanan bir sürü yazar müsveddesi!” Evet, “durum budur” ne yazık ki… Bugün için de edebiyatta “önemli’yi yakalayabilmek için çokluk’tan el çekilmesi zorunludur” ancak bu, kolaylıkla başarılacak gibi değildir.
Edebiyatın, bütün zamanlar için geçerli kalite ölçüleri olmamıştır, olamaz da. Bizde; Abdülhak Şinasi’nin, Tanpınar’ın ve Oğuz Atay’ın romanları da “önemli” ve “çokluk” vurgulu Rilke’nin deyişiyle “geleceğin ürünleri, zamanları henüz gelmemiş” (Sanat Üstüne, çev. Kamuran Şipal) sanat ürünleri değil miydi vaktiyle? Rita Felski’nin, “estetik nesneler farklı bağlamlarda çok farklı anlamlar yüklenebilmektedir; metinler ile okurlar arasındaki alışveriş değişken, olumsal, çoğu zaman da öngörülemezdir” (Edebiyat Ne İşe Yarar?, çev. Emine Ayhan) yargısını göz ardı etmediğimi tedbiren söyleyeyim. Hakkında, şimdilerde muhakkak ‘üç beş yazı’ yazılmış Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü, yazarının ve edebiyatımızın başyapıtı olur mu, bilemem lakin Bülent Ayyıldız, edebiyatın iyi okurlarının listesine ‘yine’ okusunlar diye ‘yeni’ bir roman eklemiştir diyebilirim.