Yok, öyle sarı halka desenler uçuşmuyordu kahve makinesinin üstünde onları sadece ben görüyordum. Okuduğum romanın kahramanı Yusuf’un çelişkileri, bulut bulut çalışma masamdan mutfağa değin gelmiş, birazdan kahve fincanıma çökecekti. Kararlı koyuluklarla. Ve ben, bir satır, bir satır daha okuma uğruna evden çıkmayı erteledikçe ertelerken: “Çoraksın,” dedim. Kendime mi, Yusuf’a mı kestiremiyorum.
Yaşlı, dedim. Senin baban. Hem yaşlı hem de hasta adam işte. Ona sorduğun sorular zor, baksana gözleri doluyor. Mavisi. Dudakları titriyor ve kırışmış damarları kabarmış eliyle alnında biriken teri zorlukla siliyor. Sanmam -onca zaman sonra- pişman olsun geldiğine. Ya sen… onu gördüğüne… Pişmanlığı gücünün yetip açamadığı tahta bavulu ve elinden düşürmediği üç tellisinde. Bütün babalar pişmandır bir parça. Bütün evlatlar kırgın. Azını çoğunu karıştırma Yusuf, çıkamayız işin içinden. Sessizlik, grafik tablosunda en yüksek yüzdeye karşılık geliyor. Sessizlik, o denli büyük olmasa var ya hepimiz yanarız. Pişmanlığın her koşulda sıkı sıkıya konumunu koruması ne garip öyle değil mi? Kayıtlı bir duygu. Çocukluğumuz hiç büyümüyor. Babalarsa bizden hep büyük. Böylesi bir durumda kaç yaşında olduğumuzun ne önemi var. İklimi değişmeyen bu duyguya ne çok kafa yormuşuzdur. Ne yaşadıysak artık…
Sevgili roman kahramanım, aklın benimki kadar karışık ve romanı okumaya devam ettiğime göre hâlâ yaşıyorsun. Sayfa 68. Uykusuzsun.
Elazığ’a yol alırken aklına yeniden Aylın düşüyor. İstanbul’un karlı sokaklarıyla daracık evlerinde kalmış çok eski bir aşk hikâyesinin tüm ayrıntılarını hatırlıyor, Aylın’la konuşmaya başladığını fark ediyorsun. Telefonunu çıkarıp mail kutuna taslak olarak kaydettiğin iletiyi/mektubu hiç düşünmeden gönderiyorsun.

Bir ölü, yaşama yeniden dönmeye karar verdiğini, artık nefes aldığını söylese on beş yıl aradan sonra… Bunu duyan Kalan, boğulur o nefesle. “Kalan” olmak zaten başlı başına berbattır. Herkes gidene üzülür. Hayat devam ediyor masalıyla, zamanın ilaç olduğu diyalektiği kodlanır ruhuna. Kimse bilmez. Kalan çürür. Ölemez de. Mektup adres bulunamadığından iade olsun istiyorum iyi mi. Aylın o mektupları hiç okumasın. Belki o da yazıyordur, belki öyküler okuyordur, yeni çıkan filmleri takip ediyor, birinin çürüyen yerlerini öpmesine izin veriyordur. Koşullar ne olursa olsun, faydasız romantizmin ağır kokusunu duymak istemeyen kadınların sayısı gün geçtikçe artıyor çünkü.
Senin de dediğin gibi yollara hep başka yollar ekleniyor. Hani Yıldız’ın arabanın koltuğuna düşen o bir tel saçını savurdun ya arabanın aralık camını daha da indirip… Duygusu sende yiten telefonlarını açmadığın Yıldız’ı hiç de öyle hayatından yavaş yavaş çıkarmıyorsun. Çıkaracaktın ya da onaracaktın ama “Büyük Karşılaşma” ya denk geldi. Oracıkta. Yanındaki koltukta. Gözleri uzağa bakıyor. Mavi. Her şey aynı anda zorken verdiğimiz kararlar. Aylın’ı hayatına dâhil etmeye kendini ikna ettiğinde diğerinden vazgeçmek daha mı kolay? Merak ettim, sadece soruyorum. Dedim ya, benim de kafam karışık. Daha daha sonra hastanede babanla ilgilenen turuncu saçlı hemşirenin sosyal medya hesabına takip isteği yollaman. Elin telefona her gittiğinde onun görüp görmediğini kontrol edişlerin. Tüm bu olanlar Yusuf, uykusuzluktan değil.
