Bir şiir kitabı okuduğum zaman hem o şiirdeki imgelere dalıp çıkarım hem de sanki bir atölye çalışması yapmış gibi olurum. Fakat nedense dizelerdeki yeni imgeler etkiler beni. Kimi dizeler, kimi imgeler bana şiir yazdırtsın isterim. İyi bir şiir karşısında hangi sanat eseri sessiz kalabilir ki? Sadece iyi şiirin, henüz yazılmamış bir imgenin peşine düşenler umurumdadır ve derdimdir. “İmge yeniyse karşımızda yeni bir dünya vardır“ demiştir G. Bachelard! Şiir, gücünü anlamdan değil imgeden alır çünkü! İyi bir şiir yazmak için, şiir zekası ve şair duyarlılığı da yetmeyebilir. Kelimeler kalbimize ve ruhumuza çarpa çarpa şiirin sokağına düşmelidir. Kelimelere yeni hayat elbiseleri dikmek şairin işidir. Kelimeler kendi anlamlarının dışında her sabah yeniden işbaşı yapmak zorundadır. Bırakalım kelimeler yaralı kalsınlar, kelimeleri kirletmeyen, her kelimenin kalbine usulca dokunan şairlerdir, bunu bilelim ve kelimeleri sevmekten, kışkırtmaktan korkmayalım yeter! Şair Betül Dünder’in “Ayna Yorgunluğu” adlı o güzelim şiir kitabını okurken düşündüm bunları ve şiir adına ne kadar sevindim bilemezsiniz. Sevgili Betül Dünder “Tabiata inmiş bütün canlıların sesiyle“ yazmış da şiirlerini “kadife gölde bir rüya” olmuş sanki.

“ayrılık ne ise öyle kalsın
biz ona yüzü kırılmış bir baba gibi su içirelim“
Kendine küsmüş kelimeleri uykusundan uyandırmak zor iştir. Canına okunmuş, yerlerde sürünen kelimelere ve nesnelere çağcıl bir var oluş duygusuyla dokunmak gerekiyor. Akılla değil. İnsan aklı gaddardır. Bir çocuk saflığıyla “kutsal bir yaraya davet edilircesine“ yaklaşmalı ve kelimelerin sesine gerekirse bir kulağımızı çıkarıp vermeliyiz. Felsefenin her zaman şiire, şiirin diline ihtiyacı vardır. Çünkü dil dünyanın kendisidir. Şairin dilinden başka da kimsesi yoktur. Elbette her şeyin bir rengi, kokusu, sesi ve o kendine özgü dili vardır ve bunu bir tek şairler görür, duyar ve yaşarlar. “İmge var olmayandır. Nesnenin gölgesidir“ derken Levinas boşuna mı bu cümleyi kurmuştur? Yazılmış iyi bir şiir insanlık tarihine kadar uzanan, şifresi sadece şiirde ve şairde bulunan ve herkes tarafından anlaşılmayan bir başkaldırı hazzı, bir manifesto, bir eylem tadı taşır. İnsan ruhunu harekete geçiren, insanın kalbiyle en çabuk buluşan, sadece kendi gölgesiyle bile akılları darmadağın eden, tanrıyla göz göze gelen tek sanat eseri şiirdir. Şiirde roman, romans olmaz ve şiirden kovulanlar asla şiire geri dönemezler. “Üzüm bile suyuna âşık, ben tereddütteyim.” demiş şair! Bu dize iyi bir şairin “ağzından kaçmış bir armağan” olsundur, anlayana…
Bir şiir kitabı okuduğunuzda, şayet şiir bilgisine sahip değilseniz, siz ortalama bir şiir beğenisiyle her yazılanı şiir sanıyorsanız zaten Betül Dünder’in ne şiirlerini okuyun ne de iyi bir şiir kitabı satın alın! Radyolarda “şiirler” dinlediğinizi zannedin. Zaten dünyanın kalbini ve aklını yalancıya çıkarmışlar. Oysa iyi şairler tanrı katına çoktan çıkmışlardır bile. Onlar birer “buda” değil; her zaman buradadırlar. İnsan kendisini görmeye başladığı zaman, nedense kalbi alt üst oluyor. İyi şair hayata biraz da tersten bakar, o hayatın zehirli balını önce kendine banar ve üzgün bir kederle zamanın ruhunda oturur. “Asude bir aynayla yüzleşmek” ve inadına “öyleyse ben bir ağaçtım eskiden“ demek gerçekten bir dizeyse ki öyledir; “bir manolya açıldı zihnimde birden“ dizesi de ressam Morandi’ye kadar uzanır da biz neden böyle çok düş gördüğümüzü umutsuzluk olarak açımlayamayız. Çünkü kader diye bir şey var mıydı bu hayatta? Şairim Betül Dünder’in dediği gibi: “tanrının gözleri serindi, çek dedim ucundan kanımın, aynılaşalım.“
Kelimelerin şiire henüz girmemiş haline mahcup ve suçsuz bir yalnızlıkla da bakılabilir. ”Ağlar kendine doğru koşan atlar, bir gülü öpmüş gibi yanağından.” Şair olmak başka, şiir yazmaksa başka bir şeydir çünkü! Şairlik bilinçaltı oyunları falan değil; loş hayatlara rastlamak, ya da toplumsal bir yanılsamanın üzerini çizmek, dizenin üzerine çıkmak falan da değil, “torbalarında nar ve incir, bir düş kardeşliği“ diyebilecek kadar, ”çardakların sarı yorgunluğudur” şiirdeki zaman! Betül Dünder’in şiirindeki kelimeler nasıl kullanılıyor onlara bakıyorum da “ahşap bir hayat kendini kemiriyor” ve melekler yeni düşler görüyorlar sanki. Yazılarımda sürekli bir İlhan Berk meselini ve kelimelerin vicdanını devreye sokmadan edemiyorum. Şairim Betül Dünder demiştir bir kere: Büyümek “kiraz bahçelerinden kaçmakmış” ve “yan yatmış bir nehir” üzerine yemin ederim ki; “boğulmuş bir sandala“ dönse de dilimiz, “en sarı odasında buldum acı denen nesneyi” diyecek kadar ve “göldeki nilüferler kadar” bir trenin ardından koşan oğlak yüzlü bir dağ ve kekik kokulu bir rüzgâra sığınmak belki de naz yüzlü ruhumuza bir cezadır. Zaten Betül Dünder yazmış ve söylemiştir: “Naz dedim babama… Dedi: yaz! Yanmak için unutulmuş bir barakadır hakikat.” Şiirin büyüsündeki deformasyon ne güzel, hem de ürkütmeden bunu öyle güzel beceriyor ki şair Betül Dünder, alışkanlığın hüküm sürdüğü bu tüketim toplumunda “göğe eriyen ırmak taşmak için, kadından doğma bir atı bekler, kime söylediysem bunu, bir karabasan gibi gördü düşünü, unutmuş olamaz!“ demiştir ve biz de bir gölün yanağından öpmüş gibi oluruz, çünkü gül nazarıdır bu ve “defteri ince yazılarda” sararan ve çürüyen bir nefes gibi sadece kendimizi eskitiriz!
“Ayna Yorgunluğu” adlı şiir kitabını okuyorum. Şair iyi şiirlerle, iyi şairlerle beslendiğinden, bazen “dilindeki hüner”den sıkılır, bir gazel sesiyle aklın arka bahçesinden kendine bir avlu çıkarır ve yazgı yüzlü kedilere de bir şiir gibi bakar! Tavrı vardır şairin: “bir divan eskimiş çıkarılacak evden” der ve dişi bir derviş tadıyla hayatı asla ertelemeyen dizeler yazar: “uçmak için bir bana mı dar geldi evren” der ve şiirdeki görünmeyeni, umulmayanı yazmayı asla ıska geçmemiştir ve şiirdeki ses şairin kendisi olmuştur.
Picasso: “Benim metaforlarım var” demiştir. Şair Betül Dünder de “üvey bir zamana uzanarak” her yerinden bulut ve güneş akıtarak şöyle söyler: “girdim ahşabın içine kara bir taşa vardım.“
Vivaldi eşliğinde yazıyorum bu güzelim kitaptan bana kalanları. Bana kalanlar “bir defnenin içinde orman” bulmak kadar güzel, “bir hayvanın omurgasında uyanacak” kadar güzel, “kim o sahradan gelip bendeki denizi ağlatacak kadar“ derin ve sahici? İyi şiirdeki ruhun içine sızacak kadar iyi şiirler yazıyor Betül Dünder! Sağlam bir şiir tekniğiyle, zaman zaman kelimelere trajik imgeler yüklüyor. Şiir yazmanın kederiyle şair olmanın yazgısına derin bir yoğunluk kazandırıyor. Göldeki kuğunun gözleriyle de bakmak isterdim hayata. Çünkü “Su, Tanrı’nın yüzünü görmüştür” ve elbette “şiir, resim gibidir“ der Horatius!
Ve burada ruhumuzun kanayan yerleri kabuk bağlamaya başlar ve biz yazılan her iyi şiirle hayatın iyilik ve rüya katına taşınırız.
“Ey tanrım şimdi ben buysam:
kadife gölde bir rüya!
bırak yarasalar insin göğsüme
kuş deyip beslerim, bir manadır
karanlığıma.“