Adam kırışmış sert elleriyle kürek çekmeye utanıyordu. Küreğin sert darbesi pürüzsüz denizin canını acıtacak diye korkuyordu. Deniz kadın gibiydi. Yumuşak davranmak gerekirdi. Kadınlar konusunda da bilgisi yoktu aslında. Genellikle ahkâm kestiği her konuda başarısızdı. “Vay be” dedi içinden “Nasıl da mis gibi deniz kokusu, kadın gibi. Güneş nasıl da sabahın mahmurluğunda, gözlerini uykudan açamayan çocuklar gibi.”

Adam kıyıdan epey açılmıştı. Balığın kokusunu almıştı. Berrak suda gördü balık sürüsünü. Adamla beraber köpek de başını uzattı denize. Köpek komut beklemeden dişledi halatı heyecanla, sürükleyerek getirdi adama. “Evet haklısın, sabitlenmemiz gerek” dedi adam köpeğin başını okşayarak. Kayığın halatı kendisi gibi eskimişti. Neredeyse ayrılacaktı çapanın yıllara meydan okuyan demirinden. Hiç umursamazdı adam böyle ayrıntıları çünkü hayat hiç de ayrıntılarda gizli değildi. Hatta hayatta gizli saklı hiçbir şey yoktu. Her şey çok açıktı. Görmesini bilene… Sadece bir sorunu vardı. Yaşlı kayığın derdi dışında kimsenin derdini dinlememişti. Karısının hatta çocuğunun bile… Bunlar hep sistemin oyunlarıydı. Köleleştirmek için böyle küçük dertler yaratırlardı insanın başına. O dertleri öyle büyük anlatırlardı ki insan kendisinde olmayınca bende niye yok diye hayıflanırdı. Çocuğun eğitim hayatı… Çocuk matematik bilmese ne olacaktı? Ya da evlenmek… Neden çok önemliydi bu hayatta, birbirine bağımlı iki kişi ve onlara bağımlı en az bir kişi için bunca çaba? Üniversite sınavı neden önemliydi? Hırslı çocuklar büyüyünce hırslı bireyler olacaklardı. Üniversite sınavındaki yarış hayatın geneline toz bulutu halinde yayılacaktı. Üstelik de çok önemli ve mutluluk verici bir bulutmuş gibi tozpembe… Hayat netti de balıkçı tekti bu dünyanın ortasında.

Köpeğin ağzından halatı aldı yaşlı adam. Demir çapayı kendini sabitleştirmek istercesine fırlattı denize. Çapa atmak önemliydi. Oltayı atıp beklerken deniz alıp sürüklerdi seni, fark etmezdin nereye gittiğini. Sabitlemesi gerekirdi insanın da kendisini, sabitlemezse kim bilir nerelere gider, kim bilir neler yaşardı? Altındaki deniz gibi kayıverirdi insan bilinmez noktalara… Sonra halatı çekip kontrol etti birkaç defa. Çapa yerinden oynamıyordu. Halatı biraz gevşek bıraktı. Kayığa özgür olduğu hissini vermek gerekirdi. Kayık özgür olsun ki denizle bütünlüğe kavuşsun. Balık kayığı evi zannetsin, gelmek için oltaya tutunsun.

İnsan en özgür kendi evinde değil miydi? Bir an kendini düşündü. Hayır benim en özgür olduğum yer denizin tam ortası. Evde özgür değilim, evin de kendi kuralları var, üstelik saçma sapan kurallar. Işığı kapat, sifonu çek, bahçeyi sula… Denizin kuralı ise;  koklamak… Koku anlatıyordu insana olan biteni. Bak işte yine kadın gibi, ilk önce kokusundan etkileniyorsun kadının…  Hiçbir kadın onun kokusundan etkilenmemişti oysa…

Adam köpeğin havlamasıyla susturdu iç sesini. Köpeğine dönerek “Bugün hava cehennem gibi sıcak olacak. Geçen gün de cehennemin kapısını bulmuş İtalyan arkeologlar. Pamukkale’deymiş! Çok komik değil mi? Oysa insanlar şehirlerde cehennemin kendisini yaşıyorlar, haberleri yok. Kapıya gerek yok sınırların hepsi bir kapı aslında. Kapılar değil de adına sınır dediğimiz duvarlar var” dedi. Ve köpeğin kafasını okşayarak devam etti “Sen inan çok daha özgürsün insanlardan.”

Yanında getirdiği ekmek parçalarını denize attı yaşlı adam. Balıklar zıplayarak atılan ekmekleri yemeğe başladılar. Balıklar o kadar suyun yüzeyindeydiler ki adam elini uzatıp alabilirdi neredeyse onları. Köpek balıkların atlamasından mutluydu. Onlar atladıkça o da sallamaya başlıyordu kuyruğunu. Onları seyrettikçe mutlu oluyordu adam. Avlanmayı sevmezdi aslında. Paramız yok diyen bir karısı olmasaydı belki hiç olta atmaz, saatlerce denizin ortasında duruverirdi. Tuttuğu balıkları karısına götürüyor, karısı da onları pazarda satıyordu. Kadın haklıydı kendince. Beyaz yakalı bir hayat sürerken köy hayatına uyum sağlamak zorunda kalmıştı.

Adam attı yemli misinayı suya, balıklar oltaya geliverdi. Canları acımasın diye hemen ağızlarından çıkarıverdi oltayı. Ah dedi yaşlı balıkçı. Ah, ne yaparsan yap, yakıyorsun yine başka bir canın canını…

Köpek hımbıl bedeniyle kırmızı kovanın içine baktı. Kayıkta artık yeni dostları vardı. Yeniden attı oltasını adam. Peş peşe atıyordu artık. Atarken de oğlunu düşündü. Kendi kendine büyümüştü çocuk. Başaramadım baba olmayı. Zaten neyi başarabildim diye hayıflandı yüksek sesle. Şirket hayatındaki oyunlarla mücadele edemedim. Sığındım denize, bazen gökyüzündeki yıldızlara, bazen yağmurdan sonraki toprak kokusuna…

“Aman of be! Nerede özgürüz işte burada.”

Elindeki oltayı denize fırlattı yaşlı adam, kırmızı kovada çırpınan balıkları tek tek bıraktı denize. Kimseye zarar vermek istemedim ben. Neden herkes mutsuz benim yüzümden? Köpeğine bakarak “Haydi gir yüz en çok bunu seviyorsun, biliyorum. Boş ver dostum özgür kalsın balıklar. Herkes doğasında güzel.”

Köpek heyecanla kendini denize attı. Mutluluktan neredeyse gülüyor gibiydi.

Adam çapayı halatından tutarak çekti. Kayığı serbest bıraktı. İşte bu dedi içinden herkes doğasında güzel. Ne fark eder cehennemin kapısının nerede olduğu.

Sürüklenen kayığın peşinden yüzdü köpek, yaşlı adam gökyüzünü seyretti. Hayat buydu işte. Özgür bir ruhtan başkası değil!

İki gün sonra adam ölmüş, kayık parçalanmış, köpek kıyıda yorgun bulundu.

Paylaş:

Yoruma Kapalı Paylaşım.