Tanığı olmadığımız zamanların edebiyat yazılarını okumak, eski albümlerin sararmış fotoğraflara bakmak gibi gelir bana. Albümlerdeki kartonların ölçülü kesilmiş deliklerine takılan siyah beyaz fotoğraflar, özellikle bir süre açılmamış albümlerde durdukça öylesine bozulur ki fotoğraftaki güçlükle tanınır hale gelir. Yakından tanıdığımız bir kişiyse baktığımız, ‘vay be, bir zamanlar böyleymiş’ deriz, nemini/pusunu aldığımız fotoğrafa baktıktan sonra. Edebiyatın tarihinde yerini almış yazarların kendi zamanlarındaki yazılarını okurken albümlerdeki netliği kaybolmuş fotoğrafların karşısındaymışız gibidir. Bu yazıların da gözümüzün önünde silikleşmiş olması, onların eskiyen sözcükleri nedeniyledir öncelikle. Bize göre eski yazılardaki sözcükleri ve anlatılan dönemin toplumsal koşullarını anlamaya başladıkça ‘vay be, hiçbir şey değişmemiş’ deriz kendi kendimize. Edebiyatın pek çok yazı türünden, yazılış tarihleri belli olan mektuplar ile köşe yazılarını, albümlerin bizi şaşırtan fotoğraflarına benzetirim.

Bildiğim kadarıyla 70’li yılların sonlarına dek kullanılan siyah karton sayfalı, kapakları renkli albümler şimdilerde antika sayılıyordur. Aile yakınlarından büyüklerin özel eşyaları arasında bu tür albümleri bulanlar, hazine bulmuşçasına sevinirler. Pek çok yazarın, bugünün okuruna ulaşamamış ne çok yazısı vardır. Yazar gitmiş, yazıları da yazarın çekmesinde ya da dönemin gazeteleriyle dergilerinin sayfalarında kalakalmıştır öylesine. Sihirli bir el bekler böyle eski yazılar yeni okurlarına ulaşmak için.
Tuncay Birkan adı, kuşakları kuşaklara bağlayan isim olarak yer edecektir belleklerimizde. Zamanla yan yana yürüyememiş bazı yazarları, edebiyat tarihinin sayfalarından çıkarıp bugünün okuruyla buluşturmak, saygıyla karşılamamız gereken bir edebiyat çabasıdır. Nelerin yapıldığı kayıtlarda yazılıdır ancak öykücü ve romancı bilinen Refik Halit Karay’ın aynı zamanda önemli bir ‘köşe yazarı’ olduğunu bize gösteren Tuncay Birkan’dır. Değeri bilinen ancak pek de okunamayan, edebiyat okurunun belleğinde Bu Dünyadan Nâzım Geçti yazarı olarak kalmış Vâlâ Nureddin (1901-1967) de Tuncay Birkan’ın emeğiyle ‘köşe yazarı’ olarak 2021’de edebiyat okuruyla buluşma şansına kavuştu.
Edebiyatımızın üretken ve bir o kadar da renkli kalemlerinden Vâlâ Nureddin, başka adlarla yazmışsa da belleklerimizde Vâ-Nû olarak yer etmiş bir yazardır. Romanları, öyküleri, anıları, röportajları, çocuk kitapları ve çevirileri yayımlanmış Vâ-Nû biyografinde Asri Rüyalar, Fetiş Rejimler ile Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir adlı kitapları göremezler çünkü her iki kitap da Vâ-Nû imzasıyla gazetelerde kalmış yazıların derlenip toparlanmasıyla yakın zamanda yayımlanmıştır.
Vâ-Nû adıyla yakın bir zamanda, Saadettin Gökçepınar’ın, Muharrir Neden Yetişmiyor? (2015; haz. Nurcan Ankay-Deniz Depe) kitabında yeniden karşılaşmıştım. Gökçepınar’ın, “Akşam” gazetesinde (10 Eylül 1949-29 Kasım1949) düzenlediği “Muharrir Neden Yetişmiyor?” başlıklı ankete cevap veren (1 Ekim 1949) yirmi bir edebiyatçıdan biri olan Vâ-Nû, cevaplarının ses getirmesi üzerine anket cevabından on gün sonra “Fikir ve Sanat Dünyamıza Bu Hürriyet Kâfi Değildir” başlıklı yeni bir yazı yazmıştır. Tuncay Birkan, adı geçen başlığı; yazılarını Dil, Edebiyat, Nazım Hikmet, Sanat, Fikriyat, Ahlak, Din ve Fantezi Yazılar bölüm başlıklarında topladığı kitabın adı yapmıştır. Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir (Can, 2021) adlı kitabın başındaki, Tuncay Birkan imzalı “Vâ-Nû: Bir Fıkracının Edebiyatçı Olarak Portresi” başlıklı yazıyı da göz ardı etmemeli elbette.