O Alevi köyünde, babanın bir gözünü dut ağacından diğerini tepedeki evden ayıramayışı. Ne olup bittiğine anlam veremiyor, o takıntılı bakışları şaşkınlıkla izliyorsun. Babadan kurtulmak, ardına bakmadan gitmek sonra. Haksız değilsin. Heves Ali’nin sırtını duvara yaslayıp zorlukla nefes ala ala tepedeki eve, o evin karanlık pencerelerine, çıplak dut ağacına yeniden yeniden neden baktığını merak ediyorsun. Sonra o küçük çay bardağında kalan rakıyı ona hazırlanan odaya geçmeden hemen önce tepesine dikişini. Hatta içeride kendisine hazırlanan yatağa geçerken rakı dolu sürahiyi de yanına alışını. Kim için yudumladığını.
“Yola çıktığımızdan beri bu üçüncü kadın,” diye mırıldanıyorsun.
Sesin gittikçe kendine yabancılaşıyor. Aklına takılanlar çoğaldıkça sesin küçülüyor. Konuşmak istemiyor, düşünmek yoruyor, söylenmek olmuyor. Senin de yanında olmayan üç kadın geldi yine aklıma. Kızma hemen.
Yeniden babanda aklın;
Üç kadın, diyorsun, biri mezarlıktaki mevta, diğeri Elazığ’daki deli, sonuncusu da tepedeki evde oturan Menuş Kadın. Kadınlar anlar; Menuş Kadın da anladı, türkünün kendisine değil başka bir kadına yakıldığını. Ama yıllar önce sıkıca kapadığı kapıyı Heves Ali için yine Heves Ali için açtı. Bildi mi dersin, dünya gözüyle bir daha göremeyeceğini. Gözlerin tepedeki evin açılan kapısıyla birlikte ikisini gördü.
Başını önüne eğiyorsun. Gözlerin yerde.
Diyorsun ki içinden, “Ya annem!..”
Yutkundun. Sayfa 156.
“Kalbinde derin bir çizikle gezenin, günün birinde her ne pahasına olursa olsun yaranın müsebbibini affetmesi kadar kederli ve ağır bir şey yoktu dünyada.”
Gerçekler yerine hikâyeler dinlemek hoşumuza gitmiyor evet. Zaten hikâye dediğimiz nedir ki, cevabını aramaktan yorulup oluşmasına çok zamanlar sonra izin verdiğimiz o küçük kurgu evrenimiz.
“Herkesin babası bir kere ölürdü. Alır götürür yıkar, kefenler, toprağa gömer ve sonra arada bir acıyla hatırlanan bir ölüye dönüşürdü babalar.”
Erzurum’da o hastane odasında bir an doğrulup tekrar yüzüne doğru eğildin. İçinden yüzünü okşamak geçti ama yapamadın. Sonra pencereyi hafifçe aralayıp dışarıda delicesine yağan yağmurun tok sesini dinledin. Aklın sekiz köşeli kasketinin içinde duran fotoğrafa takıldı. Kalktın o eski fotoğraf karesine yeniden varlığını yerleştirdin. Saçlarını okşadı sen gelince.
Zor.
Ne zor oldu.
*Aşıklar Bayramı, Varol Kemal, İletişim Yay, İst.,2021
1 Yorum
Harika bir kitap yorumlaması olmuş. Aynı duygusal yolculuğu o uzun yolculuğu bu kısacık yazı ile tekrar yaptırdı bana. Elinize yüreğinize kaleminize sağlık…