Az Şekerli, yazdıkları -başka pek çok yazar gibi- ölümünden sonra kıymetlenmiş Sait Faik’in, ölümünün hemen ardından yayımlanmış öykü kitabıdır. Sait Faik, 11 Mayıs 1954’te ölmüş, yayımcısının özensizliği nedeniyle tartışmalara neden olan kitap da aynı yıl yayımlanmıştı. Yaşar Nabi Nayır’ın, “Varlık Yayınları” adına hazırlayıp yayımladığı Az Şekerli (Aralık 1954), sonraki yıllarda başka yayın evlerinin de yayımladığı bir kitaptır. Bilgi Yayınevi, kitabı yazarın Alemdağ’da var Bir Yılan’ıyla birlikte (1990) yayımlamışken kitabın hemen bütün metinleri, Hikâyecinin Kaderi (YKY, 2005) içinde yer almaktadır. Bunca yıllık kitabın künye bilgilerine dair bilgileri, ilgilisi için bilmemek olmaz elbette; benimkisi, öykümüzün ustası ile edebiyat bahsinde ‘az şekerli’ bir muhabbet, o kadar.
Az Şekerli (Türkiye İş Bankası Yay., 2020), “Son Hikâyeleri” ve “Eski Hikâyelerinden” başlıklı iki bölümden oluşan yüz sayfalık mütevazı bir kitap. Behçet Necatigil’in, “Sait Faik için küçük bir ağıt” saydığı “Anlamak” (1954) şiirinin, kitabın sonuna eklenmesi de ayrı bir güzellik katmış Ruken Kızıler’in editörlüğünü yaptığı kitaba. Belirtmemde yarar var, kitabın “İçindekiler” sayfasındaki “Eski Hikâyelerinden” başlığı, ilerleyen sayfalarda ikinci bölüm açılırken (s.31) “Eski Hikâyelerinden Birkaçı ve Bir İki Röportajı” olarak yazılmıştır.
Kitaplarının değişik yayın evleri (Varlık, Bilgi, YKY, İş Bankası) tarafından yayımlanmasına bir de Sait Faik’in yazı dağınıklığı eklenirse okurun yüzleştiği karışıklıkları doğal karşılamak gerekiyor, nitekim Az Şekerli de bu durumu doğrulamıştır. Öncekiler bir yana Hikâyecinin Kaderi kitabını okumuş olanlar, on yedi metnin oluşturduğu Az Şekerli’nin on dört yazısıyla bu kitapta karşılaşmışlardır. Üstelik metinlerin ilk yayımlanış tarihleri de verilmiştir adı geçen kitapta. Az Şekerli (2020) kitabının, andığım kitapta adı geçmeyen üç öyküsünden ikisi “Müthiş Bir Tren” ve “Gümüş Saat” başlıklı olanlar, Müthiş Bir Tren (Haz. Muzaffer Uyguner, Bilgi Yay., 1981) kitabının “uyarlama öyküler” bölümünde yer almıştır. İlk kez 3 Mayıs 1948’de yayımlanan “Bir Aşk Hikâyesi” başlıklı metni başka kitaplarda göremedim belki ilk kez Az Şekerli içinde yayımlanmıştır, bilemiyorum. İlk kez 1954’te yayımlanan kitabın “Müthiş Bir Tren” (İlk yayım: 2 Mayıs 1948) öyküsü, sonraki yıllarda tartışmalara neden olmuş bir metindir. Metin Erksan, bir proje kapsamında Sait Faik’in bildiği “Müthiş Bir Tren” öyküsünü TV filmi olarak çekmiş (1975), sonrasında ‘komünizm propagandası’ yapılıyor gerekçesiyle film eleştirilmiştir. Aynı öykü, Murathan Mungan’ın, Tren Geçti (2017) adlı seçkisine de alınmıştır. Muzaffer Uyguner, çağdaş Macar yazar Ferenc Herczeg’in, dilimize “Göçen Anılar” başlığıyla çevrilip “Arayış” dergisinde yayımlanan (1 Mayıs 1953) öyküsünü Sait Faik, vaktiyle “Fransız gazetelerine okumuş olmalı” görüşündedir. (Müthiş Bir Tren, 1989).
