“Temaşa, Aristo’nun dediği gibi öncelikle doğa karşısında hayretle başlar. Hayret derinleşince de hayranlık aşamasına geçilir; işte sanat bu hayranlık aşamasında ortaya çıkar.”
İSMET YAZICI: Bunca karmaşanın tam ortasında, bu “Sır’at Zamanı”ndan geçerken, bir kez daha hatırlamak gerek; ‘insan’ı, insana ait değerleri, yeniden hatırlayıp diriltmek gerek… Belki de üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bize yüklediği kader, misyon bu; bize kaçış hakkı da tanımıyor… Aksisanat için yapacağım sohbetleri de hazırlarken bu motivasyonun dışına çıkamadım; her bir isim –kimilerini yüz yüze tanımamış olsam da- takip etmekten çok mutlu olduğum, çok kıymetli. Siz de bu serinin en heyecan veren isimlerinden birisiniz… Yazdıklarınız, sohbetlerinizde aktırdıklarınız, çok farklı –gibi görünse de aslında aynı özden- disiplinlerin dolayımında, insanı merkeze koyan, her seferinde farklı ufuklar açan bir seyran… Ortamın bağlamına uygun olsun diye “sanat”ı çembere alalım istedim…
Sanat üzerine bir yolculuğa çıkarken pek çok kavrama vurgu yapılarak başlanılabilir, estetik, güzelin aranışı, biricik oluş, ruhlandırmak, tesir vs. Ama “temaşa” kavramından başlayalım mı? Çünkü o “gezinti, seyran” sanıyorum olmazsa olmazı… İçebakış, içi seyretmek sırrın kapısının çalındığı o an…
METİN BOBAROĞLU: Siz de bir sinema sanatçısı olarak beni heyecanlandırıyorsunuz İsmet Hanım. Çektiğiniz belgeselleri izlemek bir zevk benim için. Kısa sürelere derin anlamalar sığdırdınız.
Temaşa kavramından başlamak bence de yerinde olur. Sizin de dediğiniz gibi temaşa, seyretmek demektir. Seyretmek, bir olayı veya oluşumu ona karışmadan ve tepki vermeden gözlemlemek demektir. Geleneğimizde bir de seyr-i sülûk diye bir kavram vardır. Sülûk, sâlik yâni yolcunun seyahatidir. Ancak bu seyahat bir mesleğe, bir yola giriş demektir. Batı dillerinde buna “initiation” denir. Meslek sözü de aynı kökten türetilmiştir ve gidilen yol demektir. Yola girene de sâlik denir. Özel anlamıyla mânevi yolculuk veya içsel-yolculuk anlamına gelir. Bu yolculuğun amacı cemâl görmek ve kemâl bulmak yâni ustalaşmaktır. Seyr-i sülük başladığında artık yalnızca edilgin bir temaşa yeterli olmaz, aksine etkin ve bilgi ile etkinlik gerekir. Temaşa, Aristo’nun dediği gibi öncelikle doğa karşısında hayretle başlar. Hayret derinleşince de hayranlık aşamasına geçilir; işte sanat bu hayranlık aşamasında ortaya çıkar. Bir başka deyişle, hayret aşaması zanaat (Kraft) aşamasıdır, hayranlık aşaması ise sanat(art) aşamasıdır. Bu yolculuk, aşama aşama gerçekleştiği için her aşamada seyreden özne değişir. Geleneksel olarak buna çırak kalfa ve usta denir. Her birinin seyranı farklıdır ve aynı derinliği gördükleri söylenemez.
