Paleontoloji, modern insanın 150.000 yıl önce Afrika’dan yeryüzüne yayılmaya başladığını söylemektedir. Bu karşılaştığı sorunları çözecek davranışları göstererek, doğanın zorluklarına uyum sağlayabilmek için kendinde olmayan barınma ve giyinme gibi fiziksel koşulları oluşturmaya başlaması demekti. Ayrıca beslenme zincirindeki yerini anlayarak, biyolojik varlığının devamlılığını sağlamak ve bunları deneyimleyip belleğinde saklayıp, daha sonra kullanabilmesi için gerekli olan bilincin oluşma anıydı. Bir noktada içgüdüsel olarak başlayan bu davranışları, geçirdiği fiziksel evrimin sonucunda, beyninin büyüyüp işlevsellik kazanması ile birlikte, bilgi birikimine dönüşerek belleği oluşturmuştur. Belleğin oluşumu ile birlikte güçlü bir ileri adım atarak ‘ben’ duygusu dediğimiz, kendinin bilinçli farkındalığına kavuşmuştur. İnsan olmanın ilk eşiğini böylece geçerek, geleceğini kurmaya başlamıştır.
Bu süreci yaşarken, kendi türü ile sürü şeklinde başlayan varlığı, zaman içinde evrilerek bir dizi sosyal davranışı içeren ve birlikteliklerinin harcı olan toplumsal kuralları oluşturmuştur. Zaman içinde gelenekselleşen bu kurallar kendiliğinden içselleştiği gibi bazıları ise yazılı mutabakat şeklini almıştır. İşin en can alıcı noktası iyi ile kötü, doğru ile yanlış, haklı ile haksız olanın karşıtlığındaki çatışma ve bu çatışmadan gelişen bireysel ve toplumsal ahlâktır. Bugün geldiğimiz noktada sorun bu ahlâkın işlevselliğidir. Antik Çağ’ın felsefecilerinin, ahlâkı, her zaman her türlü toplumsal mutabakatın önüne koymaları bundandır.
İnsanlık tarihinde, insanın bugününü oluşturmasında böylesine önemli yeri olan ahlâk, Türk toplumunda sürekli dillendirilerek, kadın üzerinden oluşturulan ve kadının davranış biçimlerine indirgenen ahlâk değildir. Davranışlarımızın bir bütünü olan etiktir. Toplumu bir arada tutan, onun varlığını anlamlandıran ve bireylerin hakkaniyet dediğimiz kavramın güvencesi altında yaşamasını sağlamada, hukuk kadar önemli olan bir olgudur. İnsanın ‘ben’ dediği andaki varlık bilincini oluşturan iki temel gerçekliği, fiziksel varlığı ile birlikte etik dediğimiz manevi varlığıdır. Mevcudiyetinin bu iki temel değerini içselleştiren insan, onları özü olarak var etmiştir. Yani insan onlardır, her ikisidir. Bunlardan fiziksel olanı kaybetmesi biyolojik hayatını sonlandıracağı gibi, etik olanı kaybetmesi ise varlığının değerini hiçleştirecek ve özünü kaybettirecektir.
Etik adını verdiğimiz toplumsal ahlâkı oluşturan değerler toplamı, ilk kabulünü oluşturduğu andan bugüne kadar geçen süre içerisinde kesintisiz ve üstüne her gün bir yenisini koyarak oluşmadı. Aslında insanlık tarihi, ahlâk dediğimiz soyut kavramın, kanlı canlı varlıklar olan insanlarla mücadelesinin tarihi gibidir. İnsanın içinde var olan; çıkarcılık, aç gözlülük ve sahtekârlık gibi kötücül duyguları ile birlikte siyaset, inanç dünyası, medya ve tüketim doyumsuzluğu gibi etmenler, insanın binlerce yılda diğer insanlarla ilişkilerinden ve kendisinden oluşturduğu öz değerlerini erozyona uğratmıştır. Bu tahribat başarılı olduğu ölçüde de, insanı özü olan bu değerden uzaklaşmış hiçleştirmiştir, yani kendine yabancılaşmıştır. Günümüzde insan kendinin uzağında yaşayan, kendine yabancı birisidir. Yani yabancılaşma insanın kendinden uzaklaşmasıdır. Bundan daha vahimi, kendine yabancılaşmasının yanında, diğer insanlara, doğaya, güzellik duygusuna da yabancılaşmasıdır.
Doğuştan sahip olduğu, nasıl olursa olsun, daha çoğuna sahip olma isteği yaratan güdüsüne yenilerek, toplumsal paylaşımda hakkaniyeti öteleyip salt benci olarak kendi özüne yabancılaşan insanın, dış etkenler olan medya, televizyon, reklamlar, kitle iletişim araçları ve hatta internet gibi unsurların oluşturdukları hipnoz etkisi ile bilinçaltına gönderilen imgelerle yabancılaşması daha çok artmaktadır. Çağdaş insanın en büyük dramı dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun tüketim nesnesine indirgenmesidir. Tüketim nesnesine indirgenen insan artık bir özne olmaktan çıkıp bir obje halini almıştır, dolayısı ile etken değil edilgendir. Neyi yapması, neyi içmesi, nereye gitmesi, neyi kullanması hatta kiminle birlikte ne şekilde olması belirlenen birisidir. Yaptığı davranışların ve seçimlerinin ona daha önceden kodlanan imgeler sonucunda olduğunu bilmeyerek, bilinçli seçimleri olduğu yanılsamasını yaşayan biridir. Bir nevi sanal gerçeklikte yaşamaktadır.
Yabancılaşma kendini, toplumu ve doğayı yeniden var eden insan için söz konusu olduğunda tehlikeli bir durum oluşturmaktadır. Çünkü kendine yabancılaşan insanın bu değerleri sağlıklı ve insanlık için en iyi şekilde oluşturması mümkün değildir.
Yabancılaşma son yüzyıl içerisinde gelişerek günümüzde ki kronik yapısına ulaşmıştır. Büyük bir tehlike oluşturan bu durum, 1347 ile 1351 yılları arasında Asya’nın güneybatısından başlayarak, Avrupa’da büyük yıkıma yol açan veba salgınından farklı değildir. Tek farkı kara vebanın ne olduğu anlaşılıp önlem alınabilmesi olduğu halde, yabancılaşma olgusu teorik-entelektüel alan dışına çıkamamıştır. Çünkü yabancılaşma günümüz toplum-insan algısında, sadece müphem flu bir alan oluşturmaktadır. O kadar.
İnsan yabancılaştıkça birey olarak azalırken, toplumsal olarak da insanlık büyük bir yıkıma uğramaktadır.