Öykülerin söylediği
Yazdıklarıyla ilgili birkaç yazıma ve başka bazı yazılarımda adından söz etmiş olmama karşın Sait Faik’i okumakta geç kaldığımı açıkça söylemeliyim. Faturasını kendimden başkasına kesemeyeceğim bu geç kalmışlığımla olmalı ayrı bir istekle okurum gündelik hayatın içinden bir yaşam felsefesi çıkarmış Sait Faik’i. Başkaları da okumakta geç kalmasın ve Sait Faik’i önyargısız okusunlar isterim. İlk kitabı, Sait Faik’in Hikâye Dünyası (Aralık 1968) olan Mustafa Kutlu’nun, “Sait Faik tasvirci realistlerin yaptığı gibi halkın sadece yaşayışını göstermekle iktifa etmemiş hikâyelerinde halkın görüşlerini de aksettirmiştir.” belirlemesi de bu açıdan zamanına göre önemlidir bence. Günlük yaşamın filozofu ve öykünün ustası Sait Faik, okul kitaplarının kapakları arasından çıkarılıp yaşadığımız bu dünyanın gerçekliğinde okunmalıdır daha fazla geç kalmadan. Yazılarının tamamına yakınını vaktiyle okumuşken Az Şekerli kitabını öykücünün veda günlerinde yeniden okuduğumda bir kez daha önemsedim ‘anadan doğma’ öykücüyü. Ferit Edgü’nün şu cümleleri, ‘anadan doğma’ öykücünün okunma gerekçesidir: “Dostoyevski’nin Gogol için söylediği, ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz’ sözünün benim kuşağımın yazarları açısından, Sait Faik için geçerli olduğunu yinelerim sık sık. Ölümünden birkaç ay önce yayımladığı Alemdağ’da Var Bir Yılan’la birçok şeyi bir anda değiştirmiş, biz genç yazarlara yepyeni yollar açmıştır.” (Sözlü/Yazılı, 2016)
Az Şekerli kitabının “Son Hikâyeleri” başlıklı bölümündeki beş öykü de 1954’te, yani öykücünün öldüğü yıl yayımlanmış. Hikâyecinin Kaderi kitabında, “Hikâye Peşinde” için yalnızca ‘1954’ yazılırken, diğerlerinin yayım tarihleri verilmiş. Kitabın bu bilgilerine bakılırsa 1 Mayıs 1954’te “Varlık” dergisinde yayımlanan ve kitaba adını veren “Az Şekerli” adlı öykü, Sait Faik’in ölümünden önce yayımlananların sonuncusudur.
“Son Hikâyeleri” başlığında toplanan beş öykü; Az Şekerli, Battaniye, G…, Hikâye Peşinde ve Kalinikhta, Sait Faik’in bilindik ‘kısa’ öykülerindendir. Lüzumsuz Adam, Havada Bulut, Kriz, Kumpanya, Ay Işığı, Haritada Bir Nokta, Yalnızlığın Yarattığı İnsan vb. öykülerin uzun soluğu yoktur onlarda. O günlerde Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954) kitabının atmosferi, her geçen gün belirginleşen sağlık sorunları nedeniyle genişleyemeden daralmıştır denilebilir. Bu son zamanların telaşesindeki ‘yarım’ kalmış metinler için Bitmemiş Senfoni (Bilgi Yay.,1989) kitabına bakılmalıdır elbette.
Hangi kitabı okunursa okunsun oldukça renkli bir dünya vardır Sait Faik’in öykülerinde. Ölümüyle yaşıt kitabının ‘son’ ve ‘eski’ öyküleri de her ne olursa olsun mutlaka iyi bir yanı olan insanı anlatma konusunda ayrılmazlar birbirlerinden. Köydeki kızlardan birine âşık olduğunu bildiği delikanlının kahveye geldiğinde ‘az şekerli’ bir kahve istemesine karşın “edasına bir fazla erkeklik, yerine yerleşememiş bir yaşlılık oturmuş” delikanlıya bile isteye bol şekerli bir kahve yapan Murtaza karşılar sizi Az Şekerli kitabının girişinde. Sonunda, “aşk mahsulü olduğu için güzel olması lazım gelir ama” ne yazık ki güzel olamamış “tekir kedi renginde bir kurt köpeği” olan Fındık uğurlar sizi kitaptan. Gündelik yaşam kaygıları, kaçamak aşklar, kendi hikâyelerinin ardından koşan insanlar, birbirlerine ‘canımsın’ diyerek yaşamayı zevke dönüştürenler, kirletilmeye karşı duran doğa, okur ve yazar ilişkileriyle edebiyat ortamı, renkli insan manzaralarıyla kıraathaneler, parlayıp sönen öfkeler…
Kitabın tartışmalara neden olan “Müthiş Bir Tren” öyküsünden, öyküyü okurken ‘komünizm propagandası’ çıkarmak, bilindik aklî ve edebî ölçüleri zorlar gibi geliyor bana. Metin Erksan, filmi çekerken öykünün sonlarında arkadaşını dinleyen adamın “Tren geçtikten sonra yağmur dindi mi?” sorusunu, “Tren geçtikten sonra yağmur yağdı mı?” olarak değiştirince propaganda yapılmış sayılır filmde çünkü “yağmur yağdı mı” diye sormak bir tür komünizm propagandası çağrıştırıyor imiş. Bir de filmdeki yaşlı adamın sakalı, Lenin sakalını andırıyormuş. Bu ‘aşırı yorum’ çabası, Tahsin Yücel’in bir anısına götürdü beni. “1956 yılında Varlık’ta yayımlanan bir şiirde ‘Erikler gene çiçek açacak’ gibi bir dize geçtiği için Yaşar Nabi Nayır sıkıyönetim komutanınca makamına çağırtılıp bir temiz azarlanmış, ‘Bu dizede tehlikeli olan nedir?’ diye sorunca da ‘Biz o çiçeklerin hangi çiçekler olduğunu biliyoruz’ yanıtını almıştır. Komutanın odasından çıkışında, albaylar Yaşar Nabi beyden özür dilemiş, ‘Komutana eriklerin çiçeğinin beyaz olduğunu söyledik, ama dinletemedik’, demişlerdir.” (Kimim Ben, 2011). İlahî Türkiye! Öncesi bir yana da Seyyid Nesimî’den bu güne, edebiyat konusunda bu ne fikri sabite…
Kıraathane ve edebiyat
“Severim kıraathaneleri” diyen Sait Faik’in okurları, onun öykülerinde kahvehanelerin/kıraathanelerin önemli bir mekân seçildiğine tanık olmuşlardır. Bunda halkın yaşayışıyla yaşayan öykücünün kişisel payı olduğuna kuşku yok ancak onun Adapazarı yıllarında dedesinin işlettiği ve şehrin seçkinlerinin uğrak yeri olan kahvehanenin de geleceğin yazarının dünyasında izler bıraktığını göz ardı etmemek gerekir. Az Şekerli kitabındaki bazı öykülerin kahvelerde geçen olaylarla kurgulanması bir yana ilk kez 14 Ağustos 1948’de yayımlanan “Kıraathaneler” başlık yazı önemlidir kitapta. Yazar olmasaymış ‘kahveci’ olabilecek Sait Faik’in kahveleri, öyle üç beş ahbabın hemen her gün buluşup yarenlik ettiği mahalle/köy kahveleri değil de toplumsal yaşamdaki çeşitliliği yansıtan, farklılıkların barındığı kamusal mekânlardır. Onun kahvehaneleri, yaşamın bütün canlılığıyla sürdüğü bir dünyadır. Kahvehaneleri “tembel yatağı” sayanları eleştiren Sait Faik, söylenip yazıldığının aksine “kahvehane, daha güzeli kıraathane kadar adamı adam eden yerlerden birisi de üniversitelerdir” dedikten sonra ekler: “Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım.” Ona göre kıraathaneler, “birer muhtar üniversite” ayarındadır.
Sait Faik ayarında, yazıyı ve dolayısıyla edebiyatı öykülerinin odağına almayı önemsemiş başka bir öykücümüz olduğunu sanmıyorum. Öykü dışı yazılarında, özellikle kendisiyle yapılan konuşmalarda onun, edebiyatı ve edebiyat ortamını ne ölçüde önemsediği açıkça görülür. Hikâyecinin Kaderi kitabının sonuna eklenen “Sait Faik’le Yapılan Röportajlar” başlıklı yazıların her biri, “Her gün bir roman beş altı hikâye yazıyorum kâğıtsız kalemsiz. Kâğıt kalemi elime aldığım zaman işte görüyorsunuz ki bir hikâyecik çıkıveriyor.” sözleriyle yazarlık içtenliğini göstermiş öykücünün yazı ilgisi için okunmalıdır. Az Şekerli kitabının son iki yazısı “Aşiyan Müzesi” (İlk yayım: 15 Aralık 1946) ve “Genç Edebiyatçılar” (İlk yayım:19 Ocak 1947), öykünün sınırlarını aşan bir edebiyat duyarlığını gösterir.