Bugünlerde okuduğumuzda, ‘vay be!’ dedirtecek yazılar yazmış gazetelerde Vâ-Nû. Rejim yanlısı olan ve toplumsal gelişmeyi Cumhuriyet yönetiminde gören bir köşe yazarının dönemine tanıklık edecek yazıları arasında, dil konusundaki aşırılığa ve edebiyat ortamındaki özgürlük kısıtlamalarına karşı duruşu özellikle dikkat çekici geldi bana. Pek çok ayrıntıya değinmiş kırk yıllık yazı yaşamında Vâ-Nû ancak yazı/edebiyat konusundaki şaşırtıcı görüşleri sanki bugünlerin habercisi.
Cumhuriyet döneminin dil konusunda aşırılığına ve kültürel dayatmalarına karşı çıkarak dil devriminin toplumsal yaşamdaki yansımalarını ‘isimler’ ve ‘sözcükler’ üzerinden anlatan köşe yazarının oldukça işlek bir gazete diliyle karşılaştığımızı söylemeliyim. Cumhuriyet rejimin Dil/Türkçe çalışmaları hakkında pek çok yazı yazmış Vâ-Nû, 15 Eylül 1949 tarihli “Dildeki Anarşinin Tarifi” başlıklı yazısında olup bitenlere değinip ekliyor: “Lakin ne yazık ki kurultay Türkçesi bir ifrat hareketi olarak genç Türk nesilleri üzerinde tahripkâr bir rol oynamak yolunu tuttu. Tahripkâr; çünkü bu nesillerle yalnız bizim aramızı değil, bütün mazinin arasını açmak tehlikesini gösterdi.” Yaşayan kelimelerin dilden atılarak onların yerine “uydurmalarını getirme gayreti” tartışmaları, yüz yıl öncesinden bugünlere uzanan dil sorunlarının başlangıcıdır. 12 Aralık 1962 tarihli yazının cümleleriyle özetler bu durumu Vâ-Nû: “Dil Ataççıların ırk tasfiyeciliğine tabi olamaz. Bu tabiata uymaz. Çünkü dil de tarihi bir varlıktır. Hayvan cinslerinin, cemiyet şekillerinin tarihini nasıl alt üst etmek, filleri mamutlaştırıp keyfimize bir biçimde üretmek ve Mezopotamyalıları Asurilerin saf ırk devamı kılmak elimizde değilse. Osmanlıcanın suniliğinden kurtulup konuşma Türkçesiyle uyarlanan kültür dilimizi Ataççanın suniliğine çevirmeye de öylece imkân yoktur.”
Kendi deyişiyle zamanının, “cep takvimi şairlerinin ortalığı istila ettiği bir devir” oluşuna dikkat çeken Vâ-Nû, gazete yazılarında edebiyatın bugün de konuşulan pek çok sorununa değinmiştir o yıllarda. Okullardaki edebiyat eğitiminin yetersizliğine özellikle dikkat çeken Vâ-Nû, edebiyatın; yazarın ancak sonraki yıllarda anlaşıldığı, edebiyatın eserinin popülerlik ya da satılma kaygısıyla nitelik kaybına uğradığı, yazarın yazma özgürlüğünün kısıtlandığı, yazarların yazdıklarının kendilerine tatmin edici ekonomik getirisi olmadığı türündeki sorunlarını eleştirel bir dille gündeme getirir.