İSMET YAZICI: Sanat ve biricik oluş, aslında birbirini tamamlayan ve olmazsa olmazı olan bir durum; bir şeyin sanat olabilmesi için en başta “biricik” olması gerekiyor ve o biricik, sanatçının ona doğduğu ve ondan doğurduğu o şey, kendi biricikliğiyle bağımsız olarak yoluna devam ediyor. Ve eğer biz, kendi biricik halimizi yakaladığımız o anda izleyeni, gözleyeni olursak, dâhil olabiliyor ve kendi biricikliğimizden yeni bir okuyuş gerçekleştirebiliyoruz… Sonsuz bir doğum, bir her dem şende oluş hali…
METİN BOBAROĞLU: Evet, sanat yapıtını diğer ürünlerden ayıran en temel nitelik, onun biricik olmasıdır; yani taklitten kurtulmaktır. Ancak, böyle bir yapıtın ortaya çıkabilmesi de sanatçının ‘biricik’lik düzeyine ulaşmasını gerektirir. Bu karşılıklıdır. Sanatçı ustalığa yani biricikliğe ulaştığını eserin biricikliğinden anlar. Bu biriciklik derecesine tecerrüt derecesi de denir. Ruh tecerrüt derecesine gelince ‘yaratıcı’ olur; ondan önceki tüm aşamalarda ruh mukallittir. Tecerrüt tamamlanınca ruh özgür irade sahibi olur.
İSMET YAZICI: Tabi ki biriciklik önemli sanat yapıtında ama bir de kimi zaman klasik diye tanımladığımız belki “zamansız” diye tanımlamak daha doğru, böyle bir öne çıkış da yaşayabiliyoruz; bu daha da farklı bir kategori… Onu yalnızca estetik bir yapıt, bir sanat yapıtı olmanın da üstünde bir makama taşıyan, kültürlerin de üstüne taşıyan nedir? Bize nasıl bir bilgiyi taşıyorlar ya da nasıl bir hatırlatma tetikleyicisi oluyorlar ki zaman ötesi olabiliyorlar?
METİN BOBAROĞLU: Sanat aşamaları şöyle sınıflandırılmıştır: ilk aşama sembolik sanat aşamasıdır; yani sanat eseri kendini değil bir başka şeyi işaret ettiği aşamadır. Hint sanatı ve Mısır sanatı böyledir. Örneğin, Ganesha Tanrı heykelinde, görülen semboller, insanın sahip olduğu yetenekleri sembolize eder.
Ganesha’nın dört kolu, sübtil bedenin dört içsel niteliğini temsil eder, zihin (Manas), akıl (Buddhi), ego (Ahamkara) ve vicdan (Chitta). Ganesha Arketipi ise, bu dört özelliğin bizde işlemesini sağlayan saf bilinci – Atman’ı – temsil eder. Baltayı tutan el, tüm arzulara yönelik engellerin yol açtığı acı ve ıstırabın kesilip atılmasının sembolüdür.
Ganesha’nın elinde tuttuğu halat, dünyevi takıntılardan ve arzulardan kurtularak yaşam hedeflerine sıkı sıkı tutunmamızın ve nihayetinde yaşam amacımızı gerçekleştirmeye adım adım yaklaşmamızın önemini anlatır.
Ganesha’nın karşıya dönük duran eli, kutsama ve koruma (abhaya) pozundadır. Bu elin avuç içinde genellikle Ganeshayı temsil eden kozmik sesin sembolü olan OM işareti yer alır. Daha birçok sembol var ama söz uzamasın diye bu yeterlidir sanırım.
Görüldüğü gibi, insan bu sembollerin maskelemesi altında yitiktir; onun keşfedilmesi gerekir.
İkinci aşama Klasik-sanat aşamasıdır. Bu aşamada insan ta-kendisi olarak betimlenir yani onu gösteren hiçbir sembol yoktur. Buna örnek, Antik Yunan heykeleridir. Bu heykellere baktığımızda insanın ta-kendisini görürüz. İşte bu biçim ve içeriğin tam uygunluğu olarak Klasik Sanat’tır.
Üçüncü aşama Romantik Sanat aşamasıdır; bu aşamada duygular dışa vurmuş olarak betimlenir.
Son aşama ise Modern Sanat aşamasıdır. Modern sanatta artık başat bir eser verme kaygısı yoktur; tüm eserler sanatçıyı ortaya koyar bir biçimdedir. İşte tüm evreleri tamamlayan sanatçı sonunda kendi biricikliğini bulmuştur. Önceki aşamalarda sanatçı gizli kalmış, eserler öne çıkmıştı; yani sanatçı eserlerinde yansımaktaydı. Modern dönemde ise başat olan sanatçının kendisidir.