“Aşiyan Müzesi” başlıklı yazı, öykücü Sait Faik’in müzeyi ziyaretindeki “dün hafızalarda” iken “bugün kitapları okunmaz” olmuş yazarları anlatışı, edebiyat sosyolojisinin nesnel diliyle anlatılamayacak zenginliktedir. “Hayatlarını bir sarp yolda harcayanlara, muhakkak bugünü şiddetle arzu eden, onun olması için çare arayanlara, işte onlara layık bir tepede, bir müze yaptık. Bu kadarcık olsun vazifemizi yatık. Bir gün kendinde öncekilerin neler yaptığını, niçin ve nasıl yaptığını anlamaya çalışan bir yanar kafalı çocuk bu yoldan geçecek orada, kendisinin yürümek istediği yolu açanların elbiselerini, mektuplarını terliklerini, gözlüklerini, resimlerini, el yazılarını, kamış kalemlerini, hırkalarını bulacak, yazılarını anlayamadığı bu insanların hatıralarıyla kendi zamanını ölçecek. Belki de elbiselerinin bitpazarında satılacağını, yamalı potinlerinin bir balıkçının oltasında çıkacağını, gözlüğünün bir çöplükte, kravatının artık bir bele bile bağlanmayacak halde olduğunu ama şiirlerinin dudaklarda ve kalplerde kalacağını düşünebilirse bunu şu müzedeki adamlara borçlu olduğunu unutmamalıdır.” Sait Faik son cümlesini yazarken Yakup Kadri’nin “Bir Şehit Mezadı” (Milli Savaş Hikâyeleri) öyküsünde anlattığı Mülazim Sani Cevdet Efendi’den mi söz ediyor diye düşündüm açıkçası. Edebiyatımızda bir gelişmeyi simgeleyen Mai ve Siyah romanının, kitaplaşma sürecinde yazarına yaşattığı acıları da Sait Faik, üstadın müzede okuduğu mektubundan aktarır.
Edebiyatın mekânlarını yazacakların, “Genç Edebiyatçılar” başlıklı yazıyı okuduklarında bu ülkenin bir başka fikri sabitesi ile karşılaşacaklarına kuşku yok. Bugün de “iki şair birbirine şiir okusa yandaki masadan şairlere hayretle bakar” kişilerin doldurduğu kafelerde, edebiyatın geyik muhabbeti olmayan “lakırdıları” oradakileri “Madagaskar yerli lisanı işitmiş gibi şaşırtır” ne yazık ki. Üç çeyrek yüzyıl geçti Sait Faik’in yazısının üstünden ancak onun sitemi, sitemimizdir bugün de: “Gençlik, güzel çağ! Hep ümitle dolu. Aynı şeyleri her nesil yaptı. Mecmualar çıktı, okunmadı. Çıkmasıyla çıkmaması arasında fark kalmadı. Gazetecileri, münekkitleri edebiyatçıları müthiş bir sessizlik sardı. Sonra bağırışlar, inkârlar oldu. Şu yapıldı bu edildi. Ama edebiyat yine yüzmek, futbol oynamak, sinemaya gitmek gibi telakki edildi. Yani bir iş telakki edilmedi. Futbolun, sinemanın rağbetini de kazanamadı. Genç yazıcı, sen neler göreceksin, seneler geçecek, hiçbir kitapçı dudağının seni çağırdığını işitmeyeceksin.”
Nasıl bir dünyadır bizimkisi
Sait Faik’in ‘az şekerli’ dünyası, her birimizin farklılıklarımızla ve özgürlüğümüzle bir arada yaşamayı düşlediğimiz dünyadır. “Ay Işığı” (Havada Bulut) öyküsünde, iş için gelen gazeteciye başmuharririn, “nasıl bir dünya arzuluyorsunuz” sorusuna genç gazetecinin verdiği o manifesto nitelikli cevabın şu son cümlesindeki “İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetle [yetki] kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği” o ‘dünya’ için Az Şekerli öyküsünün babacan kahvecisi Murtaza, hoşgörünün sembolü bir kişidir bence. Dünya onun kahvesidir ve içimizdeki iyi şeyleri “korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden” söyleyebilmeyi isteyen bizler de o kahvenin, “edasına bir fazla erkeklik, yerine yerleşememiş bir yaşlılık oturmuş” delikanlısı olarak bu dünyanın içinde yaşayanlarız. Hani diyordu ya öykücü Tüneldeki Çocuk kitabının açılışında, “Şu insanlara hiçbir şey çok değil.” diye, işte ona, insana; insanca yaşamayı, düşünmeyi ve düşündüğünü türlü yollarla anlatabilmeyi çok görenlerin yüzü kızarmalı, yaptıklarıyla yüzleştikçe. Yazımın başlarında ‘gündelik hayatın içinden bir yaşam felsefesi çıkarmış Sait Faik’ derken ‘öykücü’ tanımlamasının onu anlatmakta yeterli gelmeyeceği bir Sait Faik’ten söz etmek istemiştim ben de.