“Edebiyat Hocalarının Dikkatine” (12 Mayıs 1934) yazısının sonundaki, “edebiyat derslerinin bugünkü telakkisini ve öğretiliş tarzını değiştirmeliyiz” önerisi, bugün de edebiyat eğitiminin başat sorunudur. “Parlamak Zorluğu” (1 Mart 1941) yazısında edebiyat eserinin, “cemiyetin mihengine vurulduğu zaman kıymetini gösterebiliyor” olduğunu söyleyen Vâ-Nû, “Üç beş kişinin, hatta bir gazeteye münhasır karilerin falan romana ayılması, bayılması kâfi gelmez. Eser şöhretini bu dar hududun dışına taşırmalıdır.” derken bugünün medyatik ortamına ve satış kaygılarına dikkat çekmiştir. “Genç Neslin Küçük Hikâyeleri ve CHP” (1 Nisan 1946) başlıklı yazıda aynı konu bir başka yönüyle gündeme getirilir: “Roman yalnız yazılması noktasında değil, basılması noktasından da muğlaktır. Tabı imkânlarını ellerinde bulunduranlar, ‘Halk tutmaz! Daha âşıkane olsun! Küçük hanımların zevkine uysun!’ gibi sık sık müdahalede bulunurlar, genç müellifi Fransız popüler janrına doğru itip durular. Neticede eserlerin yüzde doksanı, telif dahi olsa hakikatte adapteye benzer.” Üç çeyrek yüz yıl sonra satış kaygılı edebiyatta aynı yerdeyiz ne yazık ki. Şu iki cümlelik beklentiyi, edebiyat ortamındaki ‘seviye’ için ölçü alabiliriz: “Muharrirler, fikirlerini sade suya söylemek mecburiyetini hissetmesinler. Okuyucular da yazıların behemehâl vasat halk seviyesinden aşağı olmasını istemesin” (13 Kasım 1937)
“Akşam” gazetesinin “Muharrir Neden Yetişmiyor?” anketine verdiği cevapta siyasetin edebiyat ortamındaki baskılarından yakınarak yazarın özgürlük arayışını önemseyen Vâ-Nû, bu görüşünü sonraki başka yazılarında da savunmuştur. Tuncay Birkan’ın, bu yazımda andığın derlemeye her nedense almadığı ‘anket’ cevabı yazısı, edebiyat üzerindeki toplumsal ve siyasal baskıyı açık seçik gösteriyor. “Biraz parlayıp orijinallik veya aşırılık gösteren evlatlarımızın kafalarına sırf bize benzemedikleri için matrağı (tokmağı) çalmamalı. Cemiyetçe yapacağımız, onlara yol göstermek değil, gölge etmemektir. Başka ihsan istemez.” cümlelerindeki yakınma, zamanın edebiyat ortamının iç dayatmalarına tepkidir.
Şu cümleler, 29 Ekim 1947’de yayımlanmış “İttihat ve Terakki Devrinde ve Cumhuriyet’te Muharrirlik Mesleği” başlıklı, dönemine tanıklık edecek yazıdan: “Cumhuriyet rejiminde, ne zaman büyük sermaye fedakârlıklarıyla, hatta yalnız fırkacılık kaygısıyla değil, Türkiye irfanının gelişmesine hizmet etmek (gibi) halis (bir) niyetle bir mecmua, bir gazete çıkarılsa bu işin çok defa başında ve hemen her zaman içinde o ana kadar muharrirliği emel ve meslek yapmamış parti adamları görürüz. Basın ve yayını ilgilendiren teşkilatta da bu böyledir.” (…) “Tek partili rejim, bizim mesleğin inkişafı için maalesef hiçbir zaman iyi tedbirler alamadı.” (…) “Bütün bunlardan sonra ‘Yeni nesilden iyi kalem sahipleri ne zaman çıkacak?” diye beklemek abestir.” Söze, yoruma ne hacet!