İSMET YAZICI: Estetik dediğimiz şey duygularla okunup anlamlandırılan bir şey olmasına rağmen, kuşkusuz belli ölçümleri ve değerlendirme kıstasları da olan bir şey. Dolayısıyla aslında ayakları yere basmayan soyut bir değerlendirme olarak da bakamayız sanıyorum… Nasıl bir gerçekliğin yansıması? Ya da farklı bir deyişle sanatçının yeniden oluşturduğu o dünya, nasıl bir yeniden inşa, nasıl bir gerçeklik inşası…
METİN BOBAROĞLU: Estetik, sanat felsefesi alanına giren bir konudur ve Antik Yunan Filozoflarından günümüze dek çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bağımsız bir bilim olarak estettik, Baumgarten tarafından felsefeye kazandırıldı. Ona göre estetik, Güzel üstüne düşünmek ve onun ne olduğunu araştırma sanatıdır. Onun ardından estetik üzerine en yetkin eserleri Kant ve Hegel’de görüyoruz.
Sanatçı, doğayı taklit etmez, onu bir amaç doğrultusunda yeniden inşa eder(poiesis). İşte bu da sanatçının yarattığı bir dünya olarak karşımıza çıkar. Doğa artık sanatçı için bir malzeme, bir içerik olmuştur. Doğada sesler vardır ama bir senfoni yoktur; o sesleri senfoni düzeyine yükselten sanatçıdır. Bu renkler, şekiller ve diğer tüm olay ve olgular için de böyledir.
İSMET YAZICI: Güzeli kavrayış dile dökülebilir mi? Bir sanat yapıtına baktığımızda, okuduğumuzda, dinlediğimizde vs. aslında tam da nedenleri niçinleri ile dile dökemediğimiz ama “hayranlık” uyandıran şey; dile dökemediğimiz, ama bizi “gözyaşı döktüren” şey nedir?
METİN BOBAROĞLU: Evet, dile dökülebilir ve dökülmelidir de. Bunun anlamı şudur: Sanatın neliği, niteliği ve tarihselliğinin bilincine varılarak sanat icra edilmelidir; yoksa güzel birtakım işler bilinçsizce yapıldığında buna naiv sanat denir. Platon buna Logos, yani dile gelmiş bilinç demiştir. Önce algı yani temaşa süreci yaşanır, sonra bu temaşa edilen şeyler belli bir ideale göre ve belli bir disiplinle ve teknik bir bilgiyle inşa edilirse bilinçli sanat, ya da “sanat” ortaya çıkar.
İSMET YAZICI: Doğu Sanatı ve Batı Sanatı arasında genellikle bir ayrım yapılır; aslında sanatta bu kadar keskin ayrımlar yapılması belki doğru değil ama “gerçekliğin” yorumlanışı, bir yanıyla içinden doğulan gelenek, kültür, eğitim vs. ile de kuşkusuz çok ilintili ve bin yıllarla örülmüş bu belli temel taşları da ister istemez keskinleştirip kalıcılaştırıyor… Batı ile Doğu’nun “güzel”i kavrayışı arasında nasıl bir farklılık var; estetik algı farklılığından bahsedebilir miyiz?
METİN BOBAROĞLU: Sanat için çeşitli sınıflandırmalar yapılmıştır. Bunlardan bir tanesi de Doğu ve Batı kategorileridir. Bu tür bir ayrım daha çok kültürel bir ayrımdır. Doğu Batı kavramlarının esası Doğu-Roma ve Batı-Roma’dan kaynaklanıyor. Batı Roma bilindiği gibi Antik Yunan sanatsal mirasını devralmıştır. Bu kültür Pagan bir kültürdür ve sanatında herhangi bir sansür yoktur. Doğu Roma yani İstanbul’da ise Konstantin döneminde Hristiyanlık resmi din oldu ve bu dinin geçmişi de Museviliğe dayanıyordu. Bilindiği gibi Musevilik Dini’nde, putperestlik yani paganlık yasaklanmıştır. İlgili ayetler şöyledir:
Mısır’dan Çıkış 20
4 “Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. (YC2009)
5 Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım.”
