Edebiyatımızda roman türünün gelişim sürecinde ‘ustalık’ belgesini edinenlerin ilki olarak bilinen Halit Ziya Uşaklıgil (d.1867), yazı yaşamını roman türüyle sınırlı tutmayıp edebiyatın hemen bütün alanlarına yaymış bir isimdir. Henüz yirmili yaşlarına varmamış yıllarında başlayan öykü, roman, mensur şiir, tiyatro, deneme, gezi, çeviri, mektup, vb. yazılarıyla adını duyuran ve sonrasında dönemini aydınlatacak anılarıyla belleklere yerleşmiş Halit Ziya, roman yolunda izini süren Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle “yaratılıştan romancı” olan bir yazardır. Mai ve Siyah romanının otuz yaşındaki yazarı, tartışmasız ‘usta’ bir romancıdır ancak bu gerçeğin edebiyat kamuoyunca onaylanması, 27 Mart 1945’te ölen Halit Ziya için bir veda yazan Tanpınar’ın, “Bizde asıl romancılık Hâlid Ziya ile başlar.” ve “Hâlid Ziya, Türk romanının başındadır.” (Ülkü, 1 Nisan 1945) yargılarıyla gerçekleşmiştir denilebilir.
Yazıya adanmış bir ömrü temsil eden Halit Ziya, ‘sanatçı imgesi’ kavramının oluşmasında yazarın aile çevresi ile içinde var olunan edebiyat ortamının etkisini örneklendirmesiyle dikkat çekici bir yazardır. Yıllar sonraki bir mektubunda “on dört yaşlarına doğru Fransızcada okuduklarımdan tat alacak bir dereceye erişince artık Türkçe hikâye okumaktan vazgeçer oldum” diyen romancının biyografisiyle ilgili onca yazının hemen her birinde, belirttiğim bu örnekleme görülebilir. Söylemek istediğimi şöyle bir cümleyle özetleyeyim: İstanbul’daki ticari işlerini İzmir’e taşıyarak daha bir varlıklı/seçkin konuma yükselen Uşşakizâde ailesinin, İzmir’de Fransız okulundaki eğitimi sırasında beliren edebiyat ilgisi bu şehirde yazıya dönüşen biricik çocukları Halit Ziya, İzmir’de kalıp da sonraki yıllarında İstanbul’a gelerek Servet-i Fünun dergisi çevresindeki edebiyat hareketine katılmamış olsaydı büyük olasılıkla romanımızın ustası, Mai ve Siyah yazarı Halit Ziya Uşaklıgil’den bugün söz edemeyecektik.
Halit Ziya’nın biyografisini ya da romancılığını yazmak değil de handiyse söz birliğiyle döneminin edebiyat beyannamesi sayılan Mai ve Siyah adını vurgulamak ve bu roman çevresinde yazarının başka birkaç yönüne değinmektir önceliğim. İzmir’de -yıllar sonra haklarında konuşurken “bu çocukluk eserlerinin karşısında gülümsüyorum” dediği- biri yarım kalmış beş romanı Sefile (1887), Nemide (1888), Deli (1888; yarım), Bir Ölünün Defteri (1891) ile Ferdi ve Şürekâsı (1892) yayımlanan Halit Ziya, İstanbul’da yeni ve geniş bir edebiyat ortamına eklenince adından söz ettirecek üç büyük romanını beş yıllık sürede peş peşe sıralar: Mai ve Siyah (1896), Aşk-ı Memnu (1899) ve Kırık Hayatlar (1901). Tefrikası Eylül 1908’de başlayan Nesl-i Ahîr, başka bir atmosferin, üstelik yazarının da pek beğenmediği bir romanıdır.
Mai ve Siyah romanı ve yazarı
Bazı romanların, yazarlarının kaderinde ayrı bir yeri oluyor ve o romanlar, yazarının adından çok edebiyatın kamuoyuyla anılıyor. Bu ayrı duruş; romancının ustalığından mı, okurun aradığını bulmasından mı yoksa romanın tam zamanında yayımlanmış olmasından mı kaynaklanıyor, araştırılmaya değer doğrusu. Kendisine gelinceye kadarki çeyrek yüzyıllık roman geleneğini birden bire aşarak otuz yaşındaki genç Halit Ziya’yı ‘usta romancı’ yapan Mai ve Siyah da bu özgün romanlardan biri, bizdeki ilkidir. Düşününüz ki Huzur (1949) yazarı Tanpınar kırk sekiz, Tutunamayanlar (1970) yazarı Oğuz Atay ise otuz altı yaşlarındadırlar. Romanın yazarı, denemeci Suut Kemal Yetkin’e yazdığı cevabî bir mektubunda (Ulus, 5.9.1943) “büyük bir yankı yaptı” dediği romanını anlatır: “Bir bardak su içinde bir fırtına… Bunun için birçok nedenler vardı. Her şeyden önce bu hikâye basın, edebiyat ve şiir hayatına ilişkindi. Yakından gözlemler üzerine ortaya gelmiş bir belge değerindeydi. Birçok kişiler, Babıâli caddesinde her gün görülen yüzlere benzerdi. Sonra asıl hikâyenin kahramanı Ahmet Cemil, şiir ülküsünün bir simgesiydi. Eserde başından sonuna kadar bir hayal, bir şiir havası vardı.” (Türk Dili Roman Özel Sayısı, Temmuz 1964). Aynı mektupta romanı için “bunu bilerek, düşünerek, önceden karar vererek yapmış değildim” diyen Halit Ziya’nın önceliği, yine Tanpınar’ın belirlemesiyle söylersek bizim edebiyatımızda “nesli namına konuşan ilk eser” yazmış olmasıdır herhalde.
Kendisi için ‘mai’ sayfanın büsbütün kapandığını gören Ahmet Cemil’in, “Hayatın biraz da gerçekçi yönlerini düşünmüş bu toprak parçasının üstünde bir şiir bulutuna sarınarak uçmak için çalışmamış olsaydı, bugün bu kadar yenik düşmüş olmayacaktı.” hayıflanışına bakılırsa Mai ve Siyah romanında anlatılan, şair romantizminin toplumsal yaşamın gerçeğine yenilişidir. Mustafa Nihat [Özön]’a göre yazarının “Serveti Fünunun muarızlarına karşı açtığı kavganın muvaffakiyetini temin eden bir eser” (Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, 1930) olan romanda asıl görülmesi gereken, Halit Ziya’nın yarattığı edebiyat atmosferidir.
Çalıştığı gazetenin onuncu yılı için düzenlenen kutlama gecesinde ‘mai’ hülyalara dalan Ahmet Cemil, ailesinin geçim yükünü de ders verdiği zengin çocuklarının şımarıklıklarını da unutmuş, edebiyat gündeminde yankılanacak şiir kitabını ve bu sayede Lâmia ile yaşayacağı mutluluğu düşlemektedir. Jack London’ın deyişiyle göz kamaştıran “edebiyat cenneti” ne yazık ki edebiyatın kurmaca ve gerçek dünyasında her birinin öyküsü ayrı pek çok Ahmet Cemil için kapılarını öyle kolaylıkla açmayacaktır. Şiirde yerleşik anlayışın temsilcileri, genç şaire umut yolunu kapatmış, kız kardeşinin evliliği acıyla sonuçlanmış, Lâmia ise zengin bir subayla nişanlanmıştır. Zamanının gerçekleri ‘mai’ sayfayı kapatmış, ‘siyah’ bir ufkun belirsizliğine göndermiştir genç şairi. Yazarın deyişiyle “şiir ülküsünün bir simgesi” şaire düşen, yazdıklarını yakıp İstanbul’dan ayrılmaktır, o da öyle yapmıştır ya. Halit Ziya, sevgilisi Lâmia ile kardeşi İkbal’in ayrı ayrı acılarıyla mecalsiz bıraktığı genç şairini bu terk ettirişiyle romanın nesline, insanın kaderinin kendisinden çok çevresinin eliyle belirlendiğini öğretirken o çevreyi temsilen de Raci karakterini çıkarır karşımıza. Okul arkadaşı duygusal Hüseyin Nazmi, idealist Ahmet Cemil’in yanına yazılırsa yayıncının oğlu Vehbi Bey de siyahın temsilcisi Raci’nin safındadır. Romanın evre kadrosuna başkaları da eklenebilir elbette. Adı özellikle Mir’ât-ı Şuûn (günlük yaşanılanı aksettiren ayna) seçilen gazetenin onuncu yıl kutlamasının yapıldığı Tepebaşı Bahçesi’ndeki masa; gazetenin sahibi, yazarları ve çevresiyle Mai ve Siyah romanının sonunda karanlıkla örtülecek edebî atmosferini yansıtır. Şairin romanından yıllar sonra Sabahttin Eyuboğlu, kitabına ad olacak “Mavi ve Kara” (1958) başlıklı denemesinde bir gerçekliği belirlerken “Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil!” cümlesiyle de “Kızkulesi açıklarında ağır bir yol alışla süzülerek yavaş yavaş ilerleyen Loyd’un Süveyş (Kızıldeniz) yönlerine çalışan gemilerden biri[nin]…yüreğinde bir mezarla son umutsuzluk türbesine sürüklüyor” olduğu Ahmet Cemil’in ardından üzülenleri teselliye çalışmış gibidir.
Roman ve diğerleri
Mai ve Siyah romanından sözle on yedi yaşındayken ilk romanı tefrika edilen Halit Ziya konuşulduğunda, onun roman görüşlerinin de önemsenmesi gerekir. Sanata Dair kitaplarının özellikle birincisinde toplanmış yazıları dikkat çekicidir ancak Hikâye kitabı, kurmaca Mai ve Siyah’ın kuramsal karşılığıdır dense yeridir. Her iki kitap da öncekileri olmayanlardır. Halit Ziya’nın, liseli arkadaşlarıyla kurduğu “devletle ilgisi olmayan” Hizmet gazetesinde ilk romanıyla aynı yıllarda tefrika edilen Hikâye kitabı, ustalaşacak romancının romancılık bilgisini gösteren bir tür hazırlık çalışmasıdır. Kitabında ‘hikâye’ sözcüğünü ‘roman’ yerine kullanan Halit Ziya, “önsöz” yazısında şairin, insanın yalnızca kalbini anlatmasına karşılık roman yazarının insanı bütün yönleriyle anlattığına dikkat çekerek Batılıların bunca zamandır yücelttikleri roman türünün bizim edebiyatımızda henüz ‘çocukluk seviyesinde’ bulunmasına “teessüf etmemek nasıl kabil olur ki” diyerek yakınır. Kadim çağlardan modern zamanlara dek ‘roman’ türünün gelişimini isimler ve eserlerle örneklendiren Halit Ziya, benimsediği ‘realist’ roman anlayışı ile eleştirdiği ‘romantik’ romana yönelik değerlendirmelerini de yapar kitabında. Hikâye kitabının bence asıl önemli yanı, roman dünyasına henüz adım atmış bir genç yazarın, kitabının sonundaki “Masalcılar” bölümünde, niteliksiz çevirilerin ve piyasa edebiyatının romanımız için yaratacağı olumsuzluklara o yıllarda dikkat çekmiş olmasıdır.
Kuramsal ve kurmaca metin olarak birbirini tamamlayan Hikâye ile Mai ve Siyah kitaplarına Kırk Yıl adını da eklemek gerekir. İlk kez 1936’da basılan anılar kitabı Kırk Yıl, bir dönemin panoramasıdır ve L. Sami Akalın’ın deyişiyle, “Servet-i Fünun edebiyatı konusunda edebiyat tarihi için bir hazine” (Halit Ziya Uşaklıgil, 1979) sayılan kitap okunmaksızın Servet-i Fünun dönemi edebiyatının kavranabilmesi pek mümkün değildir. Sözünü ettiğim cevabî mektubunda Halit Ziya, romanını “yakından gözlemler üzerine ortaya gelmiş bir belge” olarak anlatıyordu ya işte Kırk Yıl bu “gözlemler” kitabıdır. Bir dönemin edebiyatçılarını toplumsal sorunlara uzak oldukları için suçlamakla yetinenler, yer yer 1984 romanını geride bırakacak karamsar ortamda yaşayan sanatçıların hayli güç yazma koşullarına bakmalıdırlar bu anılar kitabında. İlk romanı ‘sansür’ nedeniyle basılamayan, İzmir’den İstanbul’a yayımlanması için gönderdiği Bir Muhtıranın Son Yaprakları hakkında arkadaşı Abdülhalim Memduh’un, “Çıldırdın mı, menfaya[sürgüne] mı gitmek istiyorsun, memleketi hükümeti batırmışsın” cevabını alan Halit Ziya, yeni bir dönemde yazdığı Nesl-i Ahîr (1908) romanında, yurt dışından dönen hariciyeci kahramanını İstanbul’da Hiristos Tepesi’nde gençlerle dolaştırırken “sizi kim temin eder ki burada çamların her birinde bir casus kulağı yoktur?” kaygılarıyla kendi yaşadıkları karabasanın izlerine vurgu yapar yıllar sonra.
Romancı Halit Ziya, bir neslin romanını yazarken romanın merkezine şair karakter Ahmet Cemil’i yerleştirmekle, romanını yazdığı neslin edebî duruşuna dikkat çeker çünkü Servet-i Fünun, şairin öncülük ettiği şiir kalkışlı bir edebiyattır. Ne var ki Halit Ziya da bir şairdir ve edebiyatımızda ‘mensur şiir’ türünün Mensur Şiirler ve Mezardan Sesler kitaplarıyla öncüsü de odur. Birinci Türk Dili Kurultayı (26 Eylül 1932) konuşmasındaki “Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırımlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye düşüren haliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim.” sözlerini, şiirin ve şairin romanı Mai ve Siyah sayfalarında görmemek olmaz: “-Bilseniz, şiirin nasıl bir dile muhtaç olduğunu bilseniz! Öyle bir dil ki… Neye benzeteyim, bilemem? Konuşan bir ruh kadar temiz, sağlam ve iyi anlatıcı olsun… Bir dil ki, bizimle birlikte, güneşin batışının hüzünlü renklerine dalsın düşünsün; bir dil ki ruhumuzla bir yasın acısı ve umutsuzluğuyla ağlasın. İşte (öyle) bir dil istiyoruz ki onda o ezgiler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sarsılsın; sonra veremli bir kızın yatağının kenarına düşsün, ağlasın; bir çocuğun beşiğine eğilsin, gülsün; bir gencin umutla parlayan bakışına saklansın… Bir dil… Oh! Saçma söylüyorum sanacaksınız; bir dil ki sanki bütünüyle bir insan olsun.”
Yüz yirmi beş yıllık roman
Toplumsal yaşamı ideoloji/çıkar ekseninde biçimlendirmek isteyenler için sanatın ve dolayısıyla da edebiyatın estetik yönü bir anlam ifade etmez, onlara göre bütün alanlarıyla güzel sanatlar, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yararlı bir araçtır o kadar. Mai ve Siyah ile benzeri türdeki estetik kaygılı bütün sanat metinleri, Nihat Siris’in benzeri az yazılır Sessizlik ve Gürültü (2015) romanında anlattığı biçimiyle ideoloji/çıkar övgülü “millî sanat” olamayacağından, olsa olsa “sidikli kız” için yapılanlardır. Tanık olduklarımızla anlaşılan odur ki bu ülkenin gündemine estetik, sanat, edebiyat türü maddelerin girebilmesi oldukça zor görünüyor, biz edebiyat işimize bakalım. Seviyesi ne olursa olsun bugünkü okulların, öğretimin ötesine geçemeyen ‘edebiyat’ derslerinde edebiyatın sanat yönüne vurgu yapılamıyor ne yazık ki. Servet-i Fünun dergisindeki tefrikasının 4 Haziran 1896’da başladığı dikkate alınırsa Mai ve Siyah, yüz yirmi beş yılını tamamlamış bir romandır. Edebiyat araştırmacılarının bu romanı gündem dışı tutmaları beklenemez elbette ancak edebiyatta yazı yoluna çıkacakların Mai ve Siyah romanını göz ardı etmemeleri gerekir. Bunca yıllık romanın çağdaş okurları düşünülerek kitabın özenli, eleştirel yeni baskıları yapılabilir, Halit Ziya’nın yazarlığına mekân olmuş iki kent İzmir ve İstanbul’da bağlantılı programlar düzenlenebilir. Yazı/edebiyat ilgililerinin, edebiyat dergilerinin yaratıcı yazarlık atölyelerinin gündeminde Mai ve Siyah olmadır derim.