1 Ekim 1949 tarihli anketin şu cümlelerini görmezlikten gelmek mümkün değildir: “Yazı hürriyeti mevcuttur diye şu siyasi devremizde açık söylemekte hiçbir beis görmüyorum. Yalnız dil mevzuu gibi zarf ve şekil bahsi değil, hürriyet mefhumu gibi bir de mazruf meselesi var. Her sivrilen edebî baş, şu veya bu şekilde birer matrak (tokmak) yemiştir. Nazım Hikmet 12 senedir hapistedir. Refik Halit ömrünün kıymetli senelerini sürgünde geçirmiştir. Muvafakat cephesinde Falih Rıfkı idbara (talihsizliğe) uğramıştır. Adnan Adıvar’la Halide Edip senelerce Türkiye’ye giremediler. En güzel hikâyecimiz Sabahattin Ali öldürülmüştür. Rıza Tevfik, malum akıbetten sonra meşakkatli bir ihtiyarlık geçiriyor. ‘İstiklal Marşı’ müellifi Mehmet Akif, istiklal emeline muvaffak olduktan sonra bizim havamız içinde yaşayamayıp Mısır’a göçmüştür. Tıpatıp bizim gibi düşünmeyen gazetecilerin damları başlarına yıkılmıştır. Burhan Cahit mebusluktan çıkarılmıştır. Mizah vadisinde bir Aziz Nesin heder oldu. İktidarın cenahına sığınan bazı ufak tefek istidatlar öyle kötü bir besiye sokulmuştur ki, edebi hususiyetlerini kaybedip başka hususiyetler almışlardır.” Burada edebiyatçıların, cumhuriyet rejiminde maruz kaldığı baskıların şiddeti açık seçik görülürken son cümlede yakınılan ve bütün iktidar dönemlerinde benzeri görülen ilişki biçimine ayrıca dikkat etmek gerekir. Vâ-Nû, keşke iktidarca özel “besiye” çekilenleri de açıklasaydı.
Tunay Birkan’ın, başlığını kitaba ad olarak seçtiği 10 Ekim 1949 tarihli yazıda, “Garp demokrasilerinde” farklılıkların bir arada özgürce yaşadığını vurgulayan Vâ-Nû, “yumurtanın kabuğunu kırmaya çalışan civcivler” saydığı edebiyatçılara yönelik baskıların neden olduğu, tehlikeli bir edebiyat sorununa dikkat çekmiştir. “Tesamuhsuzluğun (hoşgörüsüzlüğün) ayrıca bir hastalık yarattığı üzerinde de durmak istiyorum. Yeni yetişenler, meşhur seleflerinin başlarına ille birer bela geldiğini görerek, fikir ve sanat yolunda düpedüz yürümüyorlar, dikkat çekmek, meşhur olmak üzere hevese kapılıyorlar. Neşir suçu işlemeyi bir akıbet değil, bir vasıta saymaya başlıyorlar. İlle ters, acayip, netameli, tahrikçi bir şey yazıp eserlerini toplattıracaklar! Tesamuhsuz bir devrin akıbeti bu oluyor.”
Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir kitabının sonunda, günlük yaşama dair pek çok ayrıntının anlatıldığı yazılardan oluşan “Fantezi Yazılar” bölümündeki “Beynimin İçi” ve “Hikâyeler Nasıl Yazılır?” başlıklı iki yazı, gazetelerdeki edebiyat (hikâye) yazılarının yazılışıyla ilgili hayli ilginç açıklamaları nedeniyle “Edebiyat” bölümüne alınmalıydılar bence. İlgililerinin bu iki yazıyı göz ardı etmemeleri gerektiğini söylemeliyim.
Köşe yazarlığını kendine iş edindiğini, “Eminim şu yaşadığımız devrin Türkiye’sindeki hayatın ne şekilde olduğunu anlamak, bunu ilim ve edebiyat eserlerine geçirmek isteyen müstakbel müdekkik ve edip, her şeyden ziyade gazete fıkralarına ehemmiyet atfedecektir.” cümlesiyle vurgulayan ve kendisinin bu türdeki yazıları on beş bini bulmuş Vâ-Nû için bu yazımı, Tuncay Birkan’ın değerlendirmesinden bir alıntıyla bitiriyorum. “Vâ-Nû edebiyat hakkında yazarken hemen her zaman muhataplarını (bazen edebiyat araştırmacılarını, bazen öğretmenleri, bazen de genç şair ve yazarları) ‘edebiyat’ın kapsamını genişletmeye, sözlükçülükten ansiklopediciliğe, çeviriden folklor derlemelerine, radyo skecinden mizah yazılarına, gazete fıkralarından -diline de özen gösteren- fikir yazılarına kadar birçok nesir türünü edebiyat kaposamı içinde görmeye başlamaya davet eder. Edebiyatı o klasik şiir-roman-hikâye üçlüsüyle sınırlamak, çok dar bir bakış açısıdır ve dahası bu darlık memleketimizde söz konusu üçlünün de yenilenip gelişmesini, modern asrın okurlarına hitap edebilmesini önleyen önemli etkenlerden biridir ona göre.”