Doğu Roma’da daha sonra Justinyen’in kırallığında, Atina’daki Felsefi okulları kapatılmıştır. Bu etki altında Hristiyanlar İkona kırıcılığa girişmişlerdir. İşte Doğu Batı karşıtlığı böylece ortaya çıkmıştır.
Daha sonraları, okuma yazma bilmeyenlere İncil’deki öyküleri resimlerle anlatma girişimi pagan sanatını araç haline getirerek içselleştirmiştir. Böylece sanat Kilise’nin himayesinde işlevi sürdürmüştür. Ancak bu sanat, özgür bir sanat değildir, sansürlüdür ve dinin güdümündedir.
Ancak daha sonra İslam Dini yeniden Tevrat’ın emirlerine geri dönerek Hristiyanlığın bu resimsel dilini yatsımıştır.
Tüm bu etkiler altında Doğu kültüründe sanat ancak şiirde ve yazı sanatında bir varlık gösterebilmiştir. Buna karşın sanat, Batı dünyasında Kilise’nin denetiminden sıyrılarak özgürce serpilip gelişmiştir.
Bu karşıtlıkta işin estetik boyutu ayrı bir bahistir.
İSMET YAZICI: Akılla gönül çelişir mi?
METİN BOBAROĞLU: Akıl, bir düşünceyi bir nesneye yöntemli bir biçimde bağlayarak bilgi elde etme yetimizdir. Gönül ise, ruhumuzun sevgiyle dolmasıdır. Akıl, zorlayıcı, gönül bağışlayıcıdır: bu nedenle de karşıtlık içindedir. Bu çelişki aklın vicdan’da, gönülle birlikte tevhide gelmesiyle aşılır.
İSMET YAZICI: “Yaratıcı”, “yaratım” sözleri kimi zaman, kimi toplumlar için kullanılması konusunda ciddi tepkilere yol açabiliyor. Problem kavramda mı, yoksa ona yüklenilen anlamın kavranışında mı? Sanatçı neyi yaratır? Ya da bir başka deyişle sanatçıdan yansıyan nedir?
METİN BOBAROĞLU: Yaratma sözcüğü Batı dillerinde “creation” diye dile getirilmiştir ve “biçim vermek” anlamında kullanılır. Bu sözcük bizde “Halk etmek” olarak karşılanmıştır ve her iki dildeki anlamı var olana biçim vermek demektir. Sanatta ise eşi benzeri bulunmayan bir biçim verme diye terimleşmiştir.
Genellikle dinsel duyarlık, bu terimin yalnızca Tanrı’ya ait olduğunu ve kullanılmasının uygun olmadığını söyler.
Allah’ın (cc)iki çeşit yaratması vardır. Birisi sebepler olmaksızın yoktan bir anda var etmesi (ibda), diğeri ise var olanlarla aşama aşama yaratmasıdır (inşa). Bir de var olanlara biçim vermesidir “Halk”.
Sufiler Tanrı’nın bu sıfatlarının insana verildiğini kabul ederler, “Ve alleme Ademel esmae külleha: Adem’e tüm isimleri talim etti.” Ayetini de delil getiriler. Buna binaen dini bir endişe gereksiz görülmüştür.
Dolayısıyla sanatçıdan yansıyan Tanrı’nın esmasının tezahürleridir.
İSMET YAZICI: Sanat yapıtıyla karşı karşıya kaldığımızda onun tesirinin büyüklüğünü, ihtişamını tarif etmekte yetersiz kaldığımızda “Ruhunu katmış!” der, işin içinden çıkarız. Bu “ruh” ne menem bir şeydir? Olmazsa insan olmaz; olmazsa sanat olmaz…
METİN BOBAROĞLU: Sanat eserinin ruhu, onun özgünlüğünden kaynaklanır ve seyredeni etkisi altına alır yani ruhuna tesir eder demektir. Bir bakıma eserde müessiri görünce sanat eseri yoluyla sanatçıyla ruhsal bir temas oluşur.
