Nilüfer Altunkaya: Sevgili Özgür öncelikle merhaba… İsminle hitap edeceğim izin verirsen…
Özgür Çırak: Merhaba Nilüfer, mutlu olurum.

N.A.:Tarık Buğra ve Kemal Tahir gibi yazarların hayatını romanlaştırdığın biyografik roman, Notabene yayınlarından çıkan kısa öykü ve son kitabında gördüğümüz gibi uzun öykü türünde eserlerin var. Bu kitapların fikir halinden gün yüzüne çıkma sürecini yani senin yazma yolculuğuna nasıl başladığını sormak istiyorum, ilk olarak.
Ö.Ç.: 2004 yılından beri bir şekilde elim kâğıda kaleme değiyor. 2004 ile 2008 arasında çok yoğun bir yazı mesaisi yaptım. Bugün dönüp baktığımda tebessümle karşıladığım iki roman, bir tiyatro oyunu çok sayıda öykü yazdım o dönemde, hatta 2006 yılında Yozgat’ta asker öğretmenken yazdığım bir öyküyü 2008 yılında bir yayınevi çocuk kitabı olarak basmayı kabul etmişti ama bir, bir buçuk yıl sonra bir takım ticari kaygılarla vazgeçtiklerini söyledikleri bir mail almıştım. Tabii o yaşlarda -26 yaşındaydım- biraz fazla önemsiyorsun kırgınlıkları, red yanıtlarını. 2008’den 2013 yılına kadar, İstanbul yıllarımın bir kısmını kapsar, neredeyse hiç yazmadım. Sanırım 2008’de “Gel bu öykünü çocuk kitabı yapalım.” deyip bir süre sonra vazgeçen yayınevinin de bu yazmama halinde karınca kararınca payı var. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış misali. Gezi Parkı direnişiyle kendime geldim, diyebilirim. Alicenap devletimizin vatandaşından esirgemediği biber gazının olumlu etkileri… 2013’ten sonra tekrar yazmaya, özellikle öyküye kafa yordum. 2013 yılının Eylül ayında sanırım Sözcükler Dergisi’nin 45. sayısı idi, basılı ilk öyküm yayımlandı: “Deniz”. Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Sözcükler Dergisi’nde öykülerim yayımlandıkça, bir gün yazdıklarımın iki kapağın arasına konup, raflarda arz-ı endam edebileceğine dair bir fikir oluştu bende. Ama tabii öyle çok hızlı ilerlemiyor bu süreç, yani en azından bende çok hızlı ilerlemedi. 2017 yılında bir kitap fuarında Cem Kalender, biyografik roman projesinden bahsetti. Katılmak ister misin, dedi. Biyografik roman nedir, roman nasıl yazılır, o zamana kadar çok çok çok acemi denemelerim olmuştu ama, bilmiyordum. Yaparsın, dedi Cem Kalender. Sağ olsun. Teşvik edecek insanlarla karşılaşmak ne kadar önemliymiş. Anlayamıyorsun elbette hemen. On beş gün sürdü Kemal Tahir- Bir Fırtına Dindi’yi yazmam. Yazı kurulundan geçtiğini söylediler. Mesajla yani. Sekizinci sınıflara ders anlatıyordum. Başım döndü yayın kurulundan gelen cevaba. Sandalyeye oturdum düşmemek için. Bakarsan nedir ki, bir kitap, çoğu okur dönüp bakmayacak bile, ama senin canın ciğerin o “kitap”. Biyografik romanlardan sonra 2019 Mayıs’ında “Sıcacık Bir Ev” çıktı NotaBene’den. Sıcacık Bir Ev, uzun yıllarda yazdığım öykülerin toplamıydı. Büyük mutluluklar getirdi. Gerçek anlamda okurlarla yazdıklarımın buluştuğu kitaptır Sıcacık Bir Ev. Ve işte 2021 Şubat ayında da “Ormandan Gece Gelen” yine NotaBene Yayınları’ndan çıktı. Dilerim “Ormandan Gece Gelen” de kendine uygun yolu açacak, dilinden anlayan, muradına ortak olan okurun kalbine, aklına dokunacaktır. Çenem düşüktür Nilüfer. Soru da bir miktar kapsamlı olunca, böyle bir cevap doğdu, umarım sonuna kadar okuma sabrını gösterirler.

N.A.: İlk öykü kitabın olan Sıcacık Bir Ev’i ben çok severek okudum. İlk kitap acemiliği yoktu bana göre. Okurda karşılığını buldu mu sence? Buna ek olarak bu noktada, öykü yazarken nasıl bir çalışma yöntemin olduğunu, sormak istiyorum. İlk kitabının hazırlığı içinde olanlara önerebileceğin tüyolar var mı mesela?
Ö.Ç.: Sıcacık Bir Ev, şanslı bir kitap, birkaç açıdan. “Büyük” yayınevlerinin domine ettiği bir ortamda, birçok kitabevi zincirinin raflarına konulmayacak bir kitap gerçeğiyle matbaadan çıkıyor. İsmini de kimse bilmiyor. Kim ki bu Özgür Çırak? Anlatacak neyi var? Markalar, fenomenler dünyasındayız, kimse yanılmak istemiyor, haksızlar mı, değiller ama… “Büyük” yayınevlerinden çıkan her kitaba kefil olabiliyor muyuz?
“Butik” yayınevlerinden de çok güzel kitaplar çıkıyor ama biz sevdiğimiz o birkaç yayınevinin logosunu üstlerinde görmediğimiz için uzak duruyoruz, okumuyoruz. “Sıcacık Bir Ev”in şansı neydi, diye soracaksınız. Süreç içerisinde okurda ufak tefek de olsa bir karşılığı oldu. İsmini hiç bilmedikleri birini okumayı kabul etti okurlar. Ha elbette bunda ödül, ödülle anılma gibi yine “fenomen”ler dünyasında karşılığı olan bir sürecin içinden geçti “Sıcacık Bir Ev”.
Özellikle 2020’nin Nisan’ından sonra, yani raflarda yerini aldıktan bir yıl sonra okunmaya başlandı. Daha çok okura ulaşacağını biliyorum, yalnızca biraz daha zamana ihtiyaç var, okurla arasındaki mesafeler her kitapla daha çok kısalacak.
İlk kitap hazırlığıyla ilgili sorduğun soruya ne yanıt vereceğimi tam olarak bilmiyorum. Aspirin niteliğinde bilgilerim yok ama söyleyebileceğim, “vazgeçmek” sözcüğünü ilk kitap çıkana kadar lugatlarından çıkarsınlar. Bir de kitap dosyasındaki her metne sonuna kadar güvenmeleri lehlerine olacaktır. Yazdıklarımız bizi çoğu zaman “büyü”ler. Çok yanılırız, ne güzel yazmışım dediğimiz zamanlar olur. Yazdıklarımızla büyülenme tuzağına düşmeden, dosyaya koyduğumuz her öykünün “en iyi” olması gerekiyor. Çünkü bugün artık nicelik açısından ve belki bir miktar da nitelik açısında dosya sayıları artıyor, bu çemberi kırıp çıkacak güçte bir dosyaya sahip olmalılar.
N.A.: Ormandan Gece Gelen’de çok tanıdık karakterlerle karşılaşıyoruz. Bize özgü durumlara gerçeküstü bir pencereden bakmayı hem gülümsetip hem de kabuk tutmuş yaralara dokunmayı başarmak kolay bir mesele değil. Konuyu belirledikten sonra mı uzun öyküye dönüştü yoksa önce türe mi karar verdin? Elbette yazılma sürecini de merak ediyorum.
Ö.Ç.: “Ormandan Gece Gelen”in teşekkür bölümünde de adını zikrettiğim bir can dostumun askerlik anısından hareketle yazdım. Karakolda aşçıydı arkadaşım, erzak noktasında sıkıntı yaşıyorlarmış, bir gün karakol komutanı bir karaca vurup gelmiş. Karakolda bir bayram havası tabiri caizse. Et yiyecekler, ama karaca karakola geldikten sonra bir teftiş geçirmişler ve karacayı atmak zorunda kalmışlar, yönetmelik gereği karakol mutfağında av hayvanı etinin bulunması yasakmış. Arkadaşım bu hikayeyi o kadar güzel anlatmıştı ki bundan öykü olur, demiştim. Yazabilir miyim, dedim. İzin verdi o da. Aslında hikaye elbette az önce anıştırdığım meseleden çok başka bir yere gidiyor, ama bana tutunacak bir dal uzattı, az şey mi? Türün tespitine gelecek olursak öyküdeki şiirselliği sevdiğim için bir öykü olsun istedim ama mümkünse çok katmanlı, alegorik, insanın karanlık taraflarına inebileceğimiz, ormanın derinlikleri, bodrum katları, ev içlerinin karanlık yansımalarını ele alabileceğim bir uzun öykü olsun diye düşündüm. Daha doğru bir deyişle hikâye ve kurmaca biçimi de biçemi de dayattı. Yaklaşık iki yıl çalıştım, çok uzun demlenme araları bıraktım.
N.A.: Yaşadığımız pandemi süreci seni nasıl etkiledi, bir eğitimci ve yazar olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsun?
Ö.Ç.: Sürecin yönetilemediğini görüyoruz, yurttaşlar kaderine terk edildi. Eğitimci gözüyle bakarsam neredeyse her on öğrenciden altısı uzaktan eğitime dahil olamadı. Yüz yüze eğitime bazı sınıflarda geçildi ama öğretmenlerin henüz yüzde onu bile aşılanmadı. Yüz yüze eğitimin başladı bu ilk ayda altı öğretmen yaşamını yitirdi. Öte yandan çok uzun süre iş yerleri kapanan insanlar, iş yerleri kapatıldığı için işsiz kalan insanlar; açlık, salgın ve ölüm üçlüsünden hangisini seçmek istersen seç denkleminde sıkıştı, sıkıştırıldı. Her sabah tıklım tıkış araçlarla fabrikalara, işliklere, hastanelere, okullara giden insanlar hafta sonları eve kapatılarak salgın yönetiliyor, bu yolla salgınla mücadele ettiğimize inanmamızı bekliyorlar. İnsan tarihin öznesidir, eninde sonunda değiştirir. İnsan olarak buna inancım tamdır.
N.A.: Zorba Kitapevi’nden bahsedelim. Bazıları hayal kurar, bazıları bu hayalleri gerçekleştirir. Bir hayalin gerçekleşmesi mi Zorba Kitabevi senin için? Nasıl gidiyor?
Ö.Ç.: Zorba Kitabevi, bir önceki soruda bahsettiğim salgın koşullarının ortasında doğan bir heves bizim için. Ege’ye yerleşip bir kitabevi-kafe açalım demeyen mi var? Biz sanal ortamda birkaç yıldır sahafiye kitap toplayıp satıyorduk, İzmir’e geldiğimizde bunun somut bir kitabevine, bir kültür sanat ortamına dönüşmesini istedik. Sevda çok gayret etti, ben hep yandan destek oldum, diyelim. Zorba Kitabevi-Kafe’de çok keyifli zaman geçiriyoruz. Tabii açık kalabildiği sürelerde. Bir yıldır kira ödüyoruz ama hepi topu 4-5 ay açık kalabildi Zorbamız. Ama güzel, sağlıklı, umutlu günlerin geleceğini biliyoruz. Okurlarla yazarları bir şekilde Zorba Kitabevi-Kafe’de buluşturmak yegane gayemiz.
N.A.: Yazarın samimiyetinin yazdıklarına geçtiğini düşünenlerdenim. Bu samimiyetine ve yazdıklarına ihtiyacımız var. Kalemin hiç susmasın. Çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim sevgili Nilüfer.