İSMET YAZICI: Doğal olarak bir de zamanın ruhu var; sanatçının o ruh karşısında, o ruha dâhil oluşunda, karşı duruşunda, kendini ve eserini yorumlayışında, ten değiştirmeleri oluyor. Bugün çağın şaşkınlığı, sanki tanımlarımıza da yansımış, bana en çok yadırgatıcı gelen oluşturulan bu yeni kategorik tanımlar: “Kavramsal sanat”, “güncel sanat”, “modern sanat”…
METİN BOBAROĞLU: Evet,” felsefede böyle bir terim var; “zeit-geist” yani zamanın ruhu. Konuşmanın başında sembolik-sanat, Klasik-sanat, Romantik-sanat ve moder-sanat diye anlattığım şey budur. Şimdilerde zamanın ruhu post-modern-sanat olarak tanımlanmaktadır. Bu modern sanatın evrenselliği altında aynileşen sanatı kişisel perspektifle farklılaştırma girişimidir, yani bireyleşme. Modern sanatta kapalı bir evrensel anlatıdan, açık yapıta geçiştir bu sanat akımı. Örneğin, bir açık yapıtı okuyan okuyucu kendi yorumuyla okuyarak yapıtı yeniden inşa ederek yapıta katılır.
İSMET YAZICI: Çok teşekkür ediyoruz…
METİN BOBAROĞLU: Ben teşekkür ederim, sağ olun var olun. Sözlerimi Atatürk’ün bir şu sözleriyle bitirmek isterim,
“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
“Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”
“Bir milletin sanat yeteneği güzel sanatlara verdiği değerle ölçülür.” “Güzel sanatlarda muvaffak olmak, tüm devrimlerde başarıya ulaşmak demektir. Güzel sanatlarda muvaffak olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla yer almaktan ilelebet mahrum kalacaklardır.”
Metin Bobaroğlu:
1951 yılında Trabzon’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın kurucu üyesidir. 1996 ile 2001 yılları arasında aynı vakfın başkanlığını yürüttü. 1974’ten bu yana yaptığı toplantılara ek olarak, Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın çeşitli kültür merkezlerinde düzenlediği halka açık felsefe toplantılarında konuşmalarına devam etmektedir.
Bu toplantıların ürünü olan Us Düşün ve Ötesi adlı derginin yayımlanmasında öncülük etti. Bu dergide yayımlanan yazılarının bir araya getirildiği Aydınlanma Sorunu ve Değerler ile Kadıköy Kültür Sanat Merkezi’nde yaptığı konuşmaların kayıtlarından derlenen Bâtınî Gelenek Hermetik ve Sanskrit Öğretiler adlı kitapları 2002 yılında yayımlandı.
Metin Bobaroğlu, 1997-2002 yılları arasında M.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde “Simge-Sanat-Felsefe” başlığı altında çeşitli kavramların tartışıldığı seminerler verdi. 2004’te Bilgi Üniversitesi’nde “Kadim Bilgelik: Gnostik Öğretiler ve Tasavvuf” başlığı altında, 2005’te ise gene aynı üniversitede “Bilimsellik ve Mistisizm” adı altında bir dizi seminer verdi.
1999 ve 2002 yılları arasında çeşitli radyolarda “Dinle Ney’den”, “Bir Dilde Bin Kelâm” ve “Kuş Dili” başlıklı radyo programlarını hazırladı. 2009 yılında “Aşure” adlı 20 bölümlük sohbet programı bir televizyon kanalında yayınlandı.
Metin Bobaroğlu’nun on beş yılı aşkın bir zamana yayılan yazıları, konuşma kayıtlarından derlemeler ve kendisi ile yapılan söyleşilerden oluşan Simgesel Düşünme adlı kitap 2012 yılında, Aydınlanma Sorunu ve Değerler adlı kitabının genişletilmiş ve gözden geçirilmiş 2. baskısı ise 2014 yılında Anadolu Aydınlanma Vakfı Yayınları tarafından yayımlandı.
Metin Bobaroğlu, İstanbul’da her yıl Şubat ayında düzenlenen “360 Dereceden Aşk” adlı kültür, sanat ve yaşam festivaline 2016-2022 yılları arasında konuşmacı olarak katıldı. Ayrıca, Radyo Cazkolik’te yayınlanan “Jazz, Müzik ve Kadın” adlı radyo programında 2017-2020 yılları arasında ‘Tasavvuf ve Caz’ başlıklı sohbetleriyle yer